İsrail’in saldırısını Batı ödeyecek

İsrail’in saldırısını Batı ödeyecek

İsrail’in önce Lübnan toprakları içindeki Hizbullah kamplarına karşı başlattığını açıkladığı sonrada şekil ve hedef değiştirerek Sur ile Sayda kentleri arasında yer alan Litani ırmağının kuzey kıyılarına kadar uzattığı kara harekatının bedelini, uzun vadede, İsrail ile birlikte ABD ve İngiltere ödeyecek.

İsrail’in Litani ırmağının kuzey kıyılarına kadar olan bölgeyi kontrol etmesi demek, Lübnan’ın neredeyse dörtte birini kendi toprakları içine katmış olması demektir.

Tabi burada Vietnam gerçeğini hiç unutmamak gerekiyor. Bu toprakları ele geçirmek kadar kontrol altında tutmak da beceri ve güç istiyor. Güney Lübnan’da artık İsrail her yönden gelecek saldırılara açık olacak.

Nereden saldıracağı belli olmayan Hizbullah milisleri için İsrail askerleri her an alarmda ve tetikte olmak zorunda. Bu da para ve insan gücü sarfiyatı demek. Bu günden itibaren İsrail ekonomisinin zora gireceği kesin. Savaşın maliyeti günlük 125 milyon ABD doları. Bu güne kadar harcanan para neredeyse 4 milyar ABD dolarını buldu. Her ne kadar ABD gerekli silahları ve cephaneyi İsrail’e veresiye de vermiş olsa, bir gün ya İsrail bu meblağı ödeyecek ya da ABD hazinesi bir daha onarılamayacak şekilde yara alacak. ABD hazinesinin yara alması demek, Dolara olan güvenin azalması demek olacağından, zaten pamuk ipliğine bağlı olan Dolara güven, koptuğu vakit dünya piyasalarına bomba düşmüş gibi olacak.

Lübnan’daki bu savaş gelecekteki bir çok tatsız ve yer küre üzerinde yaşayan insanların büyük bir yüzdeliğini etkileyecek olumsuzluklara kapı açtı. Artık geriye dönüş yok. Bu güne kadar yanılmamış olan Nostradamus’un kehanetleri, doğru çıkan eski kehanetlerinin devamı olarak gerçekleşmeye devam ediyor. Nostradamus, 21.ci yüzyılın başında Orta Doğu’da çıkacak bir savaştan bahsediyordu, ve daha 6 yıl bitmeden gerçekleşti de kehaneti.

Olaya İsrail açısından bakarsanız İsrail’in savaş kaybetmek gibi bir şansı yok. Savaşı kaybettiği gün haritadan silinmesi kaçınılmaz. Onun için canının dişine takarak her savaşı kazanmaya çalışıyor. Araplar ise, yenilgi almamız bir sorun değil, yenile yenile yenmeyi öğreneceğiz ve nasıl olsa bir gün İsrail’i yeneceğiz düşüncesinde. Bu nedenle de her savaştan bir ders alıyorlar.

Zaten artık bu savaşın şeklinin ve şemalinin iyice değişeceği, mücadelenin Avrupa ve ABD kentlerine sıçrayacağı gün gibi aşikâr oldu. Araplar artık Atatürk’ün ünlü “Hattı müdafaa yok, sathı müdafaa var” emrine uygun bir taktik uygulayacaklar ve çatışmayı kent terörü haline dönüştürecekler. Hedefleri AB ve ABD kentleri olacak. Bu ülkelerin milli sembolleri artık tehlikede.

Son istihbarat raporları ve haberler,  ABD tarihinde görülen en vahim terör yıkımı olan ve 3 bin insanın öldüğü New York ve Pentagon’a yönelik 11 Eylül 2001 terör saldırısına benzer bir şekilde, İngiltere’den ABD’ye uçacak 10 yolcu uçağına yönelik plan hazırlandığının ortaya çıkarıldığını gösteriyor.

Bu saldırılar hiçbir zaman durmayacak ve bitmeyecek. AB ve ABD’de bulunan önemli şehirlerdeki soğuk savaş dönemi artığı olan uyku halindeki ajanlar, tekrar uyandırılıp devreye sokulacak ve akla gelmeyecek yöntemlerle masum insanlara karşı, intikam amaçlı terör saldırıları başlayacak. Artık elektrik santralleri, metrolar, su havzaları, benzin depoları, gıda fabrikaları ve benzeri yerler ile toplum simgesi haline gelmiş olan yapılar ile siyasiler ve önemli kültürel, sosyal simalar tehdit altında olacak.

Bu kaostan kaçınmak neredeyse artık olanaksız. Bir kere ok yaydan çıktı.

İşin ilginç yanı bu kaostan en karlı çıkacak ülkelerin başında Türkiye gelecek. Türkiye bu konuda en önemli rolü oynayacak ve Hıristiyan dünyası ile İslam alemi arasında bir arabulucu, bir köprü görevini yapacak.

21.ci yüzyılın başındaki bu gerginlik, aynen 11.ci yüzyılda başlamış olan Haçlı seferlerini andırmaktadır. Kasım 1095 tarihinde Papa II.ci Urban’ın Fransa’da bulunan Clermont şehrinde yapılan Konsey toplantısında Kudüs’ü ele geçirmiş Türklere karşı “Avrupa Birliği” çağrısını yapmış ve bu çağrıdan sonra da Haçlı ordusu toplanmış ve 1.ci Haçlı Seferi başlamıştı. Hedef  Kutsal Toprakları kurtarmaktı yani Filistinden Müslümanları atmaktı.

Lord Allenby’nin 1.ci Dünya Savaşı’nda Kudüs’ün işgali sırasında, “Ancak şimdi Haçlı Seferleri sona ermiştir” sözü yüzyıllardır kaynayan “Kutsal Topraklar” kazanını hiç söndürmemiş ve bu Haçlı seferleri belliki 21.ci yüzyılda da şekil değiştirmiş bir şekilde hala daha devam ediyor.

Bin yıldır fokurdayan Filistin kazanı ne olursa olsun kaynamaya devam edecek. Ne ABD’nin ne de İsrail’in bu kazanı söndürmeye gücü yetmeyecek.

12 Ağustos 2006
İsrail’in saldırısını Batı ödeyecek için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

Yer isimlerini değiştirmek bu kadar kolaymı?

Yer isimlerini değiştirmek bu kadar kolaymı?

3-7 Nisan 2006’da yapılan “3. Kültür-Sanat Kurultayı”nda Halk Bilimi Alt Kurulu’nun Folklor Bölümünde son gün olan 7 Nisan günkü toplantıda üç tane de öneri yapıldı.  Bunlardan bir tanesi çok ilginçti ve başlığı da “1958’den itibaren Türkçeleştirilen köy, sokak ve yer isimlerinin eski haline döndürülmesi idi. Fırsattan istifade yapay çoğunlukla bir de oylama yapıldı ve 48 lehte, 30 aleyhte oyla “1958’den itibaren Türkçeleştirilen köy, sokak ve yer isimlerinin eski haline döndürülmesi” yönünde tavsiye kararı alındı.

 

Öneriyi sunan Kurul Başkan Yardımcısı’da Ben Kıbrıslıyım, Orta Asya’dan gelmedim. Benim Anadolu ile bir alakam ve bağım yoktur. Benim kültürümle oynamayın. Türkçe köy, sokak ve yer isimleri kaldırılmalı, eski isimler kullanılmalıdır. Türkçe isimlerin değiştirilmesi tapu kayıtlarında ve haritalarda yaşanan sıkıntıları da çözecektir” şeklinde konuşma bir konuşma yaptı. Sanki bizler onun fikrini kabul etmeye mecburmuşuz gibi .

Alt Kurul toplantısı ile ilgili iddialar da var toplumumuzun içinde. O dönemde yerel gazetelerin bir tanesinde konu ile bir katılımcı tarafından yazılan bir yazı ve yorum da çıkmıştı. İddiaya göre öneriyi yapan kişinin “Ben Türk değilim, Kıbrıs’lıyım” dediği ve önerinin öyle çok masum olmadığı ve daha evvelden tüm gerekli hazırlıkların yapıldığı, oylama ile ilgili kulis faaliyetlerinin tamamlandığı sonra da öneri olarak alt kurula getirilerek kabul ettirildiği belirtiliyor. İddialara göre o günkü katılımcı sayısı her günkünden daha fazla imiş.

Bu kişi kendini ne hissederse hissetsin bu beni çok ilgilendirmez, önemli olan bizlerin kendimizi ne hissettiğimizdir. Ben kendimi Anadolu ile olan bağı hiç kopmamış bir Türk hissediyorum.

Bu toplumun çoğunluğunun yer isimleri konusunda ne düşündüğü hiç sorulmayacakmı?. Yer isimleri, kendini, halen var olmayan ve bu güne kadar hiç var olmamış, tarih kitaplarında yer bile verilmemiş “Kıbrıslı” zanneden bir kişinin yapay olarak topladığı çoğunluğun kararı uyarınca mı değişecek.

Sanırım bu konuda “Referandum” yapılması gereklidir ve halkımıza yer isimlerinin değiştirilip değiştirilemeyeceği sorulmalıdır.

Ben asla kaldığım yerin isminin “Ay. Luka” veya “Ayios Lucas” olmasını istemiyorum. Bu öneriyi yapan kişi, Ayios Lucas’ın yani Aziz Luka’nın kim olduğunu biliyormu acaba? Yoksa Metehan’a, Ayios Demetios demek daha mı uygun geliyor bu arkadaşlarımıza. Ayios Demetios’un yani Aziz Demetios’un ismini bizler niye yaşatmaya bu kadar meraklıyız.  Ortodoks dininin yarattığı ve benim dinimde, kültürümde, tarihimde, geçmişimde, yaşantımda yer almamış, yeri bile olmayan bu kişinin adını niye kullanmak zorunda olduğumu, niye bu fikrin bizlere 48 kişinin fikri diye empoze edilmeye çalışıldığını bir türlü anlayamıyorum.

 

Yer isimleri asla Rumcalaşmayacak. Yılardır çektiğimiz sıkıntıları, verdiğimiz şehitleri, yaşadığımız göçleri, maruz bırakıldığımız insanlık dışı davranışları, ve hala daha yaşamakta olduğumuz dünyadan dışlanmayı ve ambargoları unutmayı ve Rumları isimleri kullanmayı hiç kimse bize empoze demez.

İsteyen, Rumca isimlerin kullanıldığı Güneye gider ve orada “Kıbrıslıyım” diye yaşar ve hanyayı konyayı öğrenir. Kıbrıslılık diye bir kavramın olmadığını da, Türklere ortak bir devlette 5.ci sınıf bir vatandaşlık verileceğini de, kısa yoldan hemencecik öğrenir.

Yağma yok.

Hiç kimse yer isimlerini Rumcalaştıramayacak. Halkımız buna müsaade etmeyecektir. Tarih ise çağlar boyu lanetleyecektir.

9 Ağustos 2006
Yer isimlerini değiştirmek bu kadar kolaymı? için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

ANNAN Planı nasıl yutturuldu

ANNAN Planı nasıl yutturuldu

Kıbrıs Türk toplumuna yönelik, uzun vadeye yayılmış, dahiyane bir toplumsal beyin yıkama yöntemi ile Annan Planı toplumumuza, bilimsel yöntemler kullanılarak açıkça yutturuldu.

İnsan oğlunun zayıf tarafları dikkate alınarak, algılama teknikleri en iyi şekilde kullanılıp, medyaya yardımı ile yapay beyin yanılgıları yaratılarak Annan Planı açıkça Kıbrıs’lı Türklere gayet güzel bir şekilde pazarlandı. Papadopulos olmasaydı daha doğrusu Papadopulos da bu oyuna gelseydi, şimdiye çoktan vatanımız elden gitmiş, bizde 5.ci sınıf “Birleşik Kıbrıs Devleti” vatandaşı olmuştuk.

Sıralamayı hatırlatmama gerek yok sanırım. Hıristiyan olup olmamak ayırımı gizli kapılar ardında her zaman geçerli olduğundan, bu toplumumuza yutturulmaya çalışılmış yeni devletteki sınıflama Rum, Maronit, Ermeni, Latin ve Türk şeklinde olacağından, bizler de ancak 5.ci sınıf vatandaş olabilecektik. Aynen Yunanistan Trakyasında yaşayan ve AB vatandaşı oldukları halde kendilerine Türk denilmesi yasaklanmış soydaşlarımız gibi.

İstanbul’dan hiç görmediğim ve tanımadığım, adının da sadece “Duygu” olduğunu yazdığı bir okuyucum aktardı bana aylar önce “Manufacturing Public Perception konusunu.

Ve balıklama daldım bu konunun üzerine. Araştırmadığım web sitesi, okumadığım yazı ve kitap kalmadı bu konuda. Kavram yeni olmasına rağmen ders kitaplarına bile saldırdım.

Manufacturing Public Perception”nın kelime bazında Türkçesi “Toplum Algılaması Üretmek”dir. Çeviriyi biraz daha geniş tutup, kelime bazından manasal çeviri zeminine dönüştürürseniz “Kamuoyunun Algılama Silsilesini Üretmek” veya “Halkı bir fikre inandırmayı planlamak” şeklinde daha doğru bir tanımlama ve çeviri yapmış olursunuz. İşin özü ise açıkça “Medyadaki haberlerin istediğiniz biçimde çıkmasını sağlamak için çok uzun ve sabırlı çalışmalar zinciri kurmak”dır.

Bu konudaki saptamalarımı yerine oturtmak için önce 68 sene evvelsine geri gitmemiz gerekmektedir, yani 2.ci dünya savaşı evvelsi yıllara.

Propaganda, 2.Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Almanya’da Naziler tarafından çok korkunç bir silah olarak kullanılmıştır. Kendisi müthiş bir konuşmacı ve usta bir propagandacı olan Hitler, hükümetinde bir de Propaganda Bakanlığı kurmuş, başına da çok zeki ve yetenekli Dr.Joseph Goebbels’i getirmişti. Tarihçiler, Almanya’da Faşizmin yayılıp güçlenmesinde Hitler’den sonra en büyük rolü oynamış kişi olarak Goebbels’i göstermektedirler.

Tüm iletişim araçlarını, sinemalar, tiyatrolar ve sanat sergileri de dâhil tekeline geçiren Goebbels, propagandasını şu temel ilke üzerine kurmuştu: “Eğer bir yalan, uzun bir süre yeterince tekrarlanırsa, sonunda o yalan bir gerçekmiş gibi algılanır”.

Propagandanın, sürekli olarak yalan söyleme sanatı olduğunu çok iyi bilen Goebbels, yalan uydururken de şeytanca bir yol izlemiştir: Tamamı yalana dayalı bir propaganda asla yapmamıştır! Hep, söylediği büyük yalanların arasına bazı küçük doğruları da serpiştirmiştir! Böylece, dinleyicilerini ve izleyicilerini çok daha kolay kandırıp aldatmıştır!

Avrupa Birliği (AB) projesinin mimarları da, yaptıkları propaganda da, Goebbels’i kendilerine örnek almışlardır. Günümüz AB propagandacıları da tıpkı Goebbels gibi, büyük yalanların arasına birkaç doğru sıkıştırarak kitleleri aldatmayı, kandırmayı hedeflemişler ve uygulamaya koymuşlardır.

 

Bakın sistem nasıl çalışıyor.

Önce, hedef saptanıyor. Sonra Halkla İlişkiler firmaları ve onlara bağlı reklam ajansları ince çalışmalarla bu fikri şekillendiriyorlar. Propaganda adımları tespit ediliyor. İkinci aşamada, toplumun tanınan kişilerinin ve bilim adamlarının maaşa veya bir tür menfaate bağlanması yer alıyor. Bazı Vakıf Kuruluşlarında veya Sivil Toplum Örgütlerinde yüksek ücretle maaşa bağlanmış kişilere istenilen sonuca yönelik bilimsel açıklamalar ve konuşmalar yaptırılıyor. İyi niyetle kurulmuş Vakıflara veya Sivil Toplum Örgütlerine girmek veya ele geçirmek, o masum insancıkları “eğitmek”, bir takım çalışmalar için karşılıksız hibeler vermek ve yurt dışı geziler maskesi altında saptanmış hedef doğrultusunda eğitmek, uygulamanın olmazsa olmazları arasında yer alıyor.

Son aşamada da, Medyaya görsel minik haberler hazırlayıp vermek, hedefin yaratacağı olumlu gelişimleri sürekli ısrarla tekrarlamak, aksinin kabul edilemez olduğunu binlerce kere vurgulayıp, aksi gelişmelerin ülkeyi felakete sürükleyeceğini ısrarla ve inandırıcı bir şekilde kitlelerin bilinç altına yerleştirmek geliyor. Ve tabi, ulaşılması istenen hedef doğrultusunda yeni Sivil toplum örgütleri ile Siyasi partiler kurmak ve medyada taraftar satın almak da en son vurucu adım oluyor.

Bunun sonucunda da, topluma kabul ettirilmek istenen fikri, iyice inceletilmeden aceleye getirtilerek toplumlara onaylatmak çocuk oyuncağı oluyor.

 

İşte “Manufacturing Public Perception” veya benim çeviri anlayışımla “Halkı bir fikre inandırmayı planlamak” yönteminin esası bu. Şimdi gözünüzü kapayın ve Mart 2003 den sonra KKTC’de olanları, yapılanları, mitingleri, KTTO seçimlerini, kurulan siyasi partileri, Annan Planını kayıtsız şartsız destekleyen görsel ve yazılı medya kuruluşlarını, onların yayınlarını iyice hatırlayın ve gözünüzün önüne getirin.

Ne tezgah kurulmuş ve insanımız nasıl gaza getirilmiş ama. İnanılır gibi değil.

 

Neydi bu tezgahın saptadığı hedef? Kıbrıs’ta azınlık statüsünde olan Kıbrıs’lı Türklere Annan Planını benimsetmek ve onları adada çoğunluk olan Rum idaresi altına sokmak, Türkiye’yi adadan uzaklaştırmak ve ada ile bağını ilelebet koparmak.

Bu hedef hiçbir zaman gerçekleşmeyecek, Kıbrıs’lı Türkleri hiç kimse hiçbir zaman teslim alamayacak ve 5.ci sınıf vatandaş yapamayacak. Hele son İsrail-Lübnan olayından sonra, böyle bir girişim asla başarılı olamayacak ve dünyada sınırlar değişirken, Kıbrıs’ta da sınırlar yeniden çizilecek. Tarih bunu böyle gösteriyor ve beni haklı çıkaracak.

7 Ağustos 2006
ANNAN Planı nasıl yutturuldu için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

İsrail-BM ve KKTC

İsrail-BM ve KKTC

Ne alakası var diye düşüneceğinizi biliyorum, ama çok ilginç ve ilginç olduğu kadar da üzücü bir bağ var İsrail, BM ve KKTC arasında.

 

Benim hiç hoşuma gitmeyen ve Birleşmiş Milletlere karşı olan saygınlığıma ve güvenilirliğime gölge düşüren bir bağ, bir ilişki var.

 

KKTC ne vakit ilan edilmişti bir hatırlayın lütfen. Hatırlayamadınız ise ben size yardımcı olayım.

Dönemin CTP Genel Başkanı (rahmetlik) Özker Özgür’ün ve TKP Genel Başkanı İsmail Bozkurt’un bir gece evvel Cumhurbaşkanlığında verilen yemekte, ertesi gün açıklanacağı ilan edilen Cumhuriyeti durdurmak için gece yarısı T.C. Lefkoşa Büyükelçisi’ne gidip şikayette bulunmalarına ve Cumhuriyetin ilanını durdurmasını talep etmelerine rağmen, Türkiye’den hiçbir siyasi müdahale veya olumsuz telkin gelmemesi nedeni ile ertesi gün olan 15 Kasım 1983, Salı günü sabah KTFD Meclisi toplanmış ve oy birliği ile Cumhuriyetin kurulması kararını almıştı. Saat yaklaşık 11:00 civarlarında da Meclisin aldığı Cumhuriyetin ilanı kararı, o günkü adı ile Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisinin giriş kapısı önünde toplanmış halkımıza büyük bir coşku ile resmi olarak açıklanmış ve ilan edilmişti.

 

Cumhuriyetin ilanı üzerine, açıkçası bizim canımıza okuyan ve her türlü ambargonun kapısını açan, Birleşmiş Milletlerin ünlü “18 Kasım 1983 Tarih ve 541 Sayılı Güvenlik Konseyi Kararı”nın alınmasına kadar aradan geçen zamanı, size net olarak gün be gün yazıyorum.

15 Kasım 1983, Salı, sabah saat 11.00;  KKTC’nin ilanı, 16 Kasım 1983 Çarşamba, Kıbrıs (Rum) Yönetiminin Güvenlik Konseyini toplantıya çağırması 17 Kasım 1983 Perşembe, Güvenlik Konseyi Sekretaryasının üyelerini toplantıya çağırması ve 18 Kasım 1983 Cuma, sabah saat 09:00; Birlemiş Milletler Güvenlik Konseyinin, hiç vakit kaybetmeden yaptığı ivedi toplantı. 18 Kasım 1983 Cuma, sabah saat 10:20. “18 Kasım 1983 Tarih ve 541 Sayılı Güvenlik Konseyi Kararı”nın onayı ve resmi açıklanması.

BM Güvenlik Konseyi’nin toplanması ve karar alması topu topu 71 saat 20 dakika sürüyor ve Güvenlik Konseyi, Kıbrıs’lı Türkler için politik olarak ölümcül sayılan kararını alıyor.

 

Gelelim İsrail’in Lübnan’a saldırısına.

Saldırının başlangıç tarihi 11 Temmuz 2006 Salı, sabah saat 05:15. Bu gün 31 Temmuz 2006, Pazartesi. Aradan tamı tamına 20 gün geçmiş ve İsrail’in Lübnan’a saldırısının 20.ci gününde Lübnan’da evlerini terk etmek zorunda kalan kişilerin sayısı 750,000 ve ölenlerin sayısı ise 475.  BM’den ise Güvenlik Konseyinin önümüzdeki haftanın sonlarına doğru toplanacağına dair cılız bir açıklama var. Yani saldırının 27.ci gününde veya daha sonrasında lütfen bir toplantı yapacaklar.

Eğer bu saldırı, Kıbrıs’lı Türkler tarafından Kıbrıs’lı Rumlara veya Türkiye tarafından, her tür askeri ve idari merkezleri ile kampları Irak topraklarından olan PKK’ya karşı yapılmış olsaydı, inanın bana 3 takvim günü içinde BM Güvenlik Konseyi toplanır ve derhal ateş kes çağrısı yapıp saldırıların durdurulmasını isterdi.

Bırakın harekatın 18.ci gününde uçaklar ve gemiler dolusu cephaneyi Türkiye’ye veya bize göndermeyi, hemen ve derhal saldırının durması için müdahale edip, üstüne hediyesi olarak bir de ambargo koyarlardı.

 

İşte Müslüman olmanın ve olmamanın, küçücük ve minnacık farkı. Şimdi siz bana söyleyin ben nasıl geleceğim için BM’ye veya AB’ye güveneyim.

Varsa da yoksa da Anavatan, Türkiye. Kıbrıs’lı bir Türk olarak artık bir başkasına, anavatanımdan başka hiçbir kimseye güvenemeyeceğimi çok iyi öğrendim. Aslında bunu zorla öğrettiler. Zaten tarih bunu hep yazdı ama galiba biz görmezlikten geldik ve tarihten hiç ders almadık.

31 Temmuz 2006
İsrail-BM ve KKTC için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

AB’nin Mali Yardım Hikayesi

AB’nin Mali Yardım Hikayesi

AB’nin Mali Yardım Tüzüğü, yazarları AB’nin 24.5 üyesi devletin olduğu, “Dünya Hikayeler Klasiği”ne girmeye aday,  tam bir “Uyduruk Hikaye” klasiği oldu. 264,172 kişilik bir toplumu uyutmaya ve keriz yerine koymaya yönelik ilginç, ilginç olduğu kadar da dahiyane bir hikaye.

 

Bakın 18 Mart 2006 ve 20 Mart 2006 tarihli KÖŞE YAZI’larımda neler yazmışım bu eşi benzeri görülmemiş Mali Yardım Hikayesi üzerine.

 

Tarih : 18 Mart 2006, Başlık : Yüz karası bir Tüzük (Cumhuriyet K. Kıbrıs)

“Mali Yardım Tüzüğü” biz Kıbrıslı Türkler için tam bir tuzak. Aslında yüz karası bir tüzük. Adanın kuzeyinde egemen olan KKTC devletinin bu egemenliğini delmek için ustaca hazırlanmış bir tuzak.

Üstelik dün (Cuma) yerel bir radyo yayınında konuşan bir yetkili vardı. Kendisinin adı o ana kadar söylenmemiş olmasına rağmen, ses tonundan ben o kişiyi KKTC’nin, lütfen Avrupa Parlamentosu toplantılarına misafir olarak katılmasına izin verilmiş olan bir Milletvekilimiz olduğunu tahmin ettim. Tabi eğer o kişi iseydi. Bana göre milletvekili idi ama AB’ye göre adı sadece ve sadece “Kıbrıs Türk Cemaati Temsilcisi” idi.

Keşke dinlememiş olsaydım …..

 

Tarih : 20 Mart 2006, Başlık : Mali Yardım Yalanının Mumu Söndü (Cumhuriyet K. Kıbrıs)

Mali yardım Tüzüğü konusunda atan atana. AP’ye gönderdiğimiz temsilcilerimiz bile işin detayının farkında değil.

Radyolara çıkıp, AB’nin Mali Yardım Tüzüğünün onaylanmasından sonra Lefkoşa’nın Türk kesiminde, Rum tarafındaki AB ofisinden bağımsız ve GKRY kontrolü olmaksızın icraat yapacak AB ofisinin açılacağından bahsediyorlar.

Neyse ki yalancının mumu yatsıya kadar yanar diye bir atasözümüz var, kimin okuduğunu anladığı kimin de okumasına rağmen anlamadığı ve attığı, yakında ortaya çıkacak …..

 

Zaman ve gelişmeler, kötü günlerde Kıbrıs’ta yaşamış olan, Rumları saçındaki telinden, ayağındaki tırnağına kadar iyi tanıyan bizleri haklı çıkardı.

Her iki köşe yazısında bahsettiklerim ve öngördüklerim bu gün aynen gerçek oldu. Mali Yardım Tüzüğü tam bir hikâye. Biliyorsunuz hikâyeler hayal ürünüdür ve gerçekleri değil, içindeki hayali kahramanlarla olması arzu edilenleri anlatır.

 

AB Komisyonu Genişleme Genel Müdürlüğü’nün Doğrudan Ticaret ve Mali Yardım Tüzüklerinden sorumlu Görev Ekibi (Task Force) bölümünün başkanı (AB Komisyonu Kıbrıs Türk Çalışma Masası Başkanı) Andrew Rasbash’ın bu konuda yaptığı bir söyleşisi ve açıklaması var.

Öncelikle Mali yardım Tüzüğünde KKTC topraklarının veya Kuzey Kıbrıs’ın tanımının “Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümetinin etkili bir denetime sahip olmadığı Kıbrıs Cumhuriyeti bölgeleri” şeklinde yapıldığını hatırlatmak ve bu yazımda da Kıbrıs’ın Kuzey bölgelerini kapsayan yöreyi, varlığına inandığım KKTC olarak belirttiğimi vurgulamak isterim.

 

Rasbash sözlerinde, 259 milyon Avroluk Mali Yardım Tüzüğünün uygulanması için Kıbrıs’ı üs edinecek yaklaşık 20 kişilik bir ekibin olacağını ve bu ekibin, teknik ve diğer hizmetleri sağlamakla yükümlü olan Alman GTZ şirketi adına, KKTC bölgelerinde kiralanacak bir büroda, yani bizim tanımıza göre KKTC’de, zaman zaman ve günün belirli saatlerinde görev yapacaklarını söyledi.

Bize söylenen hikayede ise, bu büroda çalışacakların tümünün Kıbrıs’lı Türk olacağı ve büronun da AB adına kiralanıp, AB temsilciliği görevi yapacağı idi ama neyse. Biz gene de daha işin başındaki bu oyun bozanlığa aldırmayıp devam edelim…

 

Rasbash, KKTC’deki büronun yanı sıra Güney Kıbrıs’taki AB Temsilciliği binasında da bazı teknik birimlerin bulunacağını ve zamanlarının bir kısmını KKTC’deki büroda geçireceklerini, ancak “yasal” işlemler ve AB Komisyonu ile temasa geçmeleri için de Güney’deki AB ofisini kullanacaklarını net ve açık bir dille söyledi.

İlgili siyasi mevkilerde bulunan kişilerce bize ve halkımıza televizyonlarda ve basında anlatılan hikayede, bu durum, KKTC’deki büronun direkt olarak AB ile ilişkide olacağı ve Güney Kıbrıs ile hiçbir bağı olmayacağı şeklindeydi.  Ne hayal ama!.

 

Rasbash, Mali Yardım Tüzüğü çerçevesinde verilecek yardım ile KKTC’de yapılacak yatırımlarda 1974 sonrası terk edilen Kıbrıs’lı Rumlara ait taşınmazların kullanılması gereğinin doğması durumunda, Rum mal sahibinin rızasının isteneceğini ve bunun gerçekleşmemesi halinde ise söz konusu alt yapı yatırımın yapılmayacağını veya bir başka yerde yapılacağını dile getirdi.

Bence bu koşul, bu yardımın gerçekleşmemesi için büyük bir engel ve egemenliğimize çomak sokmanın AB’cesi. Tam bir “Gerçekleşemeyecek Hikaye”.

Aslında burada kullanılan terim “Rumlara ait taşınmaz mal” değil, “mal edinme hakkı ve mülkiyet hakkı dahil” (Giriş bölümü- madde 9) şeklinde olup, sizin anlayış ve yorumunuza göre, gömlekten pantolona, arabadan yedek parçaya, ağaçtan binaya, araziden elektrik direğine kadar aklınıza gelen, mülkiyeti Rumlara ait her tür taşınır ve taşınmaz malı kapsamaktadır.

 

Zaten bu güzel ve çağdaş hikâye de işte tam da burada doruk noktasına ulaşıyor. İnsanoğlu hayal ettikçe var olurmuş diye bir söz duymuştum. İşte bu söz ve bu Tüzük tam da, içinde GKRY’nin olduğu bir AB’nin, Kıbrıs’lı Türklere faydası olacağı hikâyesine inananlara göre.

 

Bir de son olarak, daha üzerine dokunulmamış ve şimdilik kimsenin de doğru yanıtını veremediği çok küçücük bir detaycık var. Mali Yardım Tüzüğü ile Kıbrıs’lı Türklere verilecek parayla KKTC’de yapılacak yatırımlarda kullanılacak malzemelerin hangi limandan adaya gireceği ve gümrüğünün kime ödeneceği konusu.

Hadi bu mallar AB’den geleceği için belki gümrükleri olmayacak ama Kıbrıs adasına giriş limanı illaki Larnaka veya Limasol olacak. Aksine daha şimdiden Rumlar “OXİ” demeye hazırlanıyorlar, yani “Mali Yardım Tüzüğüne HAYIR”a. AB içinde geri kalan 24 üyenin hangisi Rumlara, “Otur yerine!. Bu mallar Mağusa limanında girecek” diyecek, çok merak ediyorum ama galiba aralarında öyle birisi de yok.

Ne hikaye ama!  Tam bir uyduruk Hikaye Klasiği veya olmayacak duaya Amin! Tüzüğü, pardon Klasiği..

30 Temmuz 2006
AB’nin Mali Yardım Hikayesi için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-1 kktc-tc-bayrak- kktc-tc-bayrak kktc-tc-bayrak-2 kktc-tc-bayrak-3 kktc-tc-bayrak-4

Arşivler

Son Yorumlar