21.ci yüzyıl düşünce özgürlüğüne yaramadı.
Uğruna milyonlarca insanın kanının aktığı, ihtilallere temel oluşturan, insanoğlunun elde etmek için asırlardır mücadele verdiği “Düşünce Özgürlüğü”, 21.cü yüzyıl gibi insanlığın “Özgürlük, Eşitlik, Barış ve Refah bir Yaşam” beklediği yüzyılda, Fransa’dan korkunç bir darbe yedi.
Bence inanılır gibi değil.
“Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” kavramlarıyla hür dünyaya ilham kaynağı olmuş Fransa Parlamentosunun aldığı bu karar, gerçekte düşünce ve ifade özgürlüğünün demokratik toplumlarda hangi özel durumlarda yasalarla sınırlandırılabileceğinin sınırlarını açıkça ortaya koyan Avrupa Sözleşmesi ile taban tabana da zıt.
İnsanoğlunun düşünceleri, inanışları ve bunu ifade etmesi 21.ci yüzyılda nasıl kısıtlanabilir hiç aklım almıyor. 1789 İhtilali ile dünyada Özgürlükler kasırgası estiren Fransa’da bu nasıl olabilir, anlamak çok zor. Hele de Fransa tarafından yapılırsa.
Avrupa Birliği Türkiye’yi, 301. maddenin değişmesi için sürekli sıkıştırırken, Fransa’nın “Ermeni Soykırımı”na karşı çıkanlar için hapis ve para cezası getirmesi ve bu düşünceyi yasallaştırması bir birine zıt iki davranış ve tam bir ikilem.
Türkiye’ye 301.ci madde ile sözde “demokrasi” dersi vermeye çalışan Avrupa Birliği’nin, bünyesindeki “Siyasi Grub”un başı olan Fransa’ya nasıl bir tepki göstereceği çok net olarak da belli. Bunu tahmin etmek çok kolay.
Diğer AB üyesi ülkelerden Fransa’ya hiçbir tepki gelmeyecek. Fransa zaten AB içinde en güçlü iki gruptan biri olan “Siyasi Grub”un başı. Etrafında Avusturya, Danimarka, Hollanda gibi çömezleri var ve kendini AB’nin patronu olarak görüyor. Bu nedenle de AB’den Fransa’ya, Fransız Parlamentosunun bu kararından sonra dile dokunur bir tepki gelmeyecek. Üç beş cılız sesten başka bir zırıltı da çıkmayacak.
11 Eylül 2001 saldırısından sonra Amerika’nın, “Güçlü olan benim. Uluslararası Hukuk Kuralları benim koyduğum kuralların yanında geçersizdir” diyerek, tüm klasik Uluslar arası kuralları pervasızca çiğnemesinin benzerini şimdi de Fransa yaptı.
Oynanan oyuna bakın. 571 sandalyeli Fransız Meclisi, Ermeni soykırımını reddedenlere hapis ve para cezası verilmesini öngören yasa teklifini 19 hayır oyuna karşılık 106 oyla kabul etti. Arkasından Fransız hükümeti uzun bir yasama sürecinin başladığını, her adımda muhalefetini sürdüreceğini ve bu kararın yasallaşmaması için de her adımda elden gelen tüm engeli koyacağını açıkladı. Yani görünüşte Fransız Hükümeti, Mecliste kabul edilen bu yasaya karşı ve istemiyor.
Aslında Fransız hükümeti de tam, “istemem ama yan cebime koy” tavrı içinde.
Eğer bu yasa 571 sandalyeli Fransız Meclisinde 106 oyla kabul edildiyse ve Fransız hükümeti de bu teklifin yasallaşmasını istemiyorsaydı, ne diye oylamayla ilgili grup kararı almayarak milletvekillerini serbest bıraktı ve çoğunluğu oluşturan kendi parlamenterlerini salona “HAYIR” demeleri için çağırmadı. Bunu yapsaydı, bu öneri daha ilk baştan en azından 100 oy farkla reddedilirdi ve başka bir sonbahara kalırdı.
Bunun tam tersini yapan Fransanın İktidar partisi şimdi de timsah göz yaşları döküyor. Aslında Fransa şimdi tam anlamıyla bir saltanat sonu dönem yaşıyor. Aynen esintiye yakalanmış ve ne yağacağını bilmeden yalpalayan bir tekne görünümünde. Kaptan kim, dümen kimin elinde, tayfalar ne iş yapıyor hiç belli değil. Fransa teknesi bir yerlere sürükleniyor ve günün sonunda bir yere çarpacak bu kesin ama bu yeri şimdiden belirlemek zor.
Gerçek olan şu ki, Ermeni konusu bir gün çözülme sürecine girerse bu Türkiye, Türkiye’de yaşayan Ermeniler ve Ermenistan yöneticileri arasındaki görüşmeler sonucunda çözülebilecek ancak.
Bu konuda hariçten gazel okumaya meraklı Amerika’ya, Fransa benzeri bir karar alan İsviçre’ye ve de Fransa’ya düşen, iki kişi konuşurken, üçüncüye ne düşerse “O”.
AB’den gelen haberler, Türkiye’nin önerilere olumlu yanıt vererek önerilerin kabul edilmesini incelediği doğrultusunda.
Bu saate kadar hiç kimse Türkiye’den “HAYIR” lafını duymamış.
Tam aksine AB’li diplomatlar Türk yetkililerinin ilk kez Maraş’ın BM’ye verilmesi konusunu ciddi bir biçimde incelediğini söylüyorlar. Buna karşın Türkiye’nin Ercan’a ve Ercan’dan yapılan uçuşların yasallaştırılmasına da talep etmeye devam ettiğini vurguluyorlar.
İşin ilginç yanı Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti yönetimi’nin de, Finlandiya önerisine yönelik olumlu mesajlar göndermesi. Öneriye olumlu yaklaşan Rumların, konu hakkında ciddi çekinceleri de var ve bunu da saklamıyorlar.
İddialara göre Rumlar sol gösterip sağ vurmak niyetinde ve işin son aşamasında “HAYIR” yerine Finlandiya önerilerine “EVET” diyecekler. Benim bulgularım tamı tamına böyle.
İlginç olan gelişme, Finlandiya Önerilerinin fikir babalarının, öneriye dıştan başka taleplerin enjekte edilmesinin, formüle ilişkin hassas dengenin bozulacağına dair inançları. Bu nedenle de “öneri paketinin açılmasını” veya “genişletilmesini” şimdilik arzulamıyorlar.
Bu ana kadar gerek Ankara’dan gerekse de Rumlardan gelen mesajların olumlu olması nedeni ile de başta Finlandiya olmak üzere herkes iyimserlik içinde. Üstüne üstlük, Talat’ın tüm çırpınmalarına ve “izolasyonlar kaldırılmalıdır” taleplerine rağmen bayağı bayağı “önerilerin kabul edileceği” fikrine kendilerini iyice kaptırmışlar.
Ben buna bıyık altından gülüp, “Papadopulos’u daha tanımamışlar” derim sadece.
Bunun açık ispatı, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Yönetimi’nin, daha işin başında Türkiye’nin AB yükümlülüklerinin, doğrudan ticaret ile ilişkilendirilemeyeceği düşüncesini ortaya koymaları. Tabi bu düşünce pek inandırıcı kabul edilmedi ve Avrupa Birliği içinde şimdilik pek taraftar bulmadı.
Finlandiya ve diğer üyeler şimdilik, Kıbrıs’lı Rumların AB içerisinde önerilen uzlaşmaya “hayır” diyen ülke olmak istemeyeceğine inanıyorlar ve Kıbrıs’lı Rumların, çekincelerine rağmen, öneriye “EVET” deyeceklerini düşünüyorlar.
Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini’nin şu anda “HAYIR” dememesine karşın, el altından sadece Maraş’ın BM’ye verilmesiyle tatmin olmadıklarını ve Maraş’ın, 1974 öncesi Rum sahiplerinin, önümüzdeki 18 ay içerisinde veya biraz daha geç olarak, yani en geç 2009 yılının Ocak ayından evvel Maraş’a geri dönmelerini talep ettiklerini ilgili ilgisiz herkese söylüyorlar.
Yakında bunu yazılı bir talep haline sokarlarsa ve de Türkiye-AB müzakerelerinde VETO konusu yaparlarsa hiç şaşmamak gerekir.
Zaten müzakereler ile ilgili AB’den gelen haberlere göre Yunanistan ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti, Türkiye’nin AB’ye katılımıyla ilgili Brüksel’deki Çalışma Grubu’nun “Sanayi Politikası” başlığını ele almasını bloke ettiler ve bu konu bu günkü “Daimi Temsilciler” toplantısının gündemine gelirse gene aynı şeyi yapacaklar ve bloke edecekler.
Amaçları Finlandiya Önerileri içinde yer alan Maraş’ın açılması maddesini cımbızla önerinin içinden çekmek ve Çalışma Grubu içinde kullanacakları “BLOKAJ” ile başlıkların açılmasını önlemek arkasından da istekleri yerine gelmezse “VETO KULLANMAK” kozunu öne sürerek Maraş’ı ele geçirmek.
Zaten Brüksel kulislerinden gelen haberler, Yunanistan ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti temsilcilerinin, evvelki gün yapılan Çalışma Grubu toplantısında, Türkiye’nin AB yükümlülüklerini yerine getirmemesi durumunda Çalışma Grubunda yapacakları blokajda başarılı olamazlarsa, Müzakere Başlıkların görüşülmesini bir şekilde “VETO” kullanmadan önleyeceklerini açıkça ifade ettikleri doğrultusunda.
İşler gittikçe kızışıyor.
Türkiye’de 2007’nin Mayıs ayındaki yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile Ekim Ayında yapılacak Milletvekilliği seçimleri nedeni ile AKP hükümeti yumuşak davranış içine giremez durumda iken, 21 Şubat 2008’de yapılacak Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı seçimleri de, Rumları aynı pota içine sokuyor.
Dış politika, Türkiye-AB müzakereleri ve Türkiye-Kıbrıs Rum ilişkileri önümüzdeki 30 ay içinde bayağı hareketli ve sert geçecek anlaşılan. İşin kötü tarafı, oynanan bu oyunda KKTC yok ve maalesef tribünlerde oturabilmek için bilet arıyor. Şimdilik KKTC saha dışında.
Hatırlıyormusunuz, 7 Mart 2006 günü adaya gelen AB Yüksek Temas Grubu, Kıbrıs’lı insanlar ve kuruluşlarla çeşitli temaslarda bulunmak üzere adaya gelmeden evvel ülkeye geliş amaçlarını belirtmek üzere gönderdikleri yazıda, Kıbrıs Rum kesiminde yapacakları temaslardan sonra, “Ada’nın kuzeyinde zorla tutulan Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşlarıyla görüşecekleri” şeklindeki bir ifade ile gelmişlerdi.
Çok değil aradan sadece 7 ay geçti ve bir takım gerçekler yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Geç başladı ama güç olmadı.
Aslında işin başını gene bir Kıbrıs’lı Rum çekti. Rum Yönetimi Eski Dışişleri Bakanı Ioannis Kasoulides ilk vurgulamayı yapmıştı o gün. Avrupa Parlamentosu Hıristiyan Demokrat grubu üyesi olan Kasulides Temas Grubu’nun ziyaret öncesi yaptığı çirkin ve aşağılayıcı açıklamayı çok yanlış bulmuş ve temasların, “Adanın Kıbrıs Cumhuriyeti kontrolü dışında kalan bölgesinde mahsur kalan Kıbrıs’lılar yerine Kıbrıs Türk toplumu ile yapılacağı söylenmeliydi” diyerek de bir açıklama yapmıştı.
O günlerde Kasulides’in büyük bir açık yüreklilikle yaptığı bu açıklama pek tarafta bulup yankı yaratmamıştı ama şimdi bazı gerçekler yavaş yavaş su yüzeyine çıkmaya başladı.
Avrupa Parlamentosu üyesi bazı Avrupa milletvekilleri ve Kıbrıslı Türklerle temas grubu üyeleri, son birkaç haftadır yüksek sesle, Avrupa Parlamentosu kulislerinde, kürsüde ve basına verdikleri bilgilerde Rumların Kıbrıs sorununun çözümünü istemediklerini ve AB’nin Kıbrıslı Türklere haksızlık ettiğini dile getirmeye başladılar.
Bu AB içinde çok ilginç bir gelişmenin başlangıcının sinyali veriliyor demektir. Tam tabirle “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” atasözüne çok uyuyor bu konuda kulağımıza gelenler.
Avrupa Parlamentosunun Avusturya Milletvekili ve aynı zamanda da Kıbrıslı Türklerle temas grubu üyesi olan Bayan Karin Resetarits, yaptığı temaslar ve araştırmalar sonunda Rumlara çatarak ve adeta Rumları suçlayarak, “AB’de hiç kimse Kıbrıs’ta ne olduğunu bilmiyor ve daha çok kimin haklı olduğunu unutuyor. Kıbrıslı Rumlar yalanlarla ve Türk askerinin çekilmesine ilişkin talepleriyle; Annan planı kabul edilmiş olsaydı bu gerçekleşecekti aldatmasında bulunuyorlar” sözlerini dile getiriverdi.
Bu açıklamanın iki önemli noktası var.
Birincisi; 2004 yılından beridir Avrupa Parlamentosu Milletvekili olan Bayan Resetarits’in, Avusturya’da çok sevilen bir kişi ve tanınmış bir gazeteci-yazar olması. 7 Haziran 2005’den beridir de AP içinde güçlü bir grup olan Liberallerin üyesi olan Bayan Resetarits, girişken ve etkili bir parlamenter olarak tanınıyor. Onun ağzından çıkanlar Liberalleri bayağı etkiliyor. Geçmişi yazıya döktüğü dürüst ve tarafsız araştırmalarla dolu.
İkincisi ise İrlanda Milletvekili Sean O’Neachtain’in de bu sözlere katılması ve Bayan Karen’e eşlik etmesi. İlk başlarda tam bir Rum ağzı ile konuşan O’Neachtain’in zaman içinde görüşlerini değiştirmesi ve bayan Karen ile bir saf oluşturması, çok ilginç ve leyhimize olan bir gelişme.
Aslında Kıbrıslı Türklerle temas grubu üyesi olan diğer üyeler ile başka Avrupa milletvekilleri de geçmişte münferiden benzer açıklamalarda bulunmuştu ama bu seferki biraz daha farklı.
İçeriğinde isyan var, hem Kıbrıs’lı Rumları hem de Yunan’lı Rumları suçlama var. Daha evvel hiç böyle konuşmamışlardı.
Galiba yavaş da olsa gerçekler artık su yüzüne yavaş yavaş çıkmaya başladı.
Yıllardır 1.ci Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş’ı her öneriye “HAYIR” demekle suçlayan Cumhurbaşkanı M. A. Talat, şimdi aynı yolu kendisi de benimsemiş gözüküyor. Aslında işin doğrusu da öyle davranmak.
Aksini düşünürseniz, olaylara iyi niyetle yaklaşıp, “Ben iyi niyetliyim” Rumlar da kardeşimizdir ve iyi niyetlidirler diye düşünerek elinizi barış için uzatırsanız, kolunuz hemen gidiyor.
2003 Milletvekilliği seçimlerinde ve sonrasındaki Cumhurbaşkanlığına adaylığı günlerinde “ben Kıbrıs sorununu üç ayda çözerim” diyerek sansasyon yaratıp taraftar toplamış olan Talat, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Kıbrıs sorununu değil üç ayda, değil üç yılda, otuz yılda bile çözemeyeceğini çok iyi anlamış gözüküyor.
Cumhurbaşkanı Talat, Rumların iyi niyetten anlamadıklarını, Kıbrıs Türklerine hayat hakkı tanımak istemediklerini, ellerinden gelse, bırakın dünyadan izole etmeyi, nefes almamıza bile ambargo koymak istediklerini çok iyi kavramış anlaşılan.
Cumhurbaşkanı M. A. Talat’ın, Brüksel’de tamamlamış olduğu temaslarında, AB-Türkiye ilişkilerinde kriz çıkmasının önlenmesiyle ilgili olarak Finlandiya önerisinin kabul edilmesi olasılığını da dikkate alarak Ankara’dan farklı ve titiz bir görünüm ortaya koyması, ve neredeyse Brüksel’de daha temaslar başlamadan Finlandiya önerilerine “Hayır” demesi veya “Hayır”ı ima etmesi çok şeylerin değiştiğinin işareti.
Talat, Brüksel’de evvel emirde Ercan havaalanı’nın açılmasını, sportif, kültürel ve siyasi ambargonun kaldırılmasını ve Avrupa Parlamentosu’ndan da şimdilik gözlemci statüsünde olan KKTC Milletvekillerine Avrupa Parlamentosu üyeleri olarak iskemle verilmesini talep etmesi, köprülerin altından çok suların aktığını gösteriyor.
Cumhurbaşkanı Talat’ın daha evvelki söylemleri, “Biz Avrupa parlamentosuna gideriz ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti bünyesinde Türklere ayrılmış 2 iskemleye otururuz” şeklinde idi ve bu hakkın da bizlere tanınacağından çok emindi ama bu hiç gerçekleşemedi ve Rumların blokajına tosladı. Rumlar açık ve net olarak “OXI” yani “HAYIR” dediler ve bu iskemlelerin hepsi de bizimdir, Türkler asla oturamaz diyerek Kıbrıs’lı Türklerin Avrupa Parlamentosu’na girebilecekleri tüm kapıları da kapattılar. Açıkça bizi AP’den dışladılar, aynen dünyadan dışladıkları gibi.
Talat, tüm bu gelişmelerden sonra, güncel tanımla “Türkiye ile AB trenlerinin çarpışmasını” istemiyor. Nedeni de bu çarpışmadan sonra Kıbrıs sorununun çözüm olanaklarının da yok olacağını iyice fark etmiş olması. Bu bağlamda Türkiye’nin AB üyelik sürecinin devam etmesinin Kıbrıs’ın çıkarına olacağına inanıyor ve bunu da her ortamda dile getiriyor.
Görünüşe göre bunlara ilaveten Cumhurbaşkanı Talat, aniden Kıbrıs’lı Türklere uygulanan izolasyonların da farkına vardı ve şimdi onların kaldırılmasının peşine düştü. Hem adada çözüm istiyor, hem de izolasyonların kalkmasını istiyor.
Bu aşama, Talat için 2002’ye kıyasla çok büyük, inanılmaz ve dramatik bir gelişme. Daha doğrusu Cumhurbaşkanı Talat çok büyük bir mutasyona, yani genetik değişime uğramış. Tabi burada kastettiğim DNA’sındaki değişim değil, politik yapısındaki köklü değişim.
Cumhurbaşkanı şimdi, Kıbrıslı Türklere yönelik izolasyonun, Kıbrıslı Türklerin Rumlara yönelik tavizleriyle bağdaşlaştırılamayacağını, taviz ve karşılıkların ancak Kıbrıs sorununa çözüm bulunmasıyla birlikte pazarlık olduğu zaman mümkün olabileceğini söylüyor. Ve artık doğrultusu da açıkça bu yönde.
Tabi bu aşamada benim gönlüm, Talat’ın şu anda Cumhurbaşkanı olduğu KKTC’nin de yani Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de varlığının ve öneminin farkına varmasıdır. İzolasyonların ve ambargoların Kıbrıs Türk’ü üzerinden değil, KKTC’nin üzerinden kaldırılması olmalıdır bundan sonraki çabalarının ana çekirdeği.
Avrupa Birliği gün geçtikçe Kıbrıs batağına saplanıyor ve başı her gün bir başka Kıbrıs kökenli sorundan dolayı ağrıyor. Çoğu aralarına Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini aldığı için pişman ama, şimdilik elden gelen pek bir şey yok.
1959-1960 Londra ve Zürich Anlaşmaları, Kıbrıs Cumhuriyetini, Garantör devletlerin üye olmadığı bir kuruluşa üye olmasını önlüyor. Kuruluş yasası madde 22 ve 23 ile Garanti Anlaşması Madde 1 ve 2, bu konuda açık hükümler taşıyor.
Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti AB görüşmeleri devam ederken ve de sonuçlandıktan sonra Türkiye’nin itirazları ile beraber dönemin KKTC Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş’ın yaptığı itirazları ve uyarıları dikkate alan Avrupa Komisyonu, uluslararası alanda tanınan Avrupalı hukukçulardan Kıbrıs’ın AB’ye kabul edilmesi ile ilgili olarak çelişkiler yaratan ve itirazlar oluşturan bu konu hakkında görüş aldı.
AB’nin yürütme organı olan yani bir yerde “AB hükümeti” de diyebileceğimiz Avrupa Komisyonu, bu konuda çok ciddi ve kararlı. Bir hata yapılmışsa bunu düzeltmek düşüncesinde. Tabi Rumların ve Yunanlıların engellemeleri ve çalışmalara taş koymasının önüne geçebilirse.
AB’nin kuruluş esaslarından bir tanesi de “Hukukun üstünlüğü”. Bu nedenle de Avrupa Komisyonu, 1959-1960 Londra ve Zürih anlaşmaları çerçevesinde Türkiye ile Yunanistan’ın tam üye olmadığı bir uluslararası kuruluşa üye olup olamayacağını araştırmaya başladı. Bu sahada uzman olan tanınmış Avrupalı hukukçulara konu hakkındaki görüşlerini almak kararı aldı ve arkasından da, bir kaç değişik hukuk bürosundan bu konuda görüş istedi.
Avrupa Komisyonunun, Avrupalı hukukçulardan aldığı cevaplar tam bir kaos yaratacak cinsten. Hukuk bürolarından gelen yanıtlar hep aynı ve ve sanki ağız birliği etmişlercesine “Kıbrıs Rum Kesiminin AB üyeliği uluslararası hukuka aykırı” ana fikrini içeriyor.
Hukukun üstünlüğünden bahseden ve Türkiye’ye, Kıbrıs Rum bandıralı gemi ve uçaklara deniz ve hava limanlarını açtırtmak için her yolu deneyen ve yoğun baskılarda bulunan Avrupalı yöneticiler, şimdi kendilerini aniden uluslararası düzeyde ve fırtınalara neden olacak büyük bir hukuk sorunu ile karşı karşıya buldular.
Avrupalı tanınmış hukukçuların “AB Rumları tam üye yapmakla uluslararası hukuku ihlal etmiştir.” şeklindeki net yanıtları, ve 16 Ağustos 1960 tarihinde bağımsızlığını ilan eden Kıbrıs Cumhuriyetinin 1959-60 uluslararası Londra ve Zürih Anlaşmaları çerçevesinde kurulmuş olduğunu ve 1960 Cumhuriyeti’nin yasal varlığının, “Kıbrıslı Türk ve Rum toplumlarının, devletin her organına birlikte ve etkin katılımına dayandığını” vurgulamaları konunun ciddiyetini aniden ortaya çıkardı.
Londra ve Zürih Anlaşmalarına göre, Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte üye olmadığı bir uluslararası örgüte, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin üye olması hukuk açısından ihlaldir. Avrupa Birliği’nin, sadece Kıbrıs’lı Rumlardan oluşan Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini adanın tek temsilcisi olarak üyeliğe kabul etmesi, uluslararası anlaşmalar ve uluslararası hukukun açıkça ihlal edilmesi olmuştur. Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini ellerinde tutan Kıbrıs’lı Rumların yani sadece Rum Kesimi’nin üyelik başvurusu yapması bile uluslararası hukuka aykırıdır.
Bu durumda Türkiye’nin yapması gereken hemen ve derhal Uluslararası Lahey Adalet Divanı’na konuyu taşıması olacaktır. Konunun Lahey’e götürülmesi hem Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin hem de Yunanistan’ın başını iyice ağrıtacaktır.
Kuruluşunu da “Hukukun Üstünlüğüne” oturtmuş olan AB’nin de, uluslararası düzeyde hukuk kurallarını çiğnediğinin ortaya çıkması AB için tam bir felaket ve prestij kaybı olacaktır.
Şimdi Brüksel’de Ankara’nın sorunu Lahey adalet Divanı’na taşıması korkusu kol geziyor. Nede olsa işin sonunda AB’nin yıllardır yaratmaya çalıştığı prestijini sıfırlanması var.