Metehan kapısında olanlar bizi gene geçmiş yıllara götürdü. 1963’den 74’de kadar da aynı davranışlar Rum yetkililer tarafından Türklere uygulanıyordu. Saatlerce yollarda bekletmeler, sıcak altında ezgi, aşağılama, küfretme, edep yerlerine kadar yoklama. Biz Kıbrıs’lı Türkler bunları hep yaşadık. Gururumuz çok incindi ve yıllarca çok aşağılandık.
O dönemlerde maalesef sesimizi pek duyuramadık Avrupa ülkelerine, ABD’ye, İngiltere’ye ve BM’ye. Bütün yapabildiğimiz sesimizi, gücümüz kadar çıkarmak ve Sarayönü’nde mitingler yapmaktı. Elimizden geldiği kadar bağırıp çağırıp sonra da evlerimize dönerdik. Ve beklerdik belki bir şeyler olur, Rumlara birileri dur der diye ama hiçbir şey de olmazdı. Aynı tas aynı hamam aynı davranışlar ve horlamalar devam ederdi.
Buna karşın Rumlar BM’ye gider, kürsüye çıkar ve “Türkler İsyan etti bizde müdahale ettik” derlerdi ve biz haklı durumdan haksız duruma düşerdik. Dünya onlara inanırdı ve bizim masum insanlarımız da yollardan Rumlar tarafından toplanıp öldürülürdü. Biz gene haksız olurduk.
Bu son olaydan sonra KKTC Dışişleri Bakanlığı’nın BM ve AB nezdinde karşı girişimlerde bulunması çok önemli bir gelişme. Aslında geçmiş hükümetlerimiz bunu hep yaptı ama yapılanlar maalesef hep kağıt üzerinde kaldı. Ekonomik olanaksızlıklar şikayetlerimizin daha ileri götürülmesine el vermedi.
Ama artık LOBİ’ciliğin zamanı geldi. Meydanı Rumlara boş bırakmamamız gerekmektedir.
Rumlar her olayı takip etmekteler ve her fırsatta yalan söylemek dahi gerekse yalanlar söyleyerek kendilerini haklı duruma sokmayı başarmaktadırlar.
Artık yeni bir organizasyona gereksinim vardır. AB içinde faaliyet gösterecek bir “LOBİ” ekibi kurmak zamanı gelmiştir. Brüksel’deki temsilciğimiz Dış İşleri ile ilgili temas ve faaliyetlerini yürütürken, bu ekipte LOBİ faaliyetlerini yürütmeli, teke tek iletişime girmelidir.
Böyle bir ekibimiz olsaydı, hemen anında AP’nin 726 parlamenterine mektup yazıp posta kutularına koyabilirdi. Tüm Komisyonları dolaşıp şikayetlerimizi dile getirebilirdi. COREPER üyeleri ve Parlamentoda görev yapan herkes ile tek tek konuşarak Metehan Kapısındaki Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin AB vatandaşı sayılan Kıbrıs’lı Türklere ve diğer AB vatandaşlarına yaptıkları aşağılayıcı davranışı anlatıp protesto edebilirdi.
Böylesi bir çalışma için, 2 tane genç kamu görevlisi veya ihale ile verilecek LOBİ faaliyetlerini yapabilecek bir yerli kuruluşun iki tane fişek gibi elemanı yeterli olabilir.
Bunlara ilaveten birkaç dilde “Haftalık Basın bildiri”leri yayınlamak ve AB’nin tüm parlamenterlerine elden dağıtmak gerekmektedir.
Şikayet ve isteklerimizi AB içinde doğru yerlere bıkmadan usanmadan iletirsek, bu çabalara olumlu yanıtlar alıp kazanımlar elde edeceğimizden eminim.
AB’de sesimizi duyurmak, Kıbrıs konusunda haklı isteklerimizi ilgili her yere, kuruluşa, parlamentoya, bürokratlara ve etkin politikacılara iletmek istiyorsak, geç olmadan LOBİ faaliyetlerine başlamalıyız.
Mali Yardım Tüzüğü ve Direk Ticaret Tüzüğü arkasından oynanan oyunlar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.
Keramet bunu görebilmekte.
AB’nin Nisan 2004 tarihli ve “Kıbrıs’ın kuzeyinde mahsur kalan Kıbrıs’lılara” yapacağı 259 Milyon Avroluk Mali Yardım ile ilgili Tüzüğünün havası ve şekli son günlerde değişmeye başladı. Aslında gerçek şeklini almaya başladı desem daha da doğru olacak.
Mali Yardım Tüzüğünün 12 maddesi ve tüm içeriği aynen kalırken, açıkçası 1974 öncesi Rumlara ait taşınmaz mallara ve mülklere sessiz sedasız “Moratoryum” getirilmesi bize çaktırmadan kabul ettirilmeye çalışılırken, önümüze havuç olarak AB’nin Kuzey Kıbrıs ofisinin Lefkoşa’nın Türk kesiminde açılacağı konmakta ve Mali yardımı yürütecek Komisyonun da Kıbrıs’lı Türklerle direkt temasta olacağı söylenmekte.
Zaten Avusturya işin kılıfını hazırlamış ve Kıbrıs’lı Rumların da olurunu almış vaziyette. Rum yönetimi şimdi üzerindeki baskılardan dolayı AB Dönem Başkanı Avusturya ile Maraş’ın iadesini, Mağusa Limanı’nın açılmasını ve Brüksel’in gözetiminde müştereken işletilmesini onaylamaya hazır hale geldi. Zaten başka da seçeneği yok. Bunu kabul etmezse, gündemdeki baş yerini koruyan KKTC’nin ABD ve İngiltere tarafından tanınması konusu hemen fiiliyata dönüşecek.
Kıbrıs Rum Yönetimi Lüksemburg’un dönem başkanlığı zamanında dahil edilen şartları da içermesi koşuluyla doğrudan ticaret tüzüğüne rıza göstereceğini perde arkasından Avusturya’ya iletti. AB Dönem Başkanı Avusturya’da Rumların bu olurundan sonra KKTC’yle Doğrudan Ticaret Tüzüğü’nü onay için Avrupa Konseyi’nin önüne götürmeye hazırlanıyor.
Tabi her zamanki gibi bize bu konuda bir şey soran yok. İsteğimiz var mı?, yok mu?, karşı teklifimiz olacak mı? olmayacak mı?, diye soran birileri de yok. Nasıl olsa biz çantada keklikiz.
Ama benim karşı bir teklifim var.
İsteğim, Mağusa limanının Rumlarla ortaklaşa işletim ile dünyaya açılışı “büyüklerimiz” tarafından kabul edilecekse ve biz buna zorlanacaksak buna ilaveten Mağusa limanının KKTC bayraklı gemilerin tescil limanı olacağının ve Mağusa Limanının IMO’ya uluslar arası geçerliliği olan Kıbrıs Türk tescil limanı olarak kaydının yapılmasının da kabul edilmesidir. Mağusa Limanının Rumlarla ortak çalıştırmanın bizim için yeterli bir adım ve gelişme olacağına inanmıyorum. AB’de Mağusa limanı üzerindeki izolasyonları ve ambargoları tam olarak kaldırmak niyeti varsa, Mağusa limanının KKTC Bayraklı gemilerin uluslar arası geçerliliği olan Tescil limanı olduğunun da kabul edilmesi gerekmektedir.
Çok değil, birkaç hafta içinde bu çok önemli konu ciddi bir şekilde gündeme gelecek. Ve hem bize hem de Rumlara kabul etmemiz için korkunç baskılar başlayacak.
Bu baskıların sonucunda, Mağusa Limanı direk ticarete açılırsa, Kıbrıs’lı Türklerin üzerindeki izolasyonların kaldırıldığı varsayımı ile Türkiye’den de Rum gemilerine limanlarını açması istenecek. Türkiye’deki hükümet de, 29 Mayıs’ta açıkladığı şartlar yerine getirildiği savı ile limanlarını Rum gemilerine açacak. Görüşmelerde, 3 Ekim Ortaklık Müzakere koşullarında sivri bir diken gibi duran 2006 yılında Türk limanlarının Rum gemilerine açılması engeline takılmadan devam edecek.
Kaybeden sadece biz olacağız ve bu uygulamadan KKTC’nin egemenliği ve bütünlüğü büyük zarar görecek. Anayasamızda var olmayan “1974 öncesi Rum malları” kavramı dilimize yerleşecek, masaya konacak ve tüzüklerde yer almaya başlayacak. Moratoryum ise fiilen uygulamaya girecek.
BM Genel sekreteri Özel Kıbrıs Temsilcisi Möller’in adaya gelişi, bizlerle yaptığı ortak toplantı ve her iki toplumun ileri gelenleri ile yaptığı çeşitli görüşmelerde söyledikleri, Kıbrıs sorununa çözüm getirmeye yönelik BM planının çalışma safhalarını ana hatlarıyla ortaya çıkardı.
Planın uygulamaya konması için adım adım takip edilecek yol bana göre yaklaşık olarak aynen aşağıdaki gibi;
Benim bulgularım bu sırada ve içerikte. Ama sonuç şimdiden belli. Uzun yıllar sürecek görüşmelerden sonra Kıbrıs adasında ortaya yan yana iki devlet çıkacak.
Dünyadaki güç dengesinde de değişiklikler olmuş olacak ve piyasada elinde onlarca yıl tuttuğu küresel gücü zayıflamış bir ABD ile küresel güce oynayan iki asya devleti at koşturuyor olacak.
Çok değil daha 9 gün önce “Siyasi Kriterin arkası imtiyazlı ortaklık” başlığı altında bir köşe yazısı yazmıştım.
Yazımın girişinde özetle, AB üyesi Fransa, Almanya, Danimarka ve örtülü olarak Avusturya gibi bazı AB üyesi ülkelerin müzakerelere “Siyasi Kriter” koşulunu getirmek istediğini sonra da bunu yapay bir sorun haline çevirerek yerine “İmtiyazlı Ortaklık”ı önereceklerini yazıp son paragrafını da “İşte bence Fransa’nın Türkiye ile müzakere edilecek bölümlere “Siyasî kriterlerin yerine getirildiğine bakılır” şeklinde bir koşulu getirmek istemesinin arkasındaki gerçek, çıkan fikir ayrılığını yatıştırmak için Almanya’nın önerisi olan “İmtiyazlı Ortaklık” fikrini ortaya atmak ve tarafları bu konu üzerinde mutabakata çağırmak. Sonrası elveda AB ve müzakereler…” diye kaleme alıp bitirmiştim.
Nihayet bu öngörümün doğruluğunun kokusu dün çıktı.
Türkiye’nin tam üyelik dışındaki bir alternatifi kabul etmeyeceğini çeşitli defalarca en yetkili ağızlardan vurgulamasına karşın, gelen bilgilere göre, Avrupa Birliği’nde Fransa’nın başını çektiği bir grup güçlü devlet, Türkiye’yle yapılacak üyelik müzakerelerinin tam üyelikle değil, imtiyazlı ortaklık ile sonlanması ihtimali konusunda AB üyesi diğer devletler ile istişarede bulunmaya başlamışlar.
Fransa ve Almanya, Türkiye ile müzakerelerin bir imtiyazlı ortaklığa yönelmesine sıcak bakıyor. Zaten fikir babası Almanya olduğundan bu düşüncenin AB içerisinde dalga dalga yayılıp daha çok destekçi bulacağı kesin.
Bence AB ülkelerinin, Mayıs ayında Viyana’da yapılacak, genişleme ve özellikle Türkiye konusunun ele alınacağı AB Dışişleri Bakanları gayrı resmi toplantısında, bu konuda daha somut veriler ve işaretler ortaya çıkacak. Belki de teklif resmen de ortaya atılacak.
Türkiye 3 Ekim Müzakere çerçeve belgesi içeriğinde koşul olarak yer alan limanlarını Rum bandıralı gemi ve uçaklara açılması konusunda iyice sıkıntıda gözüküyor. Bu konuda sunduğu ek protokol şimdilik sorunun çözümüne katkı koymaktan biraz uzak olarak algılanıyor.
AB, Ekim ayına kadar bir kefeye Türkiye’yi diğerine de Kıbrıs (Rum) cumhuriyetini koyup, 3 Ekim Müzakere Çerçeve Belgesindeki ön koşulları gözden geçirip yumuşatmaz veya Kıbrıs sorununun BM çerçevesinde çözümü sonrasına bırakmazsa Ekim ayında bir çıngar çıkacağı kesin.
Amerikalılar, Türkiye’nin üyelik sürecine yardımcı olmak hedefiyle Kıbrıs sorununda gelişmelere yardımcı olmak niyetindeler. Dış işleri Bakanı Rice ve ekibi bunu geçmişte defalarca dile getirdi.
Bu gerçekten yola çıkıldığında AB’nin ister istemez 3 Ekim Müzakere Çerçeve Belgesindeki ön koşulları gözden geçirip yumuşatacağı ve Ekim’de çıkması olası bir krize mani olacağı anlaşılmaktadır.
Amerikalılar, Kıbrıs’ta müzakere sürecinin, gündelik konularla da dahi olsa bürokratların yer alacağı teknik komiteler düzeyinde başlatılması için girişim üstüne girişim yapıyorlar ve bu görüşmelerin de Mayıs içinde başlayacağı neredeyse artık kesinleşti.
Kıbrıs sorununa çözüm getirilmesi konusundaki bu gelişme, belki de AB içinde zoraki de olsa bir yumuşamaya ve Türkiye-AB müzakere koşullarının tekrar gözden geçirilerek işleyebilir bir hale getirilmesine neden olacak veya tam aksine AB katı bir tutum içerisine girecek ve Türkiye’ye limanlarını açmamasının alternatifi olarak “İmtiyazlı Ortaklık” önerecek.
Çarşamba günü katıldığım ara bölgede bulunan Ledra Palas’ta yapılan Türk ve Rum Siyasilerin ortak toplantısında bu sefer BM Genel Sekreteri Kıbrıs Özel Temsilcisi Michael Möller ve Özel sekreteri bayan Suzan da vardı.
Rum basınında DIKO Başkan vekili Kleanthos’un toplantı ile ilgili anlatımları yayınlanmasaydı, ben toplantıda neler konuşulduğunu açıklamamak kuralına saygılı gösterecektim. Ama şimdi kendimi serbest ve rahat hissediyorum.
Özel Kıbrıs Temsilcisi Möller’in, Kıbrıs konusunu çözebileceğine dair inancı çok yüksek. Bu çok takdir edilmesi gereken bir ruh hali ve kendine güven duygusu. Daha işin başına geçeli neredeyse üç-beş gün oldu ama neredeyse ellinci yılını doldurmuş sürtüşmelerin ve kırklamış görüşmelerin üstesinden geleceğine inanıyor.
Benim şahsen Rumlarla anlaşabileceğimize dair hiçbir inancım yok.
Geçenlerde kırk yıllık bir dostum bana, Kıbrıs konusunun akıbetini tamı tamına üç cümle ile berrak ve tartışmasız bir şekilde özetledi.
Şimdi bu üç cümleyi, Möller’in sözleri ve Bayan Bakoyannis’in Papadopulos’a verdiği destek atışları ile harmanladığımda, bu üç cümlenin doğruluğu ve geçerliliği apaçık ortaya çıkmaktadır.
Möller diyor ki;
Bayan Dora Bakoyannis diyorki;
İşte her ikisinin de söylediklerini üst üste koyduğunuzda ortak nokta hemen ortaya çıkıyor.
Nedir bu ortak nokta ? “Annan Planı ölmedi. Adı değiştirilerek masaya konacak ve müzakereler yeniden başlayacak”.