İzini bırakıp giden babam Hakkı Atun
Rahmetlik Babam Prof. Dr. İbrahim Hakkı Atun bundan tam dokuz sene evvel Allah’ın Rahmetine kavuştu, sessiz, sakin ve yüzünde bir gülümseme ile. Sabah uyandığımızda bizi çoktan bırakıp gitmişti.
Kendisi gitti ama Kurucusu olduğu Van 100. Yıl Üniversitesi, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, Elazığ Veteriner Enstitüsü, Pendik Veteriner Enstitüsü gibi bilim yuvaları, Doğu Akdeniz Üniversitesi Vakıf Yönetim Kurulu Başkanlığı, Yakın Doğu Üniversitesi Rektörlüğü ve daha 1975 yılında KKTC’nin Üniversiteler adası olmasının fikrini ortaya atarak kıvılcımı çakması gibi eserleri bu dünyada kaldı. Belli ki uzun bir müddet daha kalmaya da devam edecek.
Herkesin babası kendine kıymetli ve özel, ancak benim babam yokluk yıllarının Kıbrıs’ında, daha yirmi yaşına bile girmeden, yol, sokak bilmeden, elinde tahta bavulu ile canını dişine takarak tek başına yollara düşmüş bir gözü pek. Hayatında ilk kez gördüğü adına gemi denen taşıta Larnaka’dan binerek yollara düşmüş, Karpaz bölgesinin imamı ve hocası olan babası (dedem), rahmetlik Mehmet Rifat Efendi’nin birkaç hayvanını satarak cebine koyduğu üç beş kuruş ile.
Olgunluk sınavını geçip, kazandığı Türkiye Cumhuriyeti’nin verdiği yatılı burs ile Ankara Üniversitesine kaydını yapmış. Şansa bakın ki Ankara Üniversitesi’nde eğitime başlayan babam, Atatürk ile karşılaşma şansına da sahip olmuş, hem de birkaç kez. Yatılı okul dışındaki yaşam giderlerini karşılayabilmek için çeşitli işler yapmış babam. Kravat, çorap, cüzdan ve kemer imal etmiş, eski bisikletleri alıp, yenileyerek satmış. Fakirlik kolay değil. ABD’de burslu olarak hem Lisans Üstü eğitimini tamamlamış hem de laboratuvarlarda çalışmış. Dönüşünde mecburi hizmet olarak Elazığ’a tayin edilmiş. Boş duramayan babam, 1952 yılında T.C. Tarım bakanlığını ikna ederek “Elazığ Bakteriyoloji ve Seroloji Enstitüsü”nü kurmuş babam, hem de sıfırdan, aynen Van Yüzüncü Yıl Üniversitesini seneler sonra gene sıfırdan kurduğu gibi. O dönemde birkaç parça laboratuvar aletinin uluslararası patentini de almış babam. Bunlardan en ünlüsü “Atun pensi”. Başbakan Adnan Menderes, eli değsin, adam etsin diye babamı Elzaığ’dan İstanbul’a, Pendik Veteriner Enstitüsüne tayin ettirmiş, görevini tamamlayınca da Ankara’ya almış babamı. Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) babamın farkına varınca da babamın yurt dışı görevleri başlıyor. Bu nedenle kıl payı Hindistan’da doğmadım.
Babamı İngiliz Sömürge Yönetimi de rahat bırakmıyor ve 1950’lili yılların ikinci yarısında Kıbrıs’taki bir salgın hastalık nedeni ile adaya çağrılan babam önce Lefkoşa’daki Laboratuvarın başına getiriliyor, sonra da adanın tüm ilçelerinde görev yapmaya başlıyor. Önemli bir görevde olduğu için de Grivas hariç, Makarios dahil, dönemin tüm Rum ve Türk siyasileri ile tanışmak fırsatım oldu. Irak’taki General Kasım hükümeti Türkiye’den ve Dünya Sağlık Teşkilatı’ndan salgın hastalık uzmanı isteyince babama Irak yolu gözüktü ve ertesi yıl babamın tayini Irak’a, Bağdat Üniversitesine çıktı. Bu defa da Irak’ın önemli kişileri ile tanışmaya başladım. Saddam Hüseyin’ini de sadece bir kez Türkiye-Irak Ordu Takımları maçında görebilmiştim tribünlerde.
Babamın aklında artık memlekete dönmek vardı ve gözüne de Hacettepe Tıp Fakültesini kestirmişti. Çok titiz biri olan Prof. Dr. İhsan Doğramacı öğretim üyesi seçerken bayağı ince eleyip sık dokumasına rağmen, babamı daha ilk günden işe başlatmıştı ““ününüz sizden evvel buraya ulaştı. Yarın Patoloji bölümünün başkanı olarak görevinize başlıyorsunuz, odanız hazırlanmıştır” diyerek.
Şansa bakın ki, 20 Temmuz 1974 tarihinde başlayan Mutlu Barış Harekatında babam Kıbrıs’tadır. Tıp eğitimindeki bilgilerini kullanarak Mağusa hastanesinde yaralıların tedavisine gönüllü olarak koşar. Mutlu Barış Harekatı’nda arşiv niteliği taşıyacak birçok değerli fotoğraflar çeker ve Mağusa’da yaşanan olayları ölümsüzleştirir. Babam Hakkı Atun’un Başbakan Bülent Ecevit’e ve Başbakan yardımcısı Turhan Feyzioğlu’na bıkmadan yazığı mektupları ile başlayan Kıbrıs’ın üniversite eğitimi merkezi olması süreci, kararlı tutumu ile nihayet olumlu bir sonuca ulaşır ve günümüzün DAÜ’sü olan Yüksek teknoloji Enstitüsü Mağusa’da kurulur.
Patoloji bölümündeki başarıları kendisine Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesinin (kurucu) Dekanlığını getirir. Birkaç yıl sonra da dönemin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı kendisini “Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi”ni kurmakla görevlendirir. Yüksek Öğrenim Kurumu’nun (YÖK) kararından sonra Van Üniversitesini kurmak için yola çıkar ve Doğu Anadolu’nun en iyi üniversitesi olan Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ni kurarak Kurucu Rektörü olur. Bu görev bir başka gururdur babam için. Hürriyet Gazetesi’nin yazdığı gibi “Elinde bir ibrikle” Van’a gider ve üniversiteyi sıfırdan yaratarak kurar. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi babamın KKTC’ye dönemsinden sonra vefalı davranır ve adını Konferans salonuna vererek ölümsüzleştirir.
1984 yılında, KKTC Cumhurbaşkanı rahmetlik Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş kendisinden Doğu Akdeniz Üniversitesi mütevelli heyetine girmesini ve Teknoloji Enstitüsünden Üniversiteye geçişine yardımcı olmasını ister. Bu talep üzerine KKTC’ye kesin dönüş yapan babam, önce Doğu Akdeniz Üniversitesi Vakıf Yönetim Kurulu üyeliğine sonra da başkanlığına seçilir, Cumhurbaşkanı rahmetlik Rauf R. Denktaş’ın da akdemi konusunda danışmanı olur.
Atun, 1988 yılında Cemaat Meclisi’nin üst katında ilk açılış konuşmasını yaptığı “Yakın Doğu Üniversitesi”nin de bilahare Rektörlüğüne atanır.
Başarılarla dolu yaşamı 2009 yılının 13 Kasım’ında yatağında gece uyurken sessizce son bulur. Vefalı sevenlerinin katıldığı görkemli bir törenle Gazimağusa’da ebedi istirahatgahına defnedilir.
Allah’ın rahmeti üzerinden hiç eksik olmasın, mekanı Cennet’te nurlar içinde yatsın babam.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ataatun@gmail.com (Kişisel) , ataatun@csu.edu.tr (Akademik)
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
İngiliz dönemindeki dini haklarımız
Kıbrıs adası, 1878 – 1960 yılları arasında 82 yıl İngiliz idaresi altında kaldı.
Bizler Kıbrıslı Türkler İngiliz Sömürge dönemi yılları içinde dördüncü sınıf vatandaştık.
İngilizler birinci sınıf, Rumlar ikinci sınıf, Maronitler, Ermeniler ve Latinler üçüncü sınıf, biz ise en sonda idik.
Nüfusumuzun, Maronitler, Ermeniler ve Latinler’in toplamından daha fazla olmasına rağmen, onlar Hristiyan oldukları için bizlerden daha avantajlı konumdaydılar.
Adanın kralı İngilizlerdi. Herşey onlar için mubahtı.
İngiliz ordusunda görevli bir İngiliz Çavuş, sömürge yönetiminde, devlet dairesindeki en yüksek mevkideki Kıbrıslı Rum, Türk, Maronit, Ermeni veya Latin bir memura emir verme yetkisine sahipti. Ve bu memurun da bu emri yerine getirmemek gibi bir lüksü yoktu. Ya emri yerine getirirdi, ya da kovulurdu. Yerli devlet memurlarının hiçbir iş güvencesi olmadığından işlerine son verilmeleri İngiliz amirlerinin iki dudağı arasındaydı. “You are dismissed” dendiğinde, pılısını pırtısını toplar daireden çıkar giderdi.
İngilizlerin katı bir devlet yönetimi vardı ve suç işleyeni asla affetmezlerdi. Suçun büyüklüğüne oranla cezası da büyürdü. Trafik suçu dışında suç işleyen kişiler adeta aforoz edilirlerdi. Bırakın devlet memuru olmayı, yarı zamanlı veya sözleşmeli dahi devlette istihdam edilemezler, hazineden hiçbir koşulda ve gerekçe ile maaş veya ödenek alma hakkına sahip olamazlardı. Muhtar azalığı adaylığına bile başvuramazlardı suç işleyenler. İngiliz Yönetimine başkaldıranlar cezalarını aileleri ile birlikte çekerlerdi. Bütün taşınır mal ve mülkleri yasal yollardan, vergiler konarak, cezalar kesilerek ve benzeri uygulamalar ile ellerinden alınır, yok edilirdi. Bu uygulama çok gaddarca olmasına kıyasla adada suç işleme yüzdeliğini de neredeyse sıfıra indirmişti. Hiç kimsenin haddine değildi suç işlemek.
Özel yaşamda çok etkili bir şekilde hissedilen İngiliz idaresinin demir yumruğu, dini inanış ve yaşamda alabildiğine özgürdü.
Adada yaşamlarını sürdüren İngilizlerin, Rumların, Türklerin, Maronitlerin, Ermenilerin ve Latinlerin dini inanış ve ritüelleri birbirinden farklıydı. Türklerin dışındakilerin tümünün Hıristiyan olmalarına karşın hepsinin dini inanışlarında ve ayinlerinde gözle görülebilen farklılıklar bulunmaktaydı.
Ortodoks olan Rumlar, başları sıkışınca yardımı “Kudretli İsa”dan (Panaiya) veya da her konunun kendine özgü koruyucusu olan “Aziz”lerinden isterlerdi. Yüzlerce Azizleri vardı Rumların ve “Allah”a çok başvurmaz, yalvarmazlardı. Boyunlarında haçları da hiçbir zaman eksik olmazdı. Rumlar, Maronitler, Ermeniler ve Latinler dış görünüş olarak birbirlerine çok benzemelerine rağmen benim için onları ayırabilmenin en kolay yolu, boyunlarındaki haça bakmaktı. Haç varsa Rum’du, yoksa ve Rumca konuşuyorsa, azınlıklardan biriydi.
Anglikan olan İngilizler’in Rumlara kıyasla dini inanışları ve ayinleri biraz daha basit düzeyde idi. Boynunda göze batacak şekilde haç taşıyan bir İngiliz gördüğümü pek hatırlamıyorum.
İngiliz Sömürge İdaresi biz Kıbrıslı Türklere Türk bayrağını kullanmak ve İstiklal marşını okuma yasağını getirmiş olmasına rağmen, okullarımızda dinimizin ders olarak okutulması ve öğretilmesi ile her Cuma günü öğleyin zoraki olarak camiye giderek topluca Cuma namazı kılmamızı eğitim müfredatı içine koymuştu. O dönem Türklük olgusunu yok etme düşüncesinden olsa gerek dini farklılığımız ön plana çıkarmışlar, Türk Lisesinin adını İslam Lisesi koymuşlardı.
Cuma günleri, öğlen ezanı okunmadan yarım saat önce ders biterdi. Topluca bahçedeki musluklarda abdestimizi alır ve ikişerli sıraya dizilirdik. Sonra da “sol-sağ, sol-sağ” hep birlikte camiye yürüyerek giderdik. Bazılarımız camide tekrar abdest alırdı. Topluca camiye girer, namazımızı kılar, Cuma hutbesini dinler, sonra tekrar topluca Cuma namazını kılar ve okula yürüyerek, geri dönerdik.
Din derslerimizde de gerekli olan tüm dualar okutulur, öğretilir ve içerikleri açıklanır, gerekli dini bilgiler verilirdi. Bu uygulama Kıbrıs Cumhuriyeti döneminde de, soykırıma uğradığımız 1963-1974 yılları arasında, İngiliz döneminde olduğu yoğunlukta olmasa da devam etti.
Diyeceğim o dur ki, okullarda öğrencilere namaz kılmanın öğretilmesi yeni ve Türkiye’nin empoze ettiği bir olay değil. Biz Kıbrıs Türkleri çocukluğumuzda aynı müfredatı aldık, dini bilgilerimizin çoğu okullarda verildi.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ataatun@gmail.com (Kişisel) veya ataatun@csu.edu.tr (Akademik)
http://www.ataatun.org Facebook: AtaAtun1
Yunanistan’ın Ege ve Kıbrıs siyaseti değişiyor
Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras’ın. Dışişleri bakanı Kocias’ın istifasından sonra Ege adaları, Balkanlar, Türkiye ve Kıbrıs’a ilişkin konulardan sorunlu tek yetkili haline gelmesi Yunanistan’ın Ege ve Kıbrıs konusunda yeni bir strateji uygulayacağının habercisi gibi.
Konuyu biraz açalım; Dönemin Yunan hükümeti, Birleşmiş Milletlerin yayınladığı 1982 III. Deniz Hukuku Sözleşmesini 31 Mayıs 1995 tarihinde kısa adı Vouli olan Yunan Meclisinde onaylatmasından sonra Ege’de 12 mil Karasuyu hakkını hukuki olarak kullanmaya yetkili hale geldi. Yunan Meclisinin bu kararına karşılık olarak dönemin Türkiye Cumhuriyeti hükümeti konuyu Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) taşıdı ve 8 Haziran 1995 tarihinde içeriğinde “Savaş nedeni” manasına gelen “casus belli” imasının da yer aldığı bir bildiri yayınladı.
Yunan hükümetinin, Yunan adalarının karasularını 6 milden 12 mile çıkarmak istemesine karşılık olarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin TBMM’ye sunduğu ve alkışlarla kabul edilen Türk bildirisi, Yunanistan’ın Ege’de karasularını 12 mile çıkartması halinde an itibari ile o gün iktidarda bulunan Türkiye Cumhuriyeti hükümetine her türlü askeri tedbiri almayı ve buna ilaveten Yunanistan’a karşı savaş açmak dahil her türlü yetkiyi veriyor. (Bakınız https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_b_sd.birlesim_baslangic?p4=692&p5=t&page1=1&page2=2)
TBMM’nin bu bildirisinden sonra Yunanistan III. Deniz Hukuku Sözleşmesi ile sahibi olduğu 12 mil karasuyu hakkını saklı tutmayı tercih edip, uygulamaya koymazken, Ege’de teamül hukuku oluşturma yolunda zaman kazanmayı ve de uluslararası politikada da son sözün kendisinde olduğu imajını yaratmak yolunu seçti.
Ege konusunda süren itilafın kesin olarak çözülmesi konusunda ilk barışçıl ve kesin siyasi adımı 1997 yılında, dönemin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Süleyman ile Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis attı. ABD Dışişleri Bakanı Madlene Albright’in ev sahipliğinde Madrid’de yapılan toplantı sonrasında yayınlanan resmi bildiride, Yunanistan, Ege’de statükoyu değiştirecek tek taraflı eylemler yapmamayı, Türkiye de kuvvet kullanmamayı kabul etti. (Bakınız http://www.turkishgreek.org/kuetuephane/item/29-madrid-declaration-joint-communique-on-greek-turkish-relations-july-8th-1997)
Karasuları üzerindeki egemenlik hakları sadece denizde değil, karasuları üzerindeki hava sahasını ve bu suların deniz yatağı ile toprak altını da kapsaması nedeni ile basit dostluk gösterileriyle, birlikte kahve içmeyle veya uzo yudumlamayla çözülecek bir sorun değil bu konu aslında.
Türkiye’nin, Yunan adalarının karasularının 12 mile çıkmasını kabul etmesi demek, Yunanistan’ın izni olmadan hiçbir Türk hava ve deniz taşıtının Ege denizinden veya Ege hava sahasından geçme hakkı olmayacak demek.
Gelelim esas konuya; Yunanistan Başbakanı Çipras geçtiğimiz gün Dışişleri Bakanlığında düzenlediği toplantıda karasularının genişletilmesi planı ve Türkiye ile ilişkileri ele aldı. Bu toplantıda alınan karara göre, geçen ayın ortalarında Dışişleri bakanlığı görevinden istifa eden Nikos Kocias’ın, bakanlığı döneminde Mora ve Girit arasındaki Antikithira adası ve iki diğer bölgede Yunanistan karasularının 6 milden 12 mile çıkarılması yönünde hazırlattığı kararnamenin durdurulması ve yasa tasarısı olarak Yunan Meclisine gönderilmesi kararlaştırıldı. Buna ilaveten de Balkanlar, Türkiye ve Kıbrıs’a ilişkin konuların da doğrudan Başbakan Aleksis Çipras’a bağlı olması kararı alındı.
Yunanistan Başbakanı Çipras’ın, Ege’deki Yunan adalarının karasularının 6 milden 12 mile çıkarılması ile ilgili TBMM’nin 1995 tarihli Bildirisine ve 1997 tarihli Madrid Mutabakatına rağmen eski Dışişleri Bakanı Koçias’ın karasularının genişletilmesine ilişkin kararnamesini durdurarak, yasa tasarısı olarak meclise getirmek ve Yunan Meclisinde mevcut siyasi partilerinde konuya taraf olarak tartışılmasını istemesi, Yunanistan’ın Türkiye ve Türkiye ile ilgili konularda yeni bir dış politika uygulayacağı sinyallerini veriyor. Özellikle Doğu Akdeniz’de İsrail’in doğalgaz çıkarmaya başlamış olması ve Kıbrıs Rum Yönetimi ile KKTC ile Türkiye’nin Münhasır Ekonomik Bölgeleri içinde doğalgaz araştırmasının ve çıkarımının başlayacak olması ve bu nedenle yaşanabilecek siyasi, ekonomik ve askeri krizler belli ki Yunanistan’ı harekete geçirmiş durumda…
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ataatun@gmail.com (Kişisel) , ataatun@csu.edu.tr (Akademik)
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Kıbrıs sorunu zoraki çözüm kulvarında
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Nikos Anastasiadis, 24 Nisan 2004 tarihinde yapılan tarihi Annan Planı Referandumundan evvel DISY Başkanı olarak ortaya attığı ve arkasında durduğu “Zayıf Merkezi hükümet, güçlü kurucu eyaletler (Devletler)” bugünün tanımı ile “Gevşek Federasyon” düşüncesini geçtiğimiz haftalarda tekrar ortaya attı ve ilgili kesimlerin tepkisini beklemeye başladı.
İlgili kesimlerden kastım, Kıbrıs Rum halkı ve Rum siyasiler, Kıbrıs Türk halkı ve Kıbrıslı Türk siyasiler, Türkiye Cumhuriyeti devleti ve basını, Yunanistan devleti, Yunan basını ve Yunan halkı, AB yöneticileri ve BM ile ABD yönetiminde Kıbrıs konusu ile ilgili yetkililer.
Annan Planının tartışıldığı günlerde, o dönemde DISY Başkanı olan Anastasiadis, “Zayıf Merkezi hükümet, güçlü kurucu eyaletler (Devletler)” düşüncesini “Sayıları çok fazla olan Kıbrıslı Türk memurların maaşları ile KKTC’nin borçlarını Kıbrıs Rum halkı olarak ödemek ve üstlenmek istemiyoruz” tezine dayandırıyordu. Anastasiadis’in istediği, Federal Devletin kurucularından birisi olacak olan “Kıbrıs Türk Devleti”nin, kendi gelirleri ile zayıf olan Merkezi hükümetten hiçbir maddi katkı beklemeden ve almadan, Kıbrıslı Türk memurların maaşlarını ödemesi ve Türkiye’ye olan borcun da Kıbrıs Türk halkı tarafından ödenmesi idi.
Ne hikmetse Rum lider Anastasiadis, -biraz da art niyetli olarak- 14 sene evvelki fikrini hatırladı ve birkaç hafta evvel piyasaya sürdü. Tepkisinden en çok korktuğu Güney Kıbrıs’ta yaşamlarını sürdüren Rum halkı ve Rum basını Anastasiadis’in bu düşüncesine bırakın şiddetli bir tepkiyi, sıradan bir refleks bile göstermezken, Kıbrıs Rum Ulusal Konseyi karşısına duvar gibi dikildi ve önerisini sunmasına bile izin vermedi. Anastasiadis adeta duvara tosladı Ulusal Konseyde.
Ruhani başkanı olduğu kendi partisi DISY’nin, takım ortağı veya buna Türkiye’de AKP ile MHP arasında olduğu gibi “Cumhur İttifakı” yaptığı DIKO’nun ve Güney Kıbrıs’taki komünist ve aşırı solcuların partisi olan AKEL’in bile karşı çıkacağını öğrenen Anastasiadis, “Gevşek Federasyon” düşüncesini Ulusal Konseye sunamadı. Tam tersine böyle bir söylemi yapmadığını iddia etti. İnkar iddiasını da ünlü “Bozacının şahidi şıracıdır” deyişine uygun olarak, 2014 -2017 yılları arasında Avrupa Parlamentosu Başkanlığı görevini yapan Martin Schultz’a dayandırdı.
Martin Schultz, nereden gerektiyse yaptığı açıklamada, “Anastasiadis, bana gevşek federasyon önermedi. (Anastasiadis’e hitaben) Crans-Montana’da çok yaklaştınız, bunun zemini de iki bölgeli, iki toplumlu federasyondu, bu zeminde müzakerelere geri dönün. Müzakereler, görüşülmüş çerçevenin dışında, ülkenizi derin bölünmeye sürükleyecek iki devlet çözümü için değil, herhangi başka bir belirsiz çözüm için değil” diyerek güya kendisini akladı.
Kıbrıs sorununda son 50 yıldır devam eden müzakereler ve halen daha sorunun çözümlememiş olması, Doğu Akdeniz’deki petrolün ve doğalgazın üzerinde kullanım egemenliği kurmak isteyen ve adına “Batı dünyası” denilen BM, ABD ve AB’nin önünde, büyük ve aşılması zor bir engel oluşturmaya başladı. O yüzden de Batı dünyası bir an evvel Kıbrıs sorununu çözmek ve öncelikle bölgeden çıkarılacak doğalgaz ile ikinci aşamada çıkarılacak petrolü hem kullanmak hem de enerji kozu olarak kullanmak istemekte. O sebeptendir ki Kıbrıs konusu, artık bir şekilde çözülmesi gereken sorun olarak, BM’nin, AB’nin ve ABD’nin dış politika gündemine girerek, en üst sıralarda da yerini aldı.
Şu an itibarıyla Kıbrıs sorunu, Rumların ve Türklerin tam istedikleri şekilde değil, BM’nin AB’nin ve ABD’nin çıkarlarına zarar vermeyecek ve bölgede herhangi bir nedenle silahlı çatışmaya ve sürtüşmeye yol açmayacak, ileriki yıllarda da büyük boyutlarda huzursuzluk yaratmayacak bir sonuca doğru çözülmesi mecrasına sokulmuş gibi. Kıbrıs’ta yaşayan iki halk kabul etse de etmese de, bu süreçten geri dönüş yok, müzakereleri savsaklayarak süreci uzatmak ve statükoyu devam ettirmek de yok. İllaki Batı dünyasının uygun göreceği bir çözüm, taraflara empoze edilecek…
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ataatun@gmail.com (Kişisel) , ataatun@csu.edu.tr (Akademik)
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Bu hafta DİYALOG TV’deki programımızda, başarılı sunucu MERT ÖZDEŞ ile Haftanın önemli dış Siyasetinde yaşanan olayları tartıştık. Tekrarı 26 Ekim Cuma günü saat 20.00’de ve diğer günler sabah ve öğlen kuşaklarında yayınlanacaktır. İzlemenizi tavsiye ederim.
Yayın adresi: https://www.facebook.com/diyalogtv/videos/2166835563540053/