Bir müddettir Fransa’nın ve baryalarının (samimi dostları), Türkiye-AB Katılım Ortaklık Müzakeresinde yer alan fasılların (Başlıkların) içine birde “Siyasi Kriter” getirmek istekleri var.
AB-Türkiye arasındaki katılım müzakerelerinin Mayıs ayı başında Hükümetler Arası Konferans’la başlaması beklenirken, başını Fransa ve Almanya’nın çektiği bir grup AB üyesi ülke, Türkiye ile müzakere edilecek bölümlere, yani fasıllara, “Siyasî kriterlerin yerine getirildiğine bakılır” şeklinde bir koşul koymak istiyor.
Konu ciddi mi ciddi.
Bu grup, politik dilde adeta “Nuh diyor, Peygamber demiyor” ve ısrarla Türkiye ile yapılan müzakerelere yeni bir yöntem getirilmesini ve önerdikleri bu “Siyasi Kritere Uyum” koşulunun da içine konmasını istiyor. Tabii başını Fransa’nın çektiği bu grubun Türkiye ile müzakere edilecek fasıllara “siyasi kriterlere uyum” getirilmesi yönündeki talebi hemen AB içinde bir kamplaşmaya neden oldu.
Brüksel’den gelen haberlere göre AB üyesi ülkeler halen daha fasıllara “siyasi kritere uyum” getirilmesi konusunda görüş birliğine varamadılar. Koridorlara kadar sızan dedikodulara göre ise yarıya yakın üye ülke, fasıllara siyasi kriter getirilmesi fikrini destekliyor. Siyasi Kriter fikrine olumlu bakan grubun içinde şimdilik İtalya ve İngiltere yok ama içinde Yunanistan ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin de yer aldığı bu grup Siyasi Kriter fikrini “canı gönülden” destekliyor.
Türkiye ile yapılacak müzakerelere siyasi kriterlere uyum getirilmesi konusunda AB üyesi ülkeler şimdi tam anlamıyla ikiye bölünmüş durumdalar. Evet’çilerin sayısının ilk günlere nazaran fire verdiği ve sayıca biraz da azaldıkları açıkça görülüyor.
Fransa’nın bu önerisini desteklemeyen karşı gruptaki üye ülkeler ise, AB Komisyonunun zaten her yıl yayınladığı rapor ile Türkiye’deki siyasi ekonomik gelişmeler ile ilgili değerlendirme yaptığını ve bu aşamada daha evvel yapılan ortaklık müzakerelerinde hiç uygulanmamış yeni bir koşulu sanki Türkiye’ye mahsusmuş gibi koymanın gereksiz olduğuna dikkati çekiyorlar.
İngiltere gelişmeleri sessiz ve derinden takip ediyor. Konunun teknik düzeyde ele alındığı ortamda rengini şimdiye kadar belli etmiyordu ama görüşü ilk başlarda olduğu gibi hala hayırcılar tarafında ve bunu açıkça ortaya da koydu. AB Dışişleri bakanları toplantısında Fransa’nın “müzakere sürecinde siyasi kriter getirilmesi” önerisine de ilk defa resmen karşı çıktı.
Genişleme çalışma grubu seviyesinde bir araya gelen AB üyesi ülkelerin diplomatları, Fransa’nın bu önerisi üzerindeki görüş birliğini bir türlü sağlayamadı. Çoğunluk “evet siyasi uyum olmalıdır” derken, Danimarka dışındaki İskandinav ülkeleri ve Olli Rehn bu fikre hiç sıcak bakmıyor.
Avusturya, AB Dönem Başkanı olması nedeni ile yüzüne maske takmak zorunda. Tarafsız olmak zorunluluğundan dolayı Fransa’nın önerisine maskesinin arkasından destek veriyor.
Şu anda Fransa’nın önerisi teknik düzeyde ele alınıyor ve henüz AB’üyesi ülkelerinin Büyükelçilerinin önüne yani COREPER’e gelmiş değil. Önümüzdeki günlerde COREPER’de de ele alınacak.
Görüşmelerin sonunda AB-Türkiye müzakereleri katılım kararı ile sonuçlansa bile, kurucu üye Fransa’da yapılacak referandumda Türkiye’nin AB’ye katılımı Fransız halkı tarafından onaylanmazsa, Türkiye asla AB üyesi olamayacak. Danimarka’nın koşulu da aynen böyle.
Zaten AB’deki bu gidişata ve Avrupalıların büyük çoğunluğunun Türkiye’ye bakış açısına göre, Türkiye’nin seneler sonra gerçekleşeceği düşünülen üyeliği bir hayal olarak görülüyor. Müzakereler sanki yasak savmak için tezgahlanmış.
BM Genel Sekreteri Kofi Annan ile Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Başkanı Tasos Papadopulos arasında Paris’te yapılan toplantının tam içeriği hala daha berraklaşmadı.
Baba oğul Papadopulos’lar, Paris’te yapılan Papadopulos-Annan görüşmesinin içeriği ile ilgili olarak BM bürokratları ile farklı konuşuyorlar ama artık yavaş yavaş da sis kalkmaya başladı.
Elde edinilen ilk bilgi Genel Sekreter Kofi Annan, taraflar arasında uçurum olduğuna inanması ve Kıbrıs sorununa kapsamlı çözüm bulunması müzakerelerinin yeniden başlaması için uygun zamanın hala daha oluşmadığı düşüncesinde olduğudur. Yani Genel sekreter Annan, şimdilik bir inisiyatif yüklenmek istemiyor ve tam tersine bu inisiyatifin veya çağrının Kıbrıs’lı Rumlar ve Türklerden gelmesini bekliyor.
Zaten artık koltuğunda da ancak dokuz ay daha oturabilecek. Bu dokuz ay içerisinde, gene 2004 de olduğu gibi bir maraton başlatıp çözüm müzakerelerini sonlandırabileceğine inanırsa ve de böyle bir isteği taraflarda da görürse, müzakereleri başlatacak. Aksi takdirde önündeki bu dokuz ay bir şey yapıyormuş görüntüsü ile geçecek.
Paris’teki Annan – Papadopulos görüşmesinin perde arkası tam aşağıdaki gibi;
Amerikan hükümeti, Birleşmiş Milletler’in Kıbrıs sorununa adil ve sürekli çözüm bulunmasına ilişkin rolüne tam destek veriyor ve Kıbrıs sorununun halline ilişkin ana konuların bu teknik görüşmeler sırasında değil, bütün tarafların yer aldığı BM’nin himayesinde yapılmasında bayağı ısrarlı.
Bu nedenle Birleşmiş Milletler Paris anlaşmasının hayata geçirilmesi yönünde düğmeye bastı ve başrol oyuncusu da Genel Sekreter’in Kıbrıs’taki Özel Temsilcisi Michael Möller.
Genel sekreter Annan, arkasına ABD’yi alabilirse ve Teknik Komiteler düzeyinde tarafların birbirini yoklamasını başarabilirse, Kıbrıs sorununa kapsamlı çözüm bulunması müzakerelerinin yeniden başlaması için adım atmaya niyetli gözüküyor. Her ne kadar istemiyorum diyorsa da, bunun Türkçesi “Yan cebime koy”dur.
Türkiye’nin Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti havaalanlarına giden uçaklara hava sahasını açması aslında dünkü bir olay değil.
İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında havacılığın süratle gelişmesi karşısında uluslararası uçuşların emniyetli, süratli ve muntazam olarak yapılması ve hava seyrüseferi ve taşımacılığıyla ilgili hizmetlerde standardizasyon sağlanması amacıyla uluslararası bir teşkilatın kurulması ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu amaçla ABD’nin Şikago kentinde düzenlenen uluslararası konferans sonunda hazırlanan Uluslararası Sivil Havacılık Konvansiyonu (Şikago Sözleşmesi) 7 Aralık 1944 tarihinde kabul edilmiştir.
Bu konvansiyonla ayrıca Uluslararası Sivil Havacılık Teşkilatı (ICAO) adı altında bir teşkilat kurulmuş ve 1947 yılında faaliyete geçmiştir. “ICAO” o zamandan beri dünyadaki sivil havacılık düzenlemelerine yön veren tek kuruluştur.
EUROCONTROL (European Organisation for the Safety of Air Navigation: Hava Ulaşımının Güvenliği İçin Avrupa Örgütü) Hava sahalarının güvenliğini sağlamak amacıyla kurulmuş örgüt.
1960’ta Brüksel’de, Havacılık Güvenliği İçin İşbirliği Konvansiyonu ile kuruldu. Amacı, ulusal hava sahaları dışında ve 25,000 feet’in üzerindeki sivil ve askeri hava trafiğini izleme ve yönlendirmedir.
Avrupa hava sahasının entegrasyonu, üye ülkeler adına kullanıcı hava taşıyıcılarından hava sahası ücretlerinin tahsil edilmesi ve proje, eğitim ve teknik malzeme temini hizmetlerini vermektedir. Halen 35 Avrupa ülkesi EUROCONTROL’un tam üyesidir. Türkiye’deki Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) Genel Müdürlüğü, 1 Mart 1989’da tam üye olmuştur.
FIR’ların (Flight Information Region) tespiti ile ilgili çalışmalarda ilk kez 1946 yılında bu teşkilat tarafından başlatılmıştır. Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs ve Ortadoğu ülkeleriyle ilgili FIR sınırları Kasım 1950 ayında İstanbul’da yapılan İkinci Ortadoğu Bölgesel Toplantısı’nda ele alınmıştır. Mart 1952 tarihinde Paris’te yapılan Üçüncü Avrupa Bölgesel Hava Seyrüsefer Toplantısı’nda Türkiye’nin FIR sınırları güney ve güneydoğu bölgesi hariç bugünkü şeklini almıştır.
Türkiye ile Yunanistan arasında 1963 yılına kadar FIR veya Ege’nin uluslararası hava sahasının Türk askeri uçakları tarafından kullanılmasıyla ilgili önemli bir sorun veya anlaşmazlık yaşanmamıştır. 1963 ve 1964 yıllarında Kıbrıs’ta Rumların sebep olduğu olaylar ve 1974 yılında Kıbrıs’ta gerçekleştirilen Barış Harekatı’ndan sonra sorunlar çığ gibi büyümeye başladı.
Avrupa Birliği, Avrupa sahası üzerindeki hava trafik denetim mekanizmasını geliştirmeyi hedefliyor. AB’nin talimatı, 29 bin feet üzerindeki yükseklikte hem ülke FIR Hattı’nın komşu FIR hatlarıyla birleştirilmesini hem de uçuş denetim merkezlerinin 60’dan 8 bölgesel uçuş denetim merkezine düşürülmesini öngörüyor.
Türkiye bu gelişmeden yararlanarak, Fransa, İtalya ve İspanya’nın büyük şirketleriyle bağlantı kurup, elde ettiği gelişmiş aletlerle, 8 bölgesel uçuş denetim merkezinden birini Türkiye sınırları içinde kurdu. Bunun sonucu olarak da Kıbrıs’ın güney bölgeleri de dahil olmak üzere “Lefkoşa Fır Hattı”nın önemli bir bölümünü kendi denetimine almayı amaçlıyor. Türkiye, Lefkoşa FIR hattını 1969 yılında resmen tanınmış ve 1991 yılındaki sözleşmeye itiraz etmediği için de o zaman beri Lefkoşa FIR hattı, Eurocontrol sözleşmesinde yer almaktadır.
Eurocontrol, hava trafik denetim mekanizmasını geliştirmek konusundaki çalışmaların ilk adımı olarak “yeni bir sözleşme hazırladı” ve ilgili FIR hatlarını belirledi. Bu gelişme paralelinde Türkiye, Eurocontrol’un değiştirilmiş sözleşmesini onaylayacağını ancak Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti ve dolayısıyla Lefkoşa uçuş kontrol bölgesini (Lefkoşa FIR hattı) tanımadığını belirten bir deklarasyon yayınlayacağını belirtti.
Türkiye’nin hava sahası, kalkış ve iniş havaalanına bakılmaksızın, Türk bayraklı uçakların, kendi destinasyonlarındaki uçuşlarda hava sahasını kullandıkları tüm ülkelerin uçaklarına zaten yıllardır açık. Yani Larnaka’dan kalkan ve Moskova’ya gidecek olan bir Aeroflot uçağı, yıllardır Türk FIR hattını kullanarak, Ankara yakınlarından geçerek Moskova’ya gitmekteydi.
Aslında önemli olan gelişme, bir müddet sonra Türkiye’nin Lefkoşa uçuş kontrol bölgesini (Lefkoşa FIR hattı) kendi denetimi altına alacağıdır. Bu konuda prensip anlaşmasına dahi varılmıştır.
Aresti Davası Rumların beklediği gelişmeyi göstermeyince, Rumlar bayağı düş kırıklığına uğradı.
AİHM kararları ile 1976 Denktaş-Klerides takas anlaşması ve 1977 Denktaş-Makarios ile 1979 Denktaş Kyprianou Doruk anlaşmalarında karşılıklı imzalanıp kayda geçirilen iki bölge ve iki kesimliliği delmeye çalışan Rumlar, AİHM tarafından pilot dava olarak gösterilen bu davaya çok bel bağlamışlardı.
Aslında yanlış Rumlar açısından yanlış gidişatın sinyalleri Kakoulli davasından gelmeye başlanmıştı. Aresti davası Rumların için beklemedikleri olumsuzlukları biraz daha pekiştirdi.
Büyük bir olasılıkla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM), Mira Ksenidi-Aresti davasıyla ilgili olarak gerek Türkiye’ye gerekse temyiz başvurusunda bulunan Rum avukatlara yanıtı olumsuz olacak. Artık adres belli.
KKTC tarafından, son gün olan 22 Mart’tan önce AİHM’nin KKTC’deki eski Rum mallarıyla ilgili talep ettiği yeterli tedavinin yaratılmasına yönelik tedbirler yerine getirildi. Davaya itirazın son günü ise 22 Haziran 2006.
Tabi durmak dinlenmek bilmeyen Rumlar, taş atmakla kolumuz yorulmaz amacı ile KKTC Hükümetinin çıkardığı kısa halk deyimi ile “Tazmin Komisyonu” yasasının, sonuç getirici ve insan haklarına aykırı olduğu iddiası ile Avrupa Mahkemesi’nin kabul edebileceği bir yasa olmadığını dile getirmeye başladılar.
Arkasından da Türkiye’nin Tazmin Komisyonun oluşumunu resmen bildiren 21 Mart tarihli mektubundan bir gün önce de Angelidis, Kliridis, Erotokritu ve Lukaidu isimli 4 Rum avukat, AİHM’ne kendi mektuplarını göndererek Aresti kararının temyize götürülmesi talebinde bulundular.
Tabi bu aşamada Rumların AİHM’yi zorladığını ve imkansızı istediklerini de vurgulamak gerekir. AİHM 2 Mart tarihinde, Rum Başsavcı Petros Kliridis’in başvuru mektubunu yanıtlayarak sadece tarafların yani Türkiye ile Ksenidi Aresti’nin temyiz başvurusunda bulunabileceğini de net şekilde ortaya koydu.
Aresti davasının bir de arka yüzü var. O daha da korkutucu.
Maraş’ın, Abdullah Paşa ve Lala Mustafa Paşa Vakıflarına ait olduğuna dair ciddi iddialar ve bulgular var. Davaya itiraz süresi ise 22 Haziran. Yani bitmesine daha 89 gün var.
Türkiye Vakıflar İdaresi, ASAM ve KKTC-ASAM bu konuda yoğun çalışmalar yapmakta. Masada geçerli ve orijinal belgeler var. Zaten ilgili belgelerin tümü Türkiye Vakıflar İdaresinde veya Başbakanlık Osmanlı Arşivinde mevcut.
Eğer bu gerçek gerektiğiğ şekilde gözler önüne serilip ispatlanırsa, ki bu konuda Mağusa Kaza Mahkemesinin 271/2000 ve 272/2000 sayılı Maraş’ın Türk Vakıf Malı olduğuna dair kararları var, Kıbrıs Sorunu içindeki Mal-Mülk konusu ters yüz olacak ve mevcut durum tam tersine dönecek.
Aresti davası Rumlar için bir umut yerine bir kabusa dönüşecek.
Yunanistan’ın karasularını 6 milden 12 mile çıkarması halinde Türkiye’nin bunu savaş nedeni olarak algılayacağının hala geçerli olduğunun vurgulanması ve Başbakan Erdoğan’ın KKTC’ye yönelik yaptırımların kaldırılmaması durumunda, gümrük birliğini genişleten ek protokolün hayata geçirilmeyeceğini ve TBMM’ye sunulmayacağını açıklaması, Yunanistan’ı ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini bayağı rahatsız etti.
Bu gelişme aynen “Güvendiğimiz dağlara kar yağdı’ya benzedi.
Huzursuzluğa neden olan “Casus Belli” cümlesi tam Türkçe bir kelime gibi gözüküyor ve bir kaç günde bir de gazetelerde yer alıyor. Yunanistan’ın karasularını 6 milden 12 mile çıkarması Türkiye için tam bir “Casus Belli” yani “Savaş Nedeni”.
Bu terim Dış İşlerinde ve Dış Politikada nadir ama tam yerinde kullanılıyor. Orijini Latince. “Bellicosus”, “savaşsever, savaşcı” manasında, Casus ise “olay, olasılık, neden, vesile” manasında.
Latince “Casus Belli” cümlesi “Kasus Belli” olarak okunuyor ve manası da, yukarıdaki Türkçe karşılıklarını yan yana koyunca “Savaş Nedeni” olarak ortaya çıkıyor.
Özetle Yunanistan’ın kara sularını 12 mile çıkarmasını Türkiye kabul etmiyor ve böyle bir karar alınıp Yunanistan tarafından resmen açıklanırsa ben bunu “Savaş nedeni” olarak kabul ederim ve savaş çıkarırım diyor.
T.C. Güvenlik Kurulu toplantısında bunun tekrar dile getirilmesi zorunluluğu Yunanistan’ı ürküttü. Yavrusu Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ni de aynı ürpertilere soktu.
Üstüne üstlük Başbakan Erdoğan’ın dün sabahki “Limanları açmayacağız” temasındaki konuşması her şeyin üstüne ve tüm beklentilere tuz biber ekti.
Paspadopulos’un olumsuz tavırları ve ikide birde AB’yi kullanıp Türkiye’ye sorun üstüne sorun çıkarması, anlaşılan Türkiye’nin canına tak dedi. Belli ki, bundan sonra Türkiye Yunanistan ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetine karşı eskisi kadar yumuşak bir tavır takınmayacak. Ne de AB’ye karşı artık bu güne kadar sürdürdüğü yumuşak ve tavizkar tavrını devam ettirecek.
Yunanistan’ın çiçeği burnunda Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni yaptığı açıklamada ‘A la carte AB yoktur’ diyerek, Türkiye’yi, AB’ye karşı bütün yükümlülüklerini yerine getirmeye çağırdı.
Dış İşleri Bakanı olana kadar Atina’nın Belediye Başkanlığı görevini yürüten ve Başbakan Mitçotakis’in kızı olan Bayan Bakoyanni, tüm dostane sözlerine karşı, aklındakini hemen ortaya koydu. “Ya uyarsın ya da müzakereler kopar” demeye getiriyor ve Türkiye’ye “sen bizi yönlendireceğine sen bize uymak zorundasın” diyor.
Sanırım Ekim 2007 seçimlerinin sinyalleri şimdiden siyaseti etkilemeye başladı.
139 Milyon Avro’luk Mali yardım Tüzüğünün Türk tarafınca kabulü, artık biraz zor gözüküyor. Türkiye’nin bu konudaki tavrı iyice belli oldu. Türkiye’den KKTC’ye gelen esintiler “Almayın” yönünde.
Türkiye belli ki son toplantıdan sonra Kulvar değişti. Bu kulvarın adı “Artık yumuşaklık ve taviz yok.”
Açıkçası ben öyle algıladım.