Evvelki sene Papadopulos biraz ileriye gitmişti ve 1964-74 yılları arasında hiçbir kayıp Türk olmadığından da bahsetmişti. Ona kalsa ortalık süt limandı 1964-74 arasında. İnanmayacaksınız ama, Rumlar 1964-74 yılları arasında hiçbir kayıp Rumun olmadığı da iddiasındalar.
BM raporlarına göre Rum kayıpların 43’ü 1963 olaylarında kayboldu, ancak Rum yönetiminin Kıbrıs sorununun 1974’te başladığına ilişkin resmi politikası nedeniyle kendi resmi raporlarında bu bilgi yer almıyor. Ancak bu yıllar içinde masum Türklerin, Rumlar tarafından yollardan toplanıp hunharca öldürüldükleri de bir Kıbrıs gerçeği.
Kayıplar sorununu bugüne kadar istismar eden Rum tarafı son zamanlarda büyük çalkantı geçiriyor. Ölü olduğu bilindiği halde yakınlarına resmen ölü oldukları bildirilmeyip propaganda uğruna ısrarla “kayıp” olduğu ilan edilen kişilerin akıbetleri teker teker ortaya çıkmaya başlayınca, Rum tarafında büyük gürültüler kopmaya, davalar açılmaya başladı. Rum Yönetimi şimdi kendini bu badireden ve sorumsuzca davranıştan kurtarmaya çalışıyor.
Bu güne kadar propaganda uğruna yaptıkları ölü askerleri “kayıp” olarak lanse etmek oldu. Hem de resmi yollardan, resmi açıklamalar ile. Zaman zaman da dedikodu makinesini çalıştırıp “Maria’nın kocasını Türkiye’nin doğu bölgelerindeki bir kasabada görmüşler” türünden yalanlarla acılı kalplere ümit enjekte edip, Türk düşmanlığı pompaladılar.
Neyse Otonom Kayıplar Komitesinin çalışmaları ile Rumlar kendi kurdukları tuzağa kendileri düştüler. Otonom Kayıp Şahıslar Komitesi’ni yıllarca çalıştırmayan Rumlar, kayıplar konusunu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne de taşımışlardı sırf Türkiye’yi suçlamak ve Kıbrıs’ta olayların 1974’de başladığı hikayelerini sağlam bir kazığa bağlayabilmek için. Ama tutmadı tabi.
BM kararıyla 1981 yılında yapılan anlaşma uyarınca kurulan ve 1984 yılından beri de resmen faaliyetlerine başlayan Otonom Kayıp Şahıslar Komitesi’ndeki resmi rakamlara göre, kayıp Türklerin sayısı 211’i 1963’e ait olmak üzere 500 kişi. Bunların tümü sivil ve aralarında hiç eli silahlı birisi yani asker veya mücahit yok. Kayıpların yüzde 26’sı kadın ve çocuklardan oluşuyor. Açıkçası sivil ve masum Türkler, suçsuz yere evlerinden, işyerlerinden ve yollardan toplanmış, sonra da acımasızca Rumlar tarafından katledilerek kuyulara atılmış. Raporlar öyle söylüyor.
Şimdi de Rumların yıllarca kayıp diye pazarladıkları propagandalarının yalan olduğu, hem Otonom Kayıplar Komitesinin çalışmaları hem de “Pasias Davası” ile yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başladı.
1974 Barış Harekatı’nda ölen ve Rum Yönetimi tarafından “kayıp” ilan edilen Hristofis Pasias’ın ailesi tarafından “Kıbrıs Cumhuriyeti” aleyhine açılan davanın son oturumunda, Pasias gibi 44 kişinin daha, öldükleri bilindiği halde, “kayıp” olarak listelendikleri ortaya çıktı.
RMMO Genel Kurmaylığı’nın çekmecelerinde 32 yıldır sümen altında yatan 44 kişi, 2000-2003 yılları arasında RMMO 1. Kurmaylık Bürosu’nda görev yapan ve kayıplar konusundan da sorumlu olan 5. Alay Komutanı Yarbay İoannis Papasavvas’ın, söz konusu duruşmada ifade vererek, mahkemeye içinde Pasias’ın da bulunduğu 44 kişinin daha ölümlerine ilişkin belgeleri ibraz etmesi, büyük ve hüzünlü bir kuyruklu yalanı daha ortaya çıkardı.
Dosya, 1974 Barış Harekatı sırasında ölen kişilerin ölüm belgeleri ile nakil ve gömülme karnelerini içeriyordu. Ölen 44 kişinin Lakatamya mezarlığına gömüldüklerini içeren söz konusu belgelerin hepsi, 23 Temmuz-18 Ağustos 1974 tarihlerinde hazırlanmış.
İşin garip ve ilginç yanı RMMO Genel Kurmaylığı’nın bu kişilerin öldüklerini ve gömüldüklerini 1974’ten beridir bildiği halde propaganda uğruna gizli tutması.
İşte Rum propagandasının hangi düzeyde olduğu bu olay ile apaçık ortaya çıktı.
yalana dayalı, Ahlaksız, ve acımasız.
Bir gerçek daha yakında ortaya çıkacak. Kayıpları büyük çoğunluğunun, 15-20 Temmuz darbesi sırasında EOKA-B’ciler ile Makarios’cular arasında çıkan çarpışmada öldüğü gerçeği. Şimdilik hepsini Türkler öldürdü iddiasındalar ama gerçek hiçte öyle değil.
1460 tane olarak deklere edilen Rum kayıpların 42’si 1964-74 arasında öldürülmüş ama tümü de Türkler tarafından değil. EOKA da Rum toplumu içinde temizlik yapmış. Kayıpların yaklaşık, 600’ü, 15 temmuz ile 20 temmuz arasında yapılan darbede Rumların kendi aralarında gerçekleşen çatışmada ölmüş, 818’i de Barış harekatında hayatını kaybetmiş. (Kaynak; Rum basını ve göz şahidi subaylar ile papazların süreç içinde basında ve kitaplarda yer alan itirafları).
Birde unutulmaması gereken bir başka gerçek var ki o da şimdi Rum tarafının Cumhurbaşkanı olan Thasos Nikolaos Papadopulos’un hayatını Türklere borçlu olduğudur.
15 Temmuz darbesi sırasında Makarios’cu olarak yakalanan Papadopulos, icabına bakılmak üzere şimdi Gülseren Eğitim Taburunun bulunduğu RMMO kampında, darbeciler tarafından hücreye hapsedilmişti. Barış Harekatı olmasaydı, bu gün Papadopulos hayatta olmayacaktı ve “koşarken elektrik direğine çarptı öldü” veya “İsyancı Türkler öldürdü” yalanı ile tarihin tozlu sayfalarına “kayıp” diye geçecekti.
Türkiye’nin AB Ortaklık müzakerelerinde Limanlar sorunu nedeni ile geldiği kavşakta seçtiği yol artık açık seçik belli oldu. Bu yolun istikameti “İmtiyazlı Ortaklık”.
Zaten başka türlüsü de olamazdı. Kıbrıs Rumlarını tanıma konusu veya Limanların Rum bandıralı gemilere açılması konusu, olsa da olmasa da, veya bunlar Müzakere Çerçeve Belgesi içine yazılmamış olsa da olmasa da, yolun sonu belli; İmtiyazlı Ortaklık.
Kıbrıs sorunu her ne kadar görüşmelerin seyrini değiştirecek bir etken durumunda gözükse de, 24 Nisan 2004 tarihindeki referandum oylamasında her iki taraftan “EVET” çıkmış ve Annan Planı gereğince “Birleşik Kıbrıs Devleti” kurulmuş ve Kıbrıs sorunu masadan kalkmış olsaydı dahi, Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılma görüşmeleri ve süreci içinde taraflar, üstesinden gelinemeyecek bitmez sorunlarla boğuşuyor olacaklardı.
Sorunun kökeninde Türkiye olduğu kadar AB’nin kendisi de eşit paya sahip. AB’nin genişleme sancıları çektiği gün gibi aşikar. Bunu kimseler inkar edemez. Birliğe son olarak katılmış on yeni devleti dahi daha hazmedememiş gözüküyor Avrupa Birliği. Her giren, kendine has yeni bir sorunu da beraberinde getiriyor. Polonya ve Romanya örnekleri daha çok taze.
Avrupa Parlamentosunun ön ve arka bahçesinde konuşulanlar ile, sade Avrupalının evinde söyledikleri tıpa tıp aynı. Yüzyıllardır başlarını ağrıtmış, topraklarının çoğu Asya’da olan büyük ve fakir görünümlü bir Müslüman ülkenin, içlerine girmesine pek de istekli değiller. Bunu dilencisinden, başbakanına kadar hepsi ya fısıltı halinde, yada kelime aralarında söylüyorlar. Üstelik Türk insanına Avrupa’da serbest dolaşım hakkı verileceğini bırakın tartışmayı düşünmek bile istemiyorlar.
AB ile Türkiye’nin flört devrinin bitmesinden sonra toplumların düşüncelerinin yavaş yavaş ortaya çıkması ile Türkiye’nin üyeliği konusunda Avrupa’da görülen soğuma ve isteksizlik, “her etki bir tepki doğurur” kuralına uygun olarak Türk halkı üzerinde de bir karşı reaksiyon oluşturdu. Türk halkı da artık eskisi gibi AB üyeliğine çok sempatik bakmıyor.
AB’nin 21.ci yüzyıldaki hedefi ortaklık sayısını yirmi yedi ile sınırlamak ve sınırları etrafında alanlar oluşturarak bu ülkeler ile AB ve uluslararası değerler çerçevesinde siyasi, ekonomik, kültürel, enerji, kaçak göçle mücadele gibi alanlarda işbirliği yapmak.
AB’nin sınırlarının şimdiden belirlenmiş olduğu kesin. Türkiye bu sınırların içinde yer almıyor. Türkiye’nin yeri, AB’nin etrafında yer alan “Tampon Bölge” içinde. Ne tam ortak, ne de “Üçüncü Devlet” olarak tanımlanan bir ülke. Hem ortak hem değil.
Konuya bu açıdan bakıldığında “İmtiyazlı Ortaklık” tanımının çok kibar bir tanım olduğu kadar “Doğruları da Yansıtan” bir tanım da olduğu ortaya çıkar. Bunun kabullenilmesi zamanı yavaş yavaş geldi ve neredeyse de kapıda. Hazırlıklı olmakta fayda var.
Türkiye’nin imtiyazlı olsa da olmasa da, AB’nin bir üyesi olması, İslam dünyası ile Batı arasında gittikçe gerilmekte olan ilişkilerin geliştirilmesinde önemli bir avantaj sağlayacağı kesin. Her Avrupalı bu konuda hemfikir.
Bu nedenle de Türkiye, Avrupa için “Ne atılır ne de satılır” konumunda. Hem istemiyor hem de vazgeçemiyor. Türkiye hükümetlerinin, AB üyeliği hedefinin peşinden gitmenin Türkiye çıkarlarına uygun olduğunu düşündüğü sürece, AB’nin de görüşmeleri koparmadan sürdürmesi Avrupa’nın çıkarına olacağını tüm Avrupalı politikacılar çok iyi biliyor ve bu konuda da hemfikirler.
Bu görüşle yola çıkıldığında, AB-Türkiye müzakerelerinin geleceği konusunda kahin olmaya gerek kalmıyor.
Müzakerelerin Türkiye kanadındaki değiştirilemez gerçek, Mart 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçimi, 21 Ekim 2007’de de Milletvekilliği seçimleri yapılacağı nedeni ile hiçbir siyasi partinin Kıbrıs konusunda bırakın taviz vermeyi, taviz gibi görünebilecek bir davranışa bile girmesinin düşünülemez olduğudur. AKP’nin tek başına iktidar olamayacağı büyük bir olasılık olarak ortada dururken Kıbrıs ile ilgili herhangi bir taviz söz konusu bile olmayacak.
AB kanadındaki gerçek ise, Katılım Ortaklık Belgesi ve Müzakere Çerçeve Belgesinde yer alan Kıbrıs Rum bayraklı gemilere Türkiye limanlarının açılmasının, geri alınamaz bir koşul olması.
AB’den limanlar konusunda tükürdüğünü yalaması, Türkiye’den de bu seçim döneminde iktidardaki AKP hükümetinden taviz vermesi beklenmeyeceğine göre ortada iki olasılık bulunmaktadır.
1- Türkiye’nin Kıbrıs’ta Rumları memnun edecek bir tavizle Limanların açılmasının başka bir sonbahara ertelenmesi ve müzakerelerin Ulaşım içermeyen bir başlık altında devam ettirilmesi,
2- Kapalı kapılar ardında “İmtiyazlı Ortaklık”ın kabul edilmesi, iç tribünlere “Asla Taviz Yok” kükremelerinin duyurulması ve görüşmelerin her hangi bir taviz verilmemiş havası ile, hiçbir şey olmamış gibi devam ettirilmesi.
Sizin aklınıza hangi seçenek daha mantıklı geliyor.
Ne biçim bir hükümet sistemi bu “Makyavelli”. Yeni mi çıktı da biz duymadık, kitaplarda yazıyor da biz mi okumadık dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Nicolo Makiavelli, 1469-1527 yıllarında İtalya’da yaşamış olan Floaransa’lı asil bir ailesinin 2.ci çocuğu. 1505 yılında kaleme aldığı, 1515 yılında da basılan (Yöneticinin Oğlu) “Prens” adlı kitabı hala daha güncelliğini korumakta. Bu ünlü kitabın çok kısa bir özeti, 5 kelimelik bir cümle ile tanımlanabilir; “Hedefe giden her yol mübahtır[1]”.
Yani siz bir hükümet mi kurmak istiyorsunuz, Milletvekili ayartmak da, para teklif etmek de, gerekirse ve yasalar izin veriyorsa yılların baryası AKEL ile bu hükümeti kurmak da mübahtır.
Yeter ki hedef hükümet kurmak olsun. Ama doğru, ama yanlış, ama halk desteği var, ama halk desteği yok, hiç önemli değil. Önemli olan hedefe varmaktır.
Varlığını hissettiğimiz ama yönünü kestiremediğimiz ve nereden geleceğini daha algılayamadığımız bir tehdit var havada. Sanırım, acılı yıllar sonrası 1974 Barış Harekatı ile kavuştuğumuz özgürlüğümüzün, yaşamakta olduğumuz güvenli ve onurlu yaşamımızın ve kendi topraklarımız üzerinde sürdürdüğümüz egemenliğimizin üzerinde kara bulutlar dolaşmaktadır.
Bir taraftan artık komşu demeye dilimin varmadığı, elinde olsa soluduğumuz havayı bile bizden esirgemeye kararlı olan yanı başımızdaki Rum’un uyguladığı izolasyonlar ve ambargolar acımasızca sürerken, diğer taraftan, nüfusu yaklaşık 1 milyon olan Avustralya’nın kuzeyinde yer alan Hıristiyan Doğu Timor’un, nüfusu 223 milyon olan Müslüman Endonezya’dan tek taraflı ayrılmasına onay veren ve gün sektirmeden devlet olarak tanıyan BM ve AB’nin baskıları üzerimize tufan gibi gelirken, boş iç çekişmeler ve ucuz politikaların bizi hiçbir yere götürmeyeceği gün gibi aşikar.
İç politikamızda son 10 gündür gelişen olaylar hiçte iç açıcı değil.
Bir taraftan CTP’ye bakıyorum, diğer taraftan ÖRP’ye bakıyorum, ikisini yan yana koyup oluşacak CTP + ÖRP Koalisyon Hükümetine bakıyorum, bu hükümet CTP + AKP hükümeti mi yoksa CTP + ÖRP hükümeti mi bir türlü karar veremedim.
CTP 25 Milletvekili ile koalisyon hükümetinde büyük ortak, ÖRP’de 3 Milletvekili ile küçük ortak gibi gözükse de gerçekte küçük ortak olan CTP bu yeni hükümette.
CTP’nin büyük ortağı ise AKP.
AKP’den ÖRP kanalı ile gelecek hiçbir isteğe veya talimata, CTP’nin artık “Hayır” demek gibi bir lüksü olamayacak. Aslında biraz kibar bir deyim kullandım “Lüksü yok” derken. Gerçekte gelen talimatı beğense de beğenmese de, CTP’nin 36 yıllık ilkelerine uysa da uymasa da, Kıbrıs Türkü için uygun olsa da olmasa da illaki “Evet” deyip baş eğmek zorunda artık. Bir kere yakayı hem ÖRP’ye hem de AKP’ye kaptırdı. Bundan kurtuluşu yok.
ÖRP ise daha işin başında kuruluş sıkıntılarını atlatamamış. Listeye bakınca 15 kişiyi bile çok zor buldukları gün gibi aşikar. Şampiyonluğa oynayan takımların ekibinde ünlü ve deneyimli sporcular bulunması, maç yaparken tribünleri dolduran taraftarları olması gerekirken, ÖRP’de şimdilik her ikisi de yok ve hiç de olamayacağa benziyor.
Arkalarında halk desteği yok, taraftar yok. Daha “Elinize sağlık” diyen de yok. Destek sadece CTP’den ve nedense de CTP kendisini bu işten sorumlu hissediyor. Genelde savunma, suçlu psikozudur ve CTP’de şimdilik bu psikoz içinde.
ÖRP’nin AKP’den aldığı hayat öpücüğü ancak 21 Ekim 2007’ye kadar götürebilecek gibi gözüküyor kendilerini. Türkiye’de artık seçim tamtamları çalmaya başladı. İçteki seçim saldırılarından ve çekişmelerinden AKP’nin başı iyice ağrımaya başladığı gün, KKTC’de de ÖRP’nin sonu başlıyor olacak. Gözüken köy kılavuz istemez.
Samimi konuştuğum CTP’nin bazı Milletvekilleri, CTP’li bazı Politbüro üyeleri, bazı ileri gelen CTP’liler ve benim yıllardır fanatik CTP taraftarı olarak bildiğim bazı kişiler neredeyse hep ağız birliği etmişçesine bana bu son olaylardan sonra CTP’nin onarılmaz yaralar aldığını söylüyorlar.
Bu tür görüşleri söyleyenler veya benzer tanımları kullananlar yukarıda saydığım kişilerle de sınırlı değil. Sokakta, yolda, belde, toplantılarda, bankada, markette, bandabuliyada ve benzeri insanların birbirlerini görmek ve konuşmak fırsatı bulduğu değişik yerlerde kiminle selamlaşıp konuşsam, bana daha “Nasılsın, ne var ne yok” demeden ilk işleri “Politikada son durum ne?” diye sormak oluyor. Arkasından da benim sormama gerek kalmadan CTP’nin çok büyük hata yaptığını, 30 yıldır üst üste koyup zirveye tırmandığı iktidar taşlarını, bir çırpıda yıkıp attığını söylüyorlar.
Benim yetenek olarak matematik ile aramın çok iyi olduğunu bilenler, bir de bana şakavari olarak güya hiç anlayamadıkları bir matematik problemini soruyorlar.
Şubat 2005 seçimlerinden sonra oluşan 23 CTP + 7 DP hükümetinde Bakanlıklar, 7 CTP ve 3 DP şeklinde bölüşülmüşken, ara seçimlerden sonra CTP’nin 2 Milletvekili daha alması nedeni ile 25 CTP + 7 DP şeklinde değişen matematiksel dengeden dolayı CTP’nin ısrarla DP’den 1 Bakanlık veya 1 Bakanlığa muadil Daireler ve Müdürlükler isteyip, Koalisyon protokolüne sadık kalmak isteyen DP’den olumlu yanıt alamayınca da koalisyonu bozmak için hayali bahaneler yaratıp Hükümeti bozmasından sonra nasıl ve hangi matematiksel oran ile 25 CTP Milletvekilliğine karşı ÖRP’nin 3 Milletvekilline, 3 Bakanlık verip yeni bir Koalisyon hükümeti kuracaklar diye soruyorlar.
Soru aslında son derece gerçekçi ve bu kombinasyon, hiçbir mantıklı dengeye uymuyor. Böylesi bir sorunun yanıtı hiçbir matematiksel denklemin çözümüne de uymuyor. Yani ÖRP 9 Milletvekili ile Koalisyonu oluştursaydı Bakanlar Kurulunda Ferdi beyden başka hiçbir CTP’li Bakan olmayacakmıydı demeye getiriyorlar?
İç politikamızdaki bu son gelişmeler hem demokrasimizi yaraladı hem de Milletvekillerine duyulan güveni sarstı. CTP iktidar olmak için 36 yıldır verdiği mücadeleyi ve çabayı, bu son davranışı ile unutulmayacak bir şekilde darbeledi ve yıktı geçirdi.
Sanırım artık bir daha bu oranda oy alması ve bu sayıda Milletvekili çıkarması olanak dışı. Geçmiş tam bir hatırlanıp göz yaşı dökülecek hayal oldu CTP için.
Cumartesi gecesi kadim dostum araştırmacı-yazar Bülent Fevzioğlu’nun GENÇ TV’deki programında, telefon ile yurt dışından programa katılan soydaşlarımızdan duyduklarım beni hiç şaşırtmadı. Yurt içinde sade vatandaştan duyduklarımı, yurt dışında yaşayan ve telefon ile programlarımıza katılarak birazcık olsun hasret giderebilen soydaşlarımızdan da aynen duydum. Programa katılanların hiç birisi bu son olaylar hakkında ve de bu olayların merkezinde yer alan CTP’den hiç ama hiç olumlu bahsetmedi.
Bu konuşan kişiler bildiğimiz “Halk” idi. Tarafsız, CTP’nin lafı ile “Bağımsız, Bağlantısız” kişilerdi bunlar. Düşüncelerini ve yorumlarını özgürce ifade ettiler.
Halkımız tarafından, sade ve tarafsız kişilerce söylenen bu sözlerin içine bakılırsa, “CTP Efsanesi”nin hüzünlü bir şekilde sona erdiğinin söylenmek istendiği, açık bir şekilde görülmektedir bu sözcüklerin içinde.
Yazık oldu CTP’ye. Yazık oldu CTP’nin yıllardır dilinden düşürmediği “Onurlu Siyaset” tanımına. O da onursuz oldu artık….
KKTC iç politikasında istifalar ve çok sıcak günler yaşanırken, muhalefet partileri kurulacak yeni hükümet için “Halk iradesini yansıtmamaktadır” deyip güç birliği araştırmaları başlatmışken ve de herkesin gözleri iç politikaya kilitlenmişken, AB’de Kıbrıs kazanı gene kaynamaya başladı.
Rumların bitmeyen talepleri perde arkasında ardı ardına diziliyor. Herhalde Türkiye’yi AB’ye kabul etmek için müzakerelerin en sonunda en son kabul koşulu olarak “Bütün Türkler Hıristiyan olsun” denecek. Bir gün AB içinde böyle bir tartışma açıldığını duyarsanız hiç şaşırmayın.
Hollandalı Hıristiyan Demokrat Camiel Eurlings tarafından hazırlanan Türkiye Raporu, 25-28 eylül tarihlerinde toplanacak AP Genel Kurulu’nda ele alınacak.
Eurlings’in taslak raporundaki Kıbrıs’la ilgili bölümde, Türkiye’nin Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ni tanımasının katılım sürecinin gerekli bir unsuru olduğu görüşüne yer veriliyor ve Türkiye’nin limanlarını Rum gemilerine açması talep ediliyor. “’Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti dahil tüm AB üyelerinin tanınması, müzakere sürecinin zorunlu parçasıdır” deniliyor.
Finlandiya’da düzenlenen AB Dışişleri Bakanlarının resmi olmayan toplantısı sonrasında açıklama yapan Tuominija, “adada kriz çıkması kaçınılmaz değildir” diyerek tarafların kriz çıkmaması için ellerinden geleni yapmalarını istedi. Türkiye’nin taahhütlerini yerine getirmemesinin “ciddi bir durum yaratacağı” ve en azından “tek” pazarla ilgili başlıkların açılmamasının gündeme gelebileceğini de söyledi.
Bu öneri aslında yeni bir ara formül. Türkiye bu ara formüle sıkı sıkı sarılabilir ve Limanlar konusunu bir sene daha, Milletvekili seçimlerinin yapılacağı 21 Ekim 2007 sonrasına kadar sürdürebilir.
Rahat durmayan ve Türkiye’ye engel çıkartmak konusunda tüm güçleri ile çalışan Kıbrıslı Rumlar, ekim ayı sonunda Avrupa Komisyonu tarafından yayımlanması beklenen Türkiye raporuna, perde arkasında ve sıkı kulis çalışmalarında dokuz koşul daha ilave edilmesini istiyor.
1- Kıbrıs sorununun Raporun ‘Bölgesel Konular’ başlığı altına değil, ‘Siyasi Kriterler’ bölümüne dahil edilmesi,
2- Türkiye’nin Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti ile ilişkilerini normalleştirmesi,
3- Kıbrıs sorununun çözümü konusunda Türkiye’nin yapıcı adım atması,
4- Üst düzey Türk yetkililerinin açıklamalarında saldırgan ifadelerin yer almaması,
5- Türk yetkililerin Annan planına dayanmayan her türlü çözüm çabalarında olumsuz tavırlar içine girmemesi,
6- Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin “Açık Gökyüzü Anlaşması”, “Uluslararası Füze Teknolojisi Düzeni”, “Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü” gibi birçok uluslararası organa katılmasının Türkiye tarafından engellenmemesi,
7- Katılım müzakerelerinin başlamasının ön şartı olarak Gümrük Birliğine ilişkin Türkiye’nin verdiği sözlerin tutulması,
8- Türkiye’deki askeri kurumları Siyasal Yönetime baskı yapmaması ve Türkiye’nin dış politikasının şekillenmesinde ve özellikle Kıbrıs sorununda ordunun etkin olmaması,
9- Patrikhanenin Ekümenik olarak tanınması ve Heybeliada Ruhban okulunun açılması,
AB’ye üye olmakla ve Türkiye-AB katılım müzakerelerinde karar verecek taraf içinde bulunmakla Rumlar, boylarına poslarına bakmadan Türkiye’nin yaşam tarzına, politik yapısına ve yönetim tarzına bile karışabileceklerini sanmakta ve koşullar koymak çabası içine girmekteler.
Kıbrıs konusunda, limanların açılması dahil olmak üzere, aralanacak en küçük bir taviz kapısının, bitmeyen Rum istekleri karşısında Avrupalı ağababalarının yardımları ile sonuna kadar açılmaya çalışılacağı ve Kıbrıs’ı yutmak için de ellerinden geleni yapacakları tartışılmaz bir gerçek.