Vur AKP’ye mi yoksa yozlaşmış siyasetimiz mi?

Vur AKP’ye mi yoksa yozlaşmış siyasetimiz mi?

Aslında iç politikaya değinmekten çok hoşlanmıyorum. Beni “Dış Politika” daha çok ilgilendiriyor ve Dış Politika tam bir “Tarihin tekrarı” olduğu için önümü daha iyi ve daha berrak görebiliyorum, olabilecekleri de önceden koklayabiliyorum Dış Politikada.

 

Ama bu son günlerde iç politikadan aldığım bir mesaj var. Partilerinden istifa eden dört Milletvekili aslında bizlere, yani sade vatandaşlara, bilerek veya bilmeyerek çok önemli bir siyasi mesaj verdiler.

Neydi bu mesaj ?.

 

Verilen mesaj,  1976 yılında ilk defa kaleme alınan, 1990 yılında tadil edilen ve içinde benim oyumun da bulunduğu bu günkü seçim yasasının temellerini oluşturan, “1976 Seçim ve Halk Oylaması Yasası”nın, kavram olarak artık geçerliliğini yitirdiği ve bu toplumun düşünce ve ahlak yapısına uymadığı mesajıdır.

 

1974 Barış Harekatı ile daha birkaç yıl evvel toplumsal özgürlüğün yakalandığı, Rumların baskılarından dolayı gettolara sıkıştırılmış Kıbrıs’lı Türklerin, uzun yıllar yaşamak zorunda bırakıldıkları daracık topraklar üzerinde büyük bir ailenin fertleri gibi yaşadıkları, karşılıklı sevginin, saygının var olduğu, sahtekarların toplumdan dışlandığı o dönemin koşullarına göre yapılmış seçim yasasının ve de buna paralel olarak da düzenlenmiş Parlamenter sistemin artık geçerli olmadığının sinyalleridir bu son politik gelişmeler.

Söz konusu partilerinden istifa eden 4 milletvekili aslında politik dilde, bize bu gerçeği söylüyorlar.  Artık o dönemin koşulları ve o koşullara göre yapılmış yasa geçerli değildir diyorlar.

 

Siyasi partilerdeki Milletvekillerine ibretle bakıyorum.  Daha seçimin bittiği anda kendilerini potansiyel “Bakan” olarak görmeye başlıyorlar ve bunu tartışılmaz bir hak olarak da kabul ediyorlar. Nasıl ve hangi koşullarda adaylıklarının kabul edildiğine bakmaksızın ve hatırlamaksızın, “dün dündür, bu gün bu gündür” felsefesini benimseyerek “Bakan” olmak için, parti kazan kendileri kepçe karıştırmaya başlıyorlar. Bakanlık uğruna parti içinde olmadık sorunlar yaratıyorlar, gazetelere beyanlar veriyorlar, kendilerine yakın bazı gazetecilere; Bakanlık istediklerine, Bakanlığa layık olduklarına dair, dolaylı yazılar yazdırıyorlar ve diğer Milletvekili arkadaşlarını topluca ayartmaya çalışıp, “Bakan olmazsak istifa ederiz” tehdidini savurmaya ve savurtturmaya başlıyorlar.

Sonra da, hiçbir şey olmamış gibi ve de hiçbir şey yapmamışlar gibi, partilerinden istifa eden Milletvekillerini de kınıyorlar. İstifacılara da çaldıkları dedikodusal karalamalar da işin cabası veya işportacıların tabiri ile hediyesi.

İnanılır gibi değil.

 

Toplumun artık Milletvekillerine duyduğu saygı ve güven maalesef yerlerde sürünmektedir ve “taban” yapmıştır. Geçmiş yıllarda bazı milletvekillerine yönelik çıkarılan uyuşturucu kaçakçılığına alet olduğu iddiaları,  iş yapmak veya işe almak için hediye adı altında rüşvet istedi iddiaları, hükümetten maddi menfaat sağlamak karşılığı komisyon talep ettikleri iddiaları, Bakan olmak uğruna seçildikleri parti içinde binbir sorun yaratıp, her türlü dalavereyi çevirmeleri, Milletvekillerine duyulan saygıyı iyice sıfırlamıştır.

Son istifalar nedeni ile söz konusu Milletvekillerine yakıştırılan trilyonları geçen para aldıkları iddiaları ve Bakanlık uğruna istifa ettikleri suçlamalar ise, geçmiş yılların üst üste koyduğu Milletvekillerine karşı duyulan itimatsızlığı ve güvensizliği iyice pekiştirmiş, saygıyı da yok etmiştir.

 

Artık herkes şapkasını önüne koymalıdır. Demokrasimiz bir deprem geçirmektedir.

Kişilere duyulan saygı ve güvenin azalması veya yerlerde sürünmesi çok önemli değildir. Önemli olan KKTC Meclisinin, yani “Halk iradesinin” temsil edildiği kuruma duyulan saygının yara almasıdır.

Eğer KKTC meclisi yara almaya ve zedelenmeye başlarsa, bilin ki KKTC’deki siyasi hayat kirlenmeye başlamıştır ve her yeri, rüşvet, yalan, dolan, yasal hırsızlık ve benzeri bu toplumun alışmadığı ve layık olmadığı kötülükler kaplayacaktır.

 

“Seçim Yasası”nın ve “Parlamenter sistemin” tartışılması zamanı gelmiştir.

Başkanlık sistemi”nin, toplumumuzun bu siyasi çöküntü içindeki durumuna uyup uymadığının, Milletvekillerinin görevinin sadece “Yasa yapmak” ve “Dar Bölge” seçim sistemi ile de Milletvekillerinin, bağlı oldukları Siyasi Parti yerine seçildikleri bölge insanına karşı sorumlu olmalarının  daha mı iyi yoksa daha mı kötü olacağının artık tartışılması gerekmektedir.

Hem de korkmadan. Zamanı geldi artık.

Aksi takdirde bu gidişle siyasetimiz daha da kirlenecek ve yazık olacak bizlere.

11 Eylül 2006
Vur AKP’ye mi yoksa yozlaşmış siyasetimiz mi? için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

AB’nin anladığı dili biliyormuyuz?

AB’nin anladığı dili biliyormuyuz?

Hayır bilmiyoruz. Aslında Türkiye de bilmiyor.

 

1838 Balta Limanı anlaşması ile dönemin Avrupalı güçlerine tanınan imtiyazlar ile 1995 yılında dönemin Başbakanı Çiller’in yaptığı büyük hata sonucu AB ile imzalanan Gümrük Birliği anlaşması tamamen aynı. İkisinde de yenen kazık çok büyük.

Bu Gümrük Birliği anlaşması ile Türkiye elindeki en büyük kozu da, daha başında Avrupalılara kaptırmış.

 

Avrupalı’nın anladığı bir tek dil var ve o dilin içinde de sadece bir tek kelime var;  “Güç”. İşte bu çok önemli tek kelime de sadece “Parasal Güç”ü tanımlıyor. Aynı tanım altındaki “Siyasi güç”, “Hukuk gücü”, “Askeri güç” ve Mağusa’mızın futbol takımı “Türk Gücü” ise ikinci ve sonraki sıralarda önem taşıyan güçler. Hiçbir “kıymet-i harbiyyeleri” yani değerleri yok.

Varsa da yoksa da, “Parasal Güç”.

 

Batı, geldiği aşamada Hukuksal Haklılığınız olsa dahi kendisinin “Siyasal Gücü”nü daha üstün görüyor ve politikasını da ona göre planlayıp yönlendiriyor. Bu kavramı artık resmen hem dile getiriyor hem de uyguluyor.

Böylesine bir anlayışın karşısında artık Politik ve Hukuksal bir mücadele ile değil,  başka bir yöntem ve güçle durmak gerekiyor. İşte bu güç de “Para”.

 

Yapmamız gereken, bazı ülkeleri yanımıza çekmek, çizdiğimiz hedefe yönelik çalışmalarımıza kapı açılabilmesi için söylemek istediklerimizi onlara söyletmek, olanaklar içinde çok fazla sayıda ses çıkarttırabilmek ve AB’yi can evinden vurmak.

Neresi bu AB’nin can evi?. Demin söylemiştim ya! “Para”.

AB mallarını almamak, devlet ihalelerine AB’li şirketleri sokmak ama ihale vermemek ve benzeri ekonomik ambargo uygulamalarına işlerlik kazandırmak. İşte AB’ye Türkiye’yi ciddi bir şekilde muhatap aldıracak ve yirmi dört buçukuncu AB üyesi olan Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti ile muhatap ettirmeyecek yöntem bu.

 

Gümrük Birliğinden hemen ve derhal çıkmak gerekiyor. Zaten bu Gümrük Birliğinin Türkiye’ye zararından başka hiçbir faydası yok. AB ile yapılan bu Gümrük Birliğine alternatif olarak, ABD’nin Kuzey Amerika ülkeleri ile yaptığı NAFTA anlaşması tipinde ikili, üçlü, dörtlü anlaşmalar yapmak, Türkiye’nin elini çok daha fazla güçlendirecektir.

 

Türkiye AB ile yaptığı Gümrük Birliği anlaşmasıyla, AB’nin ortak gümrük politikasını uygulama yü­kümlülüğü altına girdi ve AB’nin kendi çıkarları doğrultusunda üçüncü ülkelere karşı aldığı dış ticaret ka­rarlarını, Türkiye’nin çıkarlarıyla çelişse dahi uygulama zorunluluğunda kaldı. Mesela Mısır’la veya Pakistan gibi üçüncü ülkelerle yaptığı karşılıklı ticarette, AB Gümrük Birliği nedeni ile hep kaybeden taraf oluyor Türkiye.

Bu nedenle, öncelikle 1995 yılında AB ile yapılan Gümrük Birliği anlaşmasından Türkiye’nin son 11 yılda gördüğü onarılmaz zararlar, AB tarafından tazmin edilmelidir. Sonra da zamanı gelince girmek üzere AB’den kopmak gerekiyor.

 

Türkiye’nin bileklerinde, anahtarı AB’de olan Gümrük Birliği kelepçesi bulunduğu müddetçe içe dönük veya dışa yönelik, hiç bir politikası başarılı olamaz. Bırakın başarılı olmayı, ağza bile alınmaz.

AB’nin bir tek anladığı sözcük olan “Parasal Güç”e pranga vurduğunuz vakit veya onu gemlediğiniz vakit AB sizi dinlemeye ve dikkate almaya başlar.

Zaten Batı kültüründe “Başkalarına hak vermek” gibi bir kavram yoktur. Bükemediği bileği öpmek kavramı vardır.  Şimdilerdeki söylemleri “Haklarını bilenlerle dostça anlaşmalar yaparız”dır.

Bu nedenle, Türkiye AB Gümrük Birliğinden kopmalı, biz Kıbrıs’lı Türkler de tatlı birer hayal olan  “Mali Yardım Tüzüğü” ve “Direk Ticaret Tüzüğü” gibi AB kökenli her tür kandırmacalardan ve elma şekerlerinden vazgeçmeliyiz.

11 Eylül 2006
AB’nin anladığı dili biliyormuyuz? için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

ABD’nin Rum’a ve AB’ye Gözdağı

ABD’nin Rum’a ve AB’ye Gözdağı

Bence, Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref tarafından KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a yapılan davet pek de tesadüfi değil.

Eğer olaya benim açımdan ve benim penceremden bakarsanız, Pakistan Devlet Başkanı tarafından yapılan bu resmi davet ve 4-6 Eylül 2006 tarihlerinde KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat tarafından İslamabad’a  gerçekleştirilen bu resmi ziyaret, ABD tarafından  Güney Kıbrıs Rum Yönetimine (GKRY) ve hamisi AB’ye yapılan bir uyarı.

 

Karanlık işler çeviren Mafia türü çeteler, birilerini uyarmak istediklerinde bir tetikçi gönderirler ve bu tetikçi de söz konusu uyarı yapılacak kişiyi alnından vuracağına ayağından vurur ve mesajı sözel değil sıktığı mermiler ile verir. Burada verilmek istenen mesaj, hem söz konusu kişiye kısa bir an için ölüm korkusunu yaşatmaktır hem de “Ayağını denk al” uyarısını vermektir.

 

İşte ABD’de, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve AB’ye adam gönderip canlı mermilerle ilgili kişileri topuklarından vurdurmak yerine, Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref tarafından KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a resmi davet yaptırarak, politik kurşunlarla vurduttu.

 

Tabi sakın sözlerimden Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref’in ABD’nin tetikçisi  olduğu anlamını çıkarmayın. Bence Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref’den davet yapması ricasında bulunulmasının ana nedeni, Pakistan’ın 1974 Barış Harekatı sırasında Türkiye’ye karşılıksız silah ve malzeme yardımında bulunması ve 5 Kasım 1983’te de KKTC kurulduğunda ilk tanıma kararını açıklayan ülke olmasıdır.

Türkiye’ye ve KKTC’ye destek konusunda her zaman öncü olmuş olan Pakistan’ın böylesi bir davet yapması en mantıklı, akla en yakın gelen ve hiç itiraz edilip kınanamayacak bir hareket olacağı için bu ricada bulunuldu.

 

Şimdi sırada İKÖ üyesi devletler var. ABD’nin yaptığı bu uyarı dikkate alınmazsa, ABD uygun göreceği bir İKÖ üyesi İslam ülkesine, gerek gördüğü zaman aynı davetin yapılması ricasında bulunarak AB’ye ve yirmi dört buçukuncu üyesi GKRY’e sünnetçi korkusu vermeye devam edecek.

 

Peki burada ne için göz dağı verilmek isteniyor ve amaç ne.

 

ABD adeta yalnız başına ve sadece İngiltere’nin kısıtlı desteği ile içine düştüğü Irak tuzağında, kağıt üstünde doğru gözüken Büyük Ora Doğu (BOP) projesini planladığı gibi yürütemeyeceğini ve bu işin Türkiyesiz olamayacağını açıkça gördü.

İsrail’in Lübnan’a saldırısı sonrası Orta Doğu’da yaşananlar ise İsrail’in Orta Doğu’da yalnız kaldığını açıkça ortaya koydu.

ABD artık Türkiye’yi görmemezlikten gelemeyeceğini ve Orta Doğu’daki çıkarlarını da Türkiyesiz gerçekleştiremeyeceğini çok iyi anladı.

BM’nin Lübnan’da görevlendireceği Barış gücü içinde Türkiye’nin yer alması, tamamen İsrail’in lehine. Hem Hizbullah’ı, kendisi ile uyum içinde olan ve askeri işbirliği anlaşmaları bulunan Türkiye ile kontrol altında tutacak, hem de olası saldırıların ön tedbirlerini, müttefiki Türkiye ile daha gerçekleşemeden alabilecek. Türkiye Lübnan’da, her iki tarafa da faydalı olabilecek yegane ülke konumunda şu anda.

Türk askerinin Lübnan’da bulunması, İsrail için bulunmaz bir nimet ve fırsat, tabi babalığı ABD için de.  Bunun bir adım sonrası İrak, ama şimdi daha sırası değil.

 

 

Al-ver’lerin tek taraflı olamayacağı nedeni ile, Türkiye’den Lübnan’a asker göndermesini istemek için, Türkiye’ye ve iktidardakilere bir şeyler kazandırmak gerekmekte.

Nedir Türkiye’nin zayıf karnı ve politik konjonktür. AB müzakereleri, Kıbrıs ve Mart 2007 Cumhurbaşkanlığı ile Ekim 2007 Milletvekilliği seçimleri.

 

Türkiye’nin AB ilerlemesine ilişkin Hollandalı AP Milletvekili ve Türkiye Raportörü Kamiel Eurlings tarafından  hazırlanan ve Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi’nde kabul edilen rapor yenilir, yutulur cinsten değil.  Komisyon adeta “Ben müzakereleri koparmak için Türkiye’ye olmayacak koşullar koyayım, ben bu işten  vazgeçtim diyeceğim yerde Türkiye vazgeçsin, ben de itibarımı koruyayım” demeye getiriyor.

 

GKRY Dış İşleri bakanı Lillikas’ın da hayallere kapılıp, Türkiye-AB müzakerelerinde Limanlar açılmazsa VETO hakkımızı kullanırız tehdidi ise “Olmayacak Duaya Amin” horozlanması. GKRY kendisini açıkça nimetten sayıyor.

 

İşte Pakistan tarafından yapılan davet, her ikisine de yani AB’ye de, GKRY’ne de sıkılan birer topuk kurşunu. ABD, açıkça hem AB’ye hem de AB’nin buçuk üyesi GKRY’ye “Vazgeçin Türkiye’den olmayacak şeyler istemeye. Limanlar işini de çok ciddiye almayın. Tanıtırım KKTC’yi, siz de havanızı alırsınız” demeye getiriyor.

 

Tabi buna Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın da fikren hazır olması gerekiyor. Maalesef Cumhurbaşkanı M. A. Talat’ın saati 24 Nisan 2004’de durmuş. Talat için varsa da yoksa da “İki Kurucu Devlet ve Federasyon”. Hala daha Rumlarla beraber yaşayabileceğimiz düşüncesinde.

7 Eylül 2006
ABD’nin Rum’a ve AB’ye Gözdağı için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

Kıbrıs’ta yabancı asker istemeyen AKEL

Kıbrıs’ta yabancı asker istemeyen AKEL

AKEL aslında beni çok ilgilendiriyor. Kıbrıs’ın kaderinde hep rol oynamış bir parti bu AKEL. Kuruluşundan bu yana dolu dolu ve hareketli tamı tamına 65 yıl geçti. Bazen sola meyletti bazen de solun milliyetçiliğine soyundu.

 

Hristofyas’ın 20 Temmuz haftasındaki beyanlarına ve konuşmalarına bakıyorum da, bazen perdeler arkasında nelerin konuşulduğunu, nelere imzalar atıldığını ama bunlardan halka da hiç bahsedilmediğini çok iyi anlıyorum.

 

Hristofyas, AKEL’in, “işgal” olarak nitelendirdiği 20 Temmuz Barış Harekâtını kınamak amacıyla yayımladığı mesajında, faşist Yunan Cuntası’nın EOKA B’nin yarattığı fırsatla gerçekleştirdiği darbe nedeniyle Türkiye’nin, 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs’ı “istila ettiğini” ileri sürmüş.

Aslında Türkiye’nin 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası,  Garanti Anlaşması, Madde 3 uyarınca adadaki düzeni tekrar kurmak amacı ile adaya müdahale ettiğini çok iyi biliyor ama bir türlü dili varmıyor ve söyleyemiyor.

İki toplumlu, iki bölgeli federal bir çözümden yana olduklarını da sözlerinin sonunda yineleyen AKEL Genel Sekreteri, söz konusu federal çözümün, kendilerini “işgalden” ve “yerleşik” olarak nitelendirdikleri binlerce TC kökenli vatandaşın mevcudiyetinden kurtaracağını da iddia etmiş o gün. Söyleyenin yüzü bir kara, inananın da iki kara.

 

Bu iddiasını da geçmiş yıllarda CTP ile yaptıkları bir anlaşmaya dayandırıyor Hristofyas.

22 Temmuzda yaptığı bir başka konuşmada da, yıllar evvel CTP ile yaptıkları bu anlaşmaya değinmiş ve söz konusu anlaşmada, Kıbrıs için, iki toplumlu, iki bölgeli federal bir yapının, Türkiye’den gelen göçmenlerin tümü ile geri gitmesinin ve adanın silahsızlandırılması ile yabancı askerlerin adayı terk etmeleri maddelerinin yer aldığından bahsetmişti.

Burada tabi ben buradaki  “Yabancı asker” tanımından  “Türk askeri”nin kastedildiğine adım gibi eminim. CTP’li yetkililerin akıllarında yabancı asker derken İngiliz askeri ve üsleri düşüncesi varken, AKEL’in aklında ve kastinde “Türk askeri” olduğundan hiç şüphem yok. Zaten Rumların politik taktikleri ve cambazlıkları, Bizans’a kadar iniyor. Sağ gösterip, sol vurmak, şişhane deyip meyhaneyi kastetmek, Rumların politik anlayışlarında önemli bir yeri olan çok doğal bir işlem.

 

Fransa’ya askeri kullanım amacı ile Baf’taki Andreas Papandreu hava üssünün kullanım hakkı verilirken, tüm yabancı güçlerin adadan çıkmasını ve üslerin kapatılmasını isteyen AKEL’den bırakın karşı koymayı, ses seda bile çıkmadı.

Anlaşılan AKEL,  “yabancı askerler adadan çıksın, Kıbrıs yabancı askerlerden arındırılsın” derken sadece “Türk Askeri”ni kastediyormuş. Fransız askerleri, herhalde bir RMMO taburu olsalar gerek, onlara hiç itirazları ve lafları yok.

 

Bakın birde AKEL’in, hiç ağzına almadığı ama yıllardır geçerliliğini koruyan 1966 tarihli ENOSIS kararı var. Aslanım AKEL, Kıbrıs’ın Türklerden arındırılıp, Yunanistan’a bağlanmasını istemiş yıllar önce. Hiç üşenmemiş ve tam 40 yıl evvel birde karar almış bu konuda. Ve bu karar, iptal edilmediğine göre halen daha geçerli.

Mart 1966’da toplanan 11.ci AKEL Kurultayında alınan karar aynen aşağıdaki gibi ;

Kurultay, AKEL’in ulusal kurtuluş savaşımızdaki sürekli ve değişmez tutumunun bağlantısızlık, bağımsızlık tam egemenlik, Kıbrıs’ın toprak bütünlüğü ile, yabancı üslerin ve casusluk için kullanılan radyo istasyonlarının Kıbrıs’tan kaldırılmasını teyit eder.

Ancak bu amaçların gerçekleşmesiyledir ki, Kıbrıs Halkı geleceğini her türlü yabancı baskılardan ve müdahalelerden uzak olarak ve dünyaca kabul edilmiş olan self-determinasyon ilkesi çerçevesinde serbestçe kararlaştırmak olanağına sahip bulunacaktır. Ancak bu tutum çerçevesindedir ki Halkımızın ULUSAL REHABİLİTASYONU -KIBRIS’IN YUNANİSTANLA BİRLEŞMESİ etrafındaki haklı emelleri, herhangi bir şantajın veya zorlamanın sonucu olarak değil de halkın öz iradesinin ÖNCE BAĞLARINDAN KURTULMUŞ OLAN HALKIN zorlanmadan, özgürce ifade edilecek İRADESİNİN SONUCU OLARAK GERÇEKLEŞECEKTİR…

 

Kararda gördüğünüz gibi “yabancı üslerin” Kıbrıs’tan kaldırılması 11.ci AKEL Kurultay kararı iken ve de GKRY’ni oluşturan koalisyonun “En Büyük” ortağı AKEL’in Genel Sekreteri, yani patronu, Dimitris Hristofyas,  her işine geldiğinde bunu kürsülerden söylerken, Fransızlara adada üs verilmesine ağzını açıp itiraz bile etmedi. Daha doğrusu itiraz etmek aklına bile gelmedi.

Rumlara göre adadaki yabancılar sadece Türkler… Türklerden başka herkesin yaşam hakkı var bu adada…..

Ha sahi, Kimdi O bir zamanlar “Rumlar Kardeşlerimizdir. Onlarla kucak kucağa yaşarız” diyenler. Aniden ortadan kayboluverdiler.  Sınırlar açıldıktan sonra galiba Rumları tanıyıp gerçek yüzlerini gördüler.

4 Eylül 2006
Kıbrıs’ta yabancı asker istemeyen AKEL için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

1964-74 arasında kayıp Rum yoktur senaryosu

1964-74 arasında kayıp Rum yoktur senaryosu

Rum propaganda makinesinin nasıl çalıştığı, Rum toplumunun menfaati için nasıl acımasızca uygulamalar yaptığı, bu başlıkta çok açık ve net bir şekilde görülüyor.

İnanmayacaksınız ama, Rumlar 1964-74 yılları arasında hiçbir kayıp Rumun olmadığı iddiasındalar. Hatta hatırlarsanız evvelki sene Papadopulos biraz daha ileriye gitmişti ve 1964-74 yılları arasında hiçbir kayıp Türk olmadığından da bahsetmişti.

Otonom Kayıp Şahıslar Komitesi’ni yıllarca çalıştırmayan Rumlar, kayıplar konusunu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne de taşımışlardı sırf Türkiye’yi suçlamak ve Kıbrıs’ta olayların 1974’de başladığı hikayelerini sağlam bir kazığa bağlayabilmek için. Ama tutmadı tabi.

BM kararıyla 1981 yılında yapılan anlaşma uyarınca kurulan ve 1984 yılından beri de resmen faaliyetlerine başlayan Otonom Kayıp Şahıslar Komitesi’ndeki resmi rakamlara göre, kayıp Türklerin sayısı 211’i 1963’e ait olmak üzere 500 kişi. Bunların tümü sivil ve aralarında  hiç eli silahlı birisi yani asker veya mücahit yok. Kayıpların yüzde 26’sı kadın ve çocuklardan oluşuyor. Açıkçası sivil ve masum Türkler, suçsuz yere evlerinden, işyerlerinden ve  yollardan toplanmış, sonra da acımasızca katledilerek kuyulara atılmış. Raporlar öyle söylüyor.

 

Kayıp Rumların sayısı ise 1460 civarında. Aslında bu rakam 2 yıl öncesine kadar 1493 olarak kayıtlara geçmişti. Ancak kayıp listelerindeki bazı isimler, 1974 temmuz darbesinde Makarioscular ile EOKA’cılar arasında yer alan çatışmada öldürülmüş olmaları nedeni ile Rum tarafındaki toplu mezarlarda bulununca, Rum yönetimi resmi kayıp listesinde azaltma yapmak zorunda kalmıştı.

 

Rumların bütün inkârlarına rağmen gerçek ise biraz farklı. Bu sayının 42’si 1964-74 arasında öldürülmüş ama tümü de Türkler tarafından değil. EOKA da Rum toplumu içinde temizlik yapmış. Kayıpların yaklaşık, 600’ü, 15 temmuz ile 20 temmuz arasında yapılan darbede Rumların kendi aralarında gerçekleşen çatışmada ölmüş, 818’i de Barış harekatında hayatını kaybetmiş. (Kaynak; Rum basını ve göz şahidi subaylar ile papazların süreç içinde basında ve kitaplarda yer alan itirafları).

20 Temmuz 1974 günü Papadopulos’un, şimdi Gülseren Eğitim Taburunun bulunduğu RMMO kampında, darbeciler tarafından öldürülmek üzere hücreye hapsedildiği de belleklerimizden silinmeyen bir gerçek. 20 Temmuz Barış Harekatı olmasaydı bu gün GKRY Başkanı Tassos Nikolaos Papadopulos hayatta olmayacaktı. Belki de Türkler öldürdü yalanı ile tarihin tozlu sayfalarına “kayıp” diye geçecekti.

 

Resmi rakamlara göre kayıp Rumların yüzde 60’ı asker. Toplam rakam içinde kadın ve çocukların oranı yüzde 9. BM raporlarına göre Rum kayıpların 43’ü 1963 olaylarında kayboldu, ancak Rum yönetiminin Kıbrıs sorununun 1974’te başladığına ilişkin resmi politikası nedeniyle kendi resmi raporlarında bu bilgi yer almıyor.

 

Rum Dışişleri Bakanlığı’nın web sitesinde 1964 yılında kaybolan 274 Kıbrıslı Türk’ün ismi olmasına rağmen, aynı zaman dilimi içinde kaybolan 42 Kıbrıslı Rum’un isimleri yok. Bunun resmi kılıfı ise Rum Hükümetince çok kurnazca hazırlanmış.

Rum Hükümetine göre 1964 yılında Türkler tarafından kaçırıldığı iddia edilen ve o zamandan beridir yaşadıklarına dair herhangi bir iz bulunmayan söz konusu Rumların halen yaşamadıklarına dair resmi bir belge olmadığı için de resmen kayıp diye nitelendirilmiyorlar. İşin ucunda Kıbrıs’ta taraflar arasındaki olayların 1974’de değil 1964’de başladığı gerçeğinin ortaya çıkması var.

Söz konusu 42 kişi, Rum hükümeti tarafından görmezden gelinmiyor, ancak geçmişte bu kayıp Rumlara atıf yapılmasının, Kıbrıs’lı Türkler tarafından istismar edilebileceği korkusu var Rumlarda. Bu gerçekleşirse, KKTC hükümeti 1964 yılında kaybolan Kıbrıslı Türkler konusuna ağırlık verecek ve böylece Kıbrıslı Türklerin, yıllardır iddia ettikleri gibi Kıbrıs sorununun 1974 yılında değil, 1964 yılında başladığı ortaya çıkmış olacak ki, Kıbrıs’ta her şey ters yüz hale gelecek. İşte Rum hükümetinin kendi kayıplarını inkar etmesinin asıl nedeni bu.

Tabii bu senaryo Papadopulos’un marifeti değil. Aslında AKRITAS PLANI kökenli. Tarihe dönüp bakarsanız,  Güney Kıbrıs Rum Yönetimi eski Başkanı Glafkos Kleridis’in ve 11 bakanının, iktidarları döneminde 1964 yılında kayıp olan kişilerin yakınlarını tüm haykırışlarına rağmen kendilerini görmezden geldiklerini ve kayıpların akıbetinin belirlenmesi amacıyla kendilerine gönderilen mektuplara da karşılık vermediklerini ibretle görürsünüz.

4 Eylül 2006
1964-74 arasında kayıp Rum yoktur senaryosu için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-1 kktc-tc-bayrak- kktc-tc-bayrak kktc-tc-bayrak-2 kktc-tc-bayrak-3 kktc-tc-bayrak-4

Arşivler

Son Yorumlar