Bu başlık tam bir beyin jimnastiği sorusu gibi oldu. İlk bakışta, TV’lerdeki bilgi yarışması programlarından birinde, baraj sorusu bile olabilecek karmaşıklıkta gibi gözüküyor, ama hiçte öyle değil.
Dünyan nasıl yöneltildiğini, küresel hâkimiyetin nasıl kurulduğunu ve devletlerin birbirleri ile aynı insanlar gibi, bir al-ver ilişkisi içinde olduğunu gözler önüne seren bir gelişmenin kısaltılmışı bu başlık.
Geçen haftadan başlamak üzere iç ve dış kaynaklı haber ve yazıların satır aralarında rastladığım küçük bilgileri bir araya koyunca bakın nasıl bir tablo çıktı karşıma. Adeta büyük bir bilmecenin küçük parçaları gibi birbirine hatasız kenetleniyor bu bilgiler.
30 Ocak’ta tarihli yazımda, ki bu yazı 29 Ocak’ta kalem alındı, “Amerikalılar ve İngiltere inisiyatifi ele aldılar ve Türk önerilerini benimsemekle kalmayıp, bunları kabul etmesi için Kıbrıs Rum tarafına ve Atina’ya baskı yapıyorlar. Güvenlik Konseyinde Annan raporunun görüşülmesine ilişkin engellerin kalkacağı şantajı ile Rusya’yı kullanarak, Rum Yönetimine baskı yapmak eğilimindedirler.” diye yazmıştım.
Bir gün evvel edindiğim bilgi ABD ile Rusya’nın G8 konusunu görüştüğü ve gündemin içinde Kıbrıs konusunun da olduğu idi. Pek ilişkilendirememiştim G8 ile Kıbrıs’ı ama gene de dikkatimi çekti bu küçük haber ve bir şekilde Rusya’nın Rumlara karşı kullanılacağını hissettim.
Gelelim G8’in ne olduğuna.
1975 yılında Fransa’nın çağrısı ile demokrasi ile idare edilen gelişmiş sanayi sahibi altı ülke, Fransa, ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve İtalya, belli başlı ekonomik ve politik konuları görüşmek üzere ilk defa Fransa’nın Rambouillet kentinde bir araya geldiler ve Grup 6’yı oluşturdular. Bu gruba 1976 Porto Rico zirve toplantısında Kanada, 1977 Londra zirve toplantısında da Avrupa Birliği katıldı. 1989 yılına kadar G7’ye hiçbir katılım olmadı. 1989 yılındaki Paris zirvesinde, gelişmekte olan 15 sanayi ülkesi ile ortak toplantı yapıldı. 1991 yılında Rusya ile katılım görüşmeleri başladı. 1994 Napoli zirvesinde başlamak üzere G7 Rusya ile her zirve toplantısında görüşmeye başladı. Denver zirvesinde, mali ve belirli ekonomik konuların dışında Rusya’nın gruba katılımı onaylandı ve Grup adını G8 olarak değiştirdi. 2002 Kanada zirvesinde Rusya’nın G8 zirvesine ev sahipliği yaparak tam üyelik prosedürünü tamamlaması kararlaştırıldı.
ABD, 24 Nisan 2004’de Kıbrıs’ta yapılan referandum sonrası BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın hazırladığı ve Güvenlik Konseyinde sunduğu “Kıbrıs Raporu”nu, onaylamaması nedeni ile Rusya’ya bozuk çalıyor ve bu nedenle de Rusya’nın G8 üyeliğine takoz koydu. Rusya’nın G8’e tam üye olması aniden tehlikeye girdi. Bu yüzden G8 üyeliği konusu Rusya’nın bir müddettir canını sıkıyor.
Aradan 2 gün geçtikten sonra, Salı günü yani 31 Ocak günü Rusya Devlet Başkanı Putin’in Kremlin’de yaptığı bir basın toplantısı var. Bu aslında bir basın toplantısı değil. Tam 3.5 saat sürdüğü için bir rekor olarak da nitelendirilen, Rusya Federasyonu Başkanının Rus halkına yıllık hitap konuşması.
Putin konuşmasında Rusya’nın, başlıca sanayi ülkelerinden kurulu G8’de yer almasını savundu ve Moskova’nın bu yıl G-8 içinde bulunmaya uygun olmadığını ileri sürenleri de eleştirdi.
Arkasından Kıbrıs konusuna değindi ve Rusya’nın dış politik yaşamında ilk defa olarak “Kıbrıs’ın kuzey kesimi de sorunun çözümü için açık bir çaba sergiliyor. Bu takdire şayandır.” diyerek, “dengeleri etkilemeyecek şekilde Kıbrıs Türk toplumuna ekonomik yardımda bulunmaya hazır olduğunu” ifade etti.
Bu arada, Kıbrıs’lı Rumlara aba altından sopa göstererek Rus turistlere uyguladığı vize zorunluluğunu kaldırmadığı takdirde Rus turistlerin, tatilleri için Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’ı tercih edebilecekleri uyarısını yaptı.
Bu sözler batı dünyasında şok etkisi yarattı. Tabii, taptıkları Cumhurbaşkanlarının bu sözleri üzerine, tatil yapmaya niyetli Ruslar da hemen haritalarını çıkarıp ilk defa adını duydukları “KKTC”nin nerede olduğunu bulmaya başladılar.
G8 ve Kıbrıs. Nereden nereye.
ABD’nin büyüklüğünü hissediyordum ve algılıyordum ama bu kadarına da pes doğrusu. Buna sadece şapka çıkarılır.
KKTC’nin İncirli köyünde görülen kuş gribi vakası, Kıbrıs’lı Rumlarla Türklerin işbirliğine ön ayak olamadı. Tam tersine Kıbrıs Rum Yönetimi, sınırları kapatmak ve KKTC’ye iyi bir ekonomik darbe vurmak için bunu bir fırsat olarak gördü ve sonuna kadar kullanmaya ve faydalanmaya çalıştı.
Ama işler hiçte düşündüğü gibi gitmedi. Kendisi kurnazsa, kurnazın da kurnazı çıktı ortaya ve Kuş Gribini bahane edip, Kıbrıs’lı Türklere yardım elinin uzatılmasını koydu AB masasının üstüne.
AB Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi toplantısı çerçevesinde Rum Dışişleri Bakanı Yorgos Yakovu ile AB Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn, Brüksel’de dün bir görüşme yaptılar.
Bu görüşmede Komiser Olli Rehn, KKTC’deki “Kuş Gribi” hastalığına atıfta bulunarak AB’nin KKTC’ye yardım etmesi gerektiğinden bahsetti. Hem de doğrudan doğruya Yakovu’ya hitaben söyledi bu sözleri.
Tabi Yorgo bu sözlere hemen “OXİ” dedi ve bu görüşmede Rum yönetimi ile AB Komisyonu arasında, Kıbrıslı Türklere yönelik izolasyonların kaldırılması ve Mali Yardım Tüzüğü ile Direk Ticaret Tüzüğün uygulamaya konması konusunda derin görüş ayrılıklarının olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Zaten vardı ve AB’nin lokomotifleri de bu işten pek memnun değillerdi.
Şimdi İngiltere ve AB Komisyonu, Kıbrıslı Türklere uygulanan izolasyonunun kaldırılması amacıyla, söz konusu AB tüzüklerini onaylanmasını yeniden gündeme getirmek için yeni bir girişim başlatmak istiyorlar. En güzel ve geçerli bahaneleri de Kuş Gribi.
AB ile ortak mücadele başlatılması ve KKTC’nin AB ile bu konuda belli düzeyde işbirliği yapabilmesinin yolu, günümüzde Kuş Gribinden geçiyor.
KKTC ile AB’nin belli bir düzeyde iş birliği yapması demek, KKTC’nin statüsünün bir parçacık daha yükseltilmesi ve Tüzüklerin uygulanmasına biraz daha yaklaşılması demektir. Bu iş ve bu bahane Kıbrıs Rum Yönetiminin hiç hoşuna gitmedi ve işbirliğine mani olmak için şimdi her yolu deniyorlar.
Şimdiki hali ve konumu itibarı ile Doğrudan Ticaret Tüzüğü’nün kabul edilmesi için “OY ÇOKLUĞU”, Mali Yardım Tüzüğünün kabul edilmesi için de “OY BİRLİĞİ” gerekmektedir.
İngiltere ve AB Komisyonu, Tüzüklerin ayrılmasını ve Rum Yönetimi’nin Mali Yardım Tüzüğünü kabul etmesi karşılığında Kıbrıslı Türklere yönelik Doğrudan Ticaret Tüzüğünün hukuki zemininin değiştirilmesini önermekteler.
Jacques Straw ve Olli Rehn, bir al-ver stratejisi içinde, Doğrudan Ticaret Tüzüğünü, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye katılım anlaşmasının 10’ncu protokolü altına yerleştirilmesini ve böylece tüzüğün hukuki zemininin değiştirilerek “oy çokluğu” ile değil “oy birliği” ile onaylanmasını, buna karşın da Rum yönetiminin Mali Yardım Tüzüğünü onaylamasını istiyorlarlar.
Plana göre, Doğrudan Ticaret Tüzüğü iptal olmayacak, buna karşın suların durulduğu daha uygun bir zamanda tekrar gündeme getirilecek.
Komiser Rehn, Rumların olumsuz yaklaşımları devam ettiği takdirde ise, bu iki tüzüğü, “Zavallı Kıbrıslı Türkler” terimini kullanarak özellikle de kuş gribinin varlığının KKTC’de tespit edilmesinin ardından AB’nin Kıbrıs’lı Türklere yeteri kadar yardımcı olmakta geç kaldığı ve çok zorlandığı iddiaları ile masaya koyacağını ve bir şekilde de AB’nin üye devletlerine kabul ettireceğini açıkça Yakovu’ya ima etti.
Ne demeli, Kuş gribi bile Rumların aleyhinde bu günlerde.
Güney Kıbrıs’taki Milletvekilliği seçimleri yaklaştıkça hırçınlık ve efelik de bir o kadar artıyor.
Güneydeki Rum efelerin ve 21.ci yüzyılda bile hala daha Türk-Rum düşmanlığını körüklemek isteyenlerin sayısı inanılandan çok daha fazla. Rumlar akıllarını Türkler ile bozmuşlar ve bizimle birleşmek ve dostane yaşamak yerine, yüzyıllardır içlerinde sakladıkları bizi ezmek ve bu topraklardan silmek düşüncesi, hala daha canlılığını hiç kaybetmemiş.
Güzelyurt’a yerleşmesine izin vermeyen, kendisi ve ailesinin insan haklarını çiğneyen kişiler hakkında ceza davası açmaya niyetli olduğunu söyleyen ve Cumhurbaşkanı Mehmet A. Talat’ı dava etmek isteyeni mi, kuş gribini bahane edip sınır kapıları kapansın diyeni mi, KKTC Cumhurbaşkanını makamında ziyaret edecek diye İngiliz Dış İşleri bakanına yumurta atanı mı, Melbourne’daki tenis şampiyonasında finali oynamaya hak kazanan Rum Markos Bağdatis’in finale gelinceye kadar yaptığı maçlarda “Türkler Kıbrıs’tan dışarı” diye taa Avustralya’larda bile slogan atanları mı istersin. Hepsi de akıllarını Türklerle bozmuşlar.
Papadopulos’un son zamanlardaki inatçılığı seçmenlerinden kaynaklanıyor ve bu davranışı da taraftarlarından büyük destek görüyor. Zaten böyle davranmasa sağcı taraftar bulamaz ve DIKO seçimlerde hava alır.
İşin garibi, Mayıs ayındaki genel seçimler yaklaşırken, bir zamanlar adanın yeniden birleşmesi için çalışan muhalefet partileri, Kıbrıs’lı Türkler kardeşlerimizdir diyenleri, solcusu, sosyalisti, kısacası siyasi partilerin en sağdan en komünistine kadar tümü, “Türk Düşmanı” ve “Milliyetçi” oldular.
Şimdi Rumlar AB’ye girdi ya, hepsi de Kıbrıs konusunda Avrupa Birliği’nin Birleşmiş Milletler’den daha fazla söz sahibi olması gerektiği kanısında. Çünkü işlerine öyle geliyor. Rumların çoğu, “Avrupalı bir çözüm”ün hayalini kuruyor. Yani Rumların çoğunluk, Türklerin azınlık olduğu bir çözüm.
Bu hayalin arkasında yatan istek, 1977 ve 1979 Doruk Anlaşmalarından uzaklaşmak ve BM’nin “İki bölgeli ve iki toplumlu federasyon” tezini, “Null and Void” hale getirmek, yani sıfırla çarpmak ve Kıbrıslı Türklerin sınırlı azınlık haklarından faydalanacağı üniter bir devlet kurmak.
Papadopulos’un başkanlığındaki Kıbrıs’lı Rumların %76 çoğunluğunun, 24 Nisan 2004 tarihinde yapılan referanduma “HAYIR” demelerinin ana gerekçesi bu.
O gün bu gün, adada kalıcı bir çözüm için Kıbrıs’lı Türkler ne teklif yapsa, Türkiye neler önerse, Papadopulos “OXİ” yani “HAYIR” diyor.
Kıbrıs Rum Yönetiminin politikacıları, Türkiye’ye AB yolunun açılması için 3 Ekim Müzakere Çerçeve belgesinin arkasına saklanmışlar ve nasıl olsa Türkiye Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini tanımak ve limanlarını açmak zorunda düşüncesi ile “Olumsuz bir Megalomani”ye kapılmışlar. Kıbrıs’lı Rumlara göre bu liman açmak ve tanımak işi “Olmazsa olmaz” kavramlardan biri.
Bu nedenle Kıbrıs’lı Türklerin siyasi seviyelerinin yükseltilmesine, ambargoların kaldırılmasına ve limanların açılmasına karşılar. Olmaya ki, Türkler insanca yaşama hakkı kazanırlarsa, ikinci sınıf ve azınlık statüsünde vatandaş olmayı reddederler fikrini iyice kafalarına kazımışlar.
Rum Dışişleri Bakanı Yorgos Yakovu’nun, Türkiye tarafından yapılan ve Kıbrıs sorununda 4’lü görüşme gerçekleştirilmesine ilişkin önerinin kabul edilmesinin söz konusu olmadığını ve bunun Rum ve Yunan hükümetlerinin değişmez görüşü olduğunu söylemesinin kökeninde, yukarıdaki mantık yatmaktadır.
Son Türk önerileri o denli güçlü ve olumlu bir rüzgar yarattı ki, Rumlar bu rüzgarın karşısında duramıyorlar artık. Eski tabaklar bardak oldu ve dünya kamu oyu, yıllardır binbir türlü yalanın arkasına sığınıp mazlum rolü oynayan Rumların arkasında değil artık.
Bu sefer işler beklendiği gibi gitmiyor. Amerikalılar ve İngiltere inisiyatifi ele aldılar ve Türk önerilerini benimsemekle kalmayıp, bunları kabul etmesi için Kıbrıs Rum tarafına ve Atina’ya baskı yapıyorlar. Rumlar her “HAYIR” dediklerinde boyunlarındaki ilmik biraz daha sıkılacak. 4’lü konferansın alternatifi 5’li Konferans.
Ve işin sonunda Rumlar isteseler de istemeseler de bu konferansa katılıp masaya oturacaklar.
Türk önerileri Kıbrıs’lı Rumları fena köşeye sıkıştırdı. Rumlar için tam bir baş ağrısı oldu bu öneriler.
Öneriler şimdi adeta üstlerine doğru gelen büyük bir taş gibi. Kıbrıs Rum Yönetimi, kıpırdayamaz, manevra yapamaz oldu. İleri, geri, sağa, sola kaçmaya çalışıyor ama nafile. Kabus dolu rüyada bir yere kaçılamadığı gibi Rum Yönetimi de savuşturamıyor bunu bir türlü.
Aslında önerilerin içinde pek bir şey yok ama önerilerin yarattığı rüzgar karşısında durulur gibi değil.
İngiltere hemen “Rumlar bu önerileri reddederlerse “B” planım” var dedi. Nedir bu İngilizlerin “B” planı. Benim aklıma ilk gelen KKTC Cumhurbaşkanı M. A. Talat’ın, Blair tarafından İngiltere’ye davet edilmesi ve Downing sokak No.10 da kabul edilmesi. Çift kanatlı siyah giriş kapısı ile ünlü, İngiliz Başbakanlık binasında yani.
Böylesi bir davranışı Rum Yönetimi rüyasında bile görmek istemez. Görse bile kimseye söylemez ve hayra yormaz.
Amerika zaten daha başından “B” planını ima etti. Amerikalıların “B” planlarının temelinde Ercan’a direk uçuş var. Bu uçuşlar Newyork’tan değil, yöredeki Amerikan üslerinin birinden olacak.
Birde Amerikalılar ile İngilizlerin ortak bir “B” planı var ki, Rum Yönetimini çıldırtıyor. Ellerinden gelse ve bu işin mimarını bir bulsalar bir tek gün bile yaşatmazlar kendisini. Bu fikre adadaki barış havarisi Hristofyas bile çok bozuldu.
Teklif edilen “A” planı, dörtlü bir konferans yapılması. Bu teklife göre Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi ve KKTC masaya oturup, anlaşmaya varmadan kalkmayacaklar. Tuvalete bile gitmek yok.
Eğer Papadopulos horozlanıp “OXİ” derse ki dedi, bunun alternatifi “B” planı. “B” planının içeriği “Beşli Konferans” olması. Yani bu defa konferansa birileri daha katılacak. Bu beşinci taraf ABD’mi olur, İngiltere’mi olur, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’mi olur kestiremiyorum ama aklıma en çok yatan İngiltere’nin olabileceğidir.
Amerikalılar ve İngiltere inisiyatifi ele aldılar ve Türk önerilerini benimsemekle kalmayıp, bunları kabul etmesi için Kıbrıs Rum tarafına ve Atina’ya baskı yapıyorlar. Güvenlik Konseyinde Annan raporunun görüşülmesine ilişkin engellerin kalkacağı şantajı ile Rusya’yı kullanarak, Rum Yönetimine baskı yapmak eğilimindedirler. Rumlara işlerin bu şekilde devam edemeyeceğini ve bir değişiklik sürecinin başlatılması gerektiğini işittiriyorlar. Akıllarındaki Papadopulos ile Talat’ın bir ön görüşme yapması ve diyaloğun başlaması.
Türkiye önerisinin sunduktan sonra, Lefkoşa çok zor durumda kaldı. Rum Yönetimi Başkanı Papadopulos, işin şakaya gelir tarafı olmadığını anlayınca eski hırçınlığını bir kenara bıraktı ve Genel Sekreter’in davet etmesi durumunda diyaloğa derhal icabet etmeye ve Kıbrıslı Türkler ile alakalı ortaya çıkacak herhangi bir sorunu meşruiyet çerçevesi içinde göğüslemeye ve tartışmaya hazır olduğunu bildirdi.
Bildirdi bildirmesine de arkasından, elindeki son koz olan “VETO” hakkını da ne olur ne olmaz diye ortaya çıkarıp masanın üstüne koydu. Rum Yönetimi Dışişleri Bakanı Yorgo Yakovu, Ankara’yı, Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecini veto etmekle tehdit etti.
Ben bunu saldırıya uğrayan kedinin köşeye sıkışınca, ölümü göze alıp karşı saldırıya geçmesine benzettim. VETO’nun sonu Kıbrıs Rum Yönetimi için tam bir felaket olur ve ada, bir daha birleşmemek üzere ikiye ayrılır.
Kıbrıs Rum Yönetimi “kayıplar” konusunu uzun yıllar istismar ederek, kayıp ailelerinin acılarını siyasi amaçla kullandı ve kayıplar konusunu hep canlı tutmaya çalıştı. Bu yalanın hiçbir zaman ortaya çıkmayacağını ve DNA testi gibi bir yöntemin bulunamayacağını düşünerek sonuna kadar bu yalanlarının arkasına saklandı.
Kıbrıs’ın Rum tarafında faaliyet gösteren ve kayıplarla ilgili çalışmalarını sürdüren Genetik ve Nöroloji Ensitüsü, 20 iskeletin kimliğini belirlediklerini ve bu kişilerin Kıbrıs’lı Rum ve Yunanlı olduklarını açıkladı. Kimliği belirlenen ve kayıplar listesinde yer alan bu kişilerin, Türkler tarafından öldürüldüğü iddia edilmekteydi.
Rum yönetiminin kayıplar konusundaki bu yalanına kapılan bazı Kıbrıs’lı Rumlar da AİHM’ye 10 tane de başvuru yapmışlardı.
Tabi güney Kıbrıs’ta gömülü bulunmaları, bu iddialarının bir kere daha “yalan” olduğunu ortaya koydu. DNA Testi ile kimliği belirlenen Rum kayıplar, ailelerine bildirildi. Yunanlı olanlar ise ailelerine bildiriliyor.
Rum Yönetimi, bilgi verme işlemlerinin tamamlanmasının ardından, kayıpların isimlerini açıklayacak ve iskeletleri gömülmeleri için ailelerine teslim edecek. Herhalde teslim töreninde, “sizlere yıllarca yalan söyledik bizi affedin” diyecek.
İşçin gerçeği şuki 1963-74 yılları arasında şehit olanların dışında 450 kayıp Türk var. Rum tarafının 1974 yılında ortaya çıkan kayıp sayısının ise 1400. Türklerin kayıplarının yüzde 26’sı kadın ve çocuk, Rumların ise yüzde 6’sı kadın ve çocuk.
Bu oran dünyaya, Rumların, insan hakları ihlali açısından sorumluluklarının çok daha fazla olduğunu ilan etmektedir. AİHM yolu bize de açıktır. Bunun hesabını tabiî ki zamanı gelince soracağız.
Kıbrıs Rum tarafının konuya ilişkin yalana dayalı propagandası, uzun bir süre, Kıbrıs’taki kayıp kişiler sorununun, Türk ordusunun Temmuz 1974’deki müdahalesi sırasında sözde tutuklanan, Türkiye’ye götürülen ve bir daha iade edilmeyen, 1619 Kıbrıs Rum’unun akıbetiyle ilgili olduğu şeklinde olmuştur.
Tabiî ki öne sürülen bu yalan iddialar inandırıcı kanıtlara dayanmamaktadır. Üstelik 1963-74 döneminde Kıbrıs Rum ordusu ve polisince tutuklandıktan sonra kaybolan 803 kayıp Kıbrıslı Türk’ten de hiç söz edilmemektedir.
Rum kayıp kişilerinin Türkiye’ye götürüldüğü ve bir daha iade edilmediği iddiası, tümüyle gerçek dışıdır. 1974 çatışmalarında güvenlik nedenleriyle Türkiye’ye götürülen tüm Rum savaş esirlerinin iade edildiği ve Kıbrıs’ın Rum tarafında salıverildiği, 11 Mart 1976 tarihli bir basın açılamasında, ICRC (Uluslararası Kızılhaç Örgütü) tarafından teyit edilmiştir.
Makarios’un, pratikte tüm Kıbrıslı Rum kayıplarının öldürülmüş olduklarıyla ilgili açıklaması ve bu ifşaatını “eldeki kanıtlara” dayandırması, TV kayıtlarında hala durmaktadır. Söz konusu “eldeki kanıtlar” bugüne kadar ne kamuoyuna açıklanmış, ne de gizli olarak da olsa, Kayıp Kişiler Komitesi’ne (CMP) iletilmiştir.
Yunanistan eski Denizcilik Bakanı Evangelos Iannapoulos’un, Eleftherotipia gazetesi Nisan 1988 sayısında yayınlana sözleri aslında kayıp kişilerin akibetinin ne olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bakan “Kayıp kişiler olarak lanse edilen Rumlar, aslında darbe sırasında öldürülen Kıbrıs Rumlarıdır. Kıbrıs’ın Türkiye tarafından istilasına gelince.. Darbeyi yapan ve uluslararası arenada “Kıbrıs Cumhurbaşkanı” olarak tanındığı bir zamanda Makariosu deviren, Yunan Subaylarıydı. Makarios’u devirip, Kıbrıs Rumlarıyla Kıbrıs Türklerini boğazlamaya başlamak, Sampson gibi bir deliyi Kıbrıs’ın başına empoze etmek ve tüm bunlara karşın Türkiye’den hiç bir tepki beklememek nasıl mümkün olabilir?” diyerek gerçeği resmi ağızdan açıkça ortaya koymuştur.
15 ve 20 Temmuz 1974 tarihleri arasına rastlayan ve Türk müdahalesine yol açan, beş günlük darbe sırasında birkaç yüz Kıbrıs’lı Rum’u, kimlik tespiti yapılmaksızın gizli toplu mezarlara gömdüklerini, dönemin Rum bayan milletvekili Rena Katselli, 1974’de yayınlanan günlüğünde “… Herkes korkudan ve dehşetten donmuş vaziyette. Tümü de çıt çıkarmadan, öldürüldükten sonra gizli bir toplu mezara götürülüp gömülen küçük çocukla ilgili dehşet verici ayrıntıları dinliyorlar: Oğlunun cesedini arayan yaşlı adamın kendisi de hemen orada vurularak öldürüldü. Merkezi Cezaevlerinde, işkenceler, infazlar…” şeklinde yazarak çok açık bir şekilde katliamı ortaya koymuştur.
Kıbrıs’ta olayların 1963 de değil 1974’de başladığını iddia edecek kadar yalancı olan Kıbrıs’lı Rumların, kayıplar konusundaki sözlerinin de diğerleri gibi sahtekarlığa ve yalana dayalı olduğu ortaya çıkmaya başladı.
Birde aklımı kurcalayan başka bir şey var. Kemikleri bulunan 20 kişinin bazılarının Kıbrıs’lı Rum, bazılarını da Yunanlı olduğu açıklandı. Hadi Kıbrıs’lı Rumları anladım da, asker elbiseli Yunanlıların ne işi vardı Kıbrıs’ta.