İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında havacılığın süratle gelişmesi karşısında uluslararası uçuşların emniyetli, süratli ve muntazam olarak yapılması ve hava seyrüseferi ve taşımacılığıyla ilgili hizmetlerde standardizasyon sağlanması amacıyla uluslararası bir teşkilatın kurulması ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu amaçla ABD’nin Şikago kentinde düzenlenen uluslararası konferans sonunda hazırlanan Uluslararası Sivil Havacılık Konvansiyonu (Şikago Sözleşmesi) 7 Aralık 1944 tarihinde kabul edilmiştir.
Bu konvansiyonla ayrıca Uluslararası Sivil Havacılık Teşkilatı (ICAO) adı altında bir teşkilat kurulmuş ve 1947 yılında faaliyete geçmiştir. “ICAO” o zamandan beri dünyadaki sivil havacılık düzenlemelerine yön veren tek kuruluştur.
FIR’ların tespiti ile ilgili çalışmalarda ilk kez 1946 yılında bu teşkilat tarafından başlatılmıştır. Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs ve Ortadoğu ülkeleriyle ilgili FIR sınırları Kasım 1950 ayında İstanbul’da yapılan İkinci Ortadoğu Bölgesel Toplantısı’nda ele alınmıştır. Mart 1952 tarihinde Paris’te yapılan Üçüncü Avrupa Bölgesel Hava Seyrüsefer Toplantısı’nda Türkiye’nin FIR sınırları güney ve güneydoğu bölgesi hariç bugünkü şeklini almıştır.
Türkiye ile Yunanistan arasında 1963 yılına kadar FIR veya Ege’nin uluslararası hava sahasının Türk askeri uçakları tarafından kullanılmasıyla ilgili önemli bir sorun veya anlaşmazlık yaşanmamıştır. 1963 ve 1964 yıllarında Kıbrıs’ta Rumların sebep olduğu olaylar ve 1974 yılında Kıbrıs’ta gerçekleştirilen Barış Harekatı’ndan sonra sorunlar çığ gibi büyümeye başladı.
Avrupa Birliği, Avrupa sahası üzerindeki hava trafik denetim mekanizmasını geliştirmeyi hedefliyor. AB’nin talimatı, 29 bin feet üzerindeki yükseklikte hem ülke FIR Hattı’nın komşu FIR hatlarıyla birleştirilmesini hem de uçuş denetim merkezlerinin 60’dan 8 bölgesel uçuş denetim merkezine düşürülmesini öngörüyor.
Türkiye bu gelişmeden yararlanarak, Fransa, İtalya ve İspanya’nın büyük şirketleriyle bağlantı kurup, elde ettiği gelişmiş aletlerle, 8 bölgesel uçuş denetim merkezinden birini Türkiye sınırları içinde kurmak amacında. Bunun sonucu olarak da Kıbrıs’ın güney bölgeleri de dahil olmak üzere “Lefkoşa Fır Hattı”nın önemli bir bölümünü kendi denetimine almayı amaçlıyor.
Türkiye’nin bu girişimine karşın Rum tarafı da, bu yeni gelişmeyi elden geldiğince önlemeye çabalıyor. Aksi takdirde, kendi hava sahasını bile Türkler idare edecek ve artık Ercan üzerinden uçan uçaklara, Ercan’ı korsan olarak tanıtamayacaklar.
Eurocontrol, bu konudaki çalışmaların ilk adımı olarak “yeni bir sözleşme hazırladı” ve ilgili FIR hatlarını belirledi.
Türkiye şimdi, uygulamanın öngördüğü şekilde Eurocontrol’un yeni sözleşmesini Belçika Dışişleri Bakanlığı’na sunmaya hazırlanıyor. Türkiye, Eurocontrol’un değiştirilmiş sözleşmesini onaylayacağını ancak Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti ve dolayısıyla Lefkoşa uçuş kontrol bölgesini (Lefkoşa FIR hattı) tanımadığını belirten bir deklarasyon yayınlayacağını belirtti.
Rumlar ise bu yeni gelişme karşısında Türkiye’nin yeni Eurocontrol sözleşmesini onaylamasını ve aynı zamanda “Kıbrıs FIR Hattını” tanımadığı ile ilgili deklarasyon yayımlamasının 1969 Viyana Sözleşmesine aykırı olduğunu iddia ediyorlar. Rum hukukçulara göre Türkiye, Lefkoşa FIR hattının resmen tanınmış ve o zaman itiraz etmediği için de 1991’den beri Eurocontrol sözleşmesinde yer almakta.
Türkiye, onaylı olan “Lefkoşa FIR Hattı” haritasının diğer ülke FIR bölgeleriyle Eurocontrol’un değiştirilmiş sözleşmesinde yer almasının, ileriki günlerde 3 Ekim müzakere belgesi çerçevesindeki limanların açılması koşulu uyarınca başına iş açmasından çekiniyor.
Türkiye’nin havaalanlarını Rum uçaklarına açması, hava taşımacılığının Gümrük Birliği kapsamında net olarak yer almaması nedeni ile şimdilik kesin bir koşul değil. Eğer bu yeni sözleşmeye “Lefkoşa FIR Hattı”nı tanımadığını koymazsa veya deklere etmez ise, başı durup dururken derde girecek.
AB üyelik müzakerelerinin başlamasından ve 3 Ekim’de Müzakere Çerçevesinin belirlenmesinden sonra Türkiye ile AB + AB destekli Kıbrıs Rumları arasındaki ilk raund, havada başladı.
Dünkü yerel gazetelerin birinde, Dışişleri Eski Bakanı, Avrupa Birliği Uyum Komisyonu Başkanı, AKP Düzce Milletvekili Yaşar Yakış ile yapılan bir söyleşi vardı.
1938 yılında Akçakoca’da doğan ve AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun olan Yakış, 1962 yılında girdiği Dışişleri Bakanlığında en alt kademeden başlayarak Büyükelçiliğe kadar çıkan bir dizi diplomatik görevler yaptıktan sonra 2001 yılında emekli oldu. 2002 yılında kurulumuna katıldığı AKP’den Düzce Milletvekili seçilerek parlamentoya girdi ve AKP hükümetinin ilk Dışişleri Bakanlığı görevine getirildi.
Niye bunları yazdım.
6 tane kitabı yayınlanmış ve Suudi Hükümeti tarafından Kral Abdülaziz nişanı (birinci derece) ile taltif edilmiş olan bu deneyimli kişinin “Türkiye’nin Limanları” ile ilgili yapmış olduğu yorum, geçmişine bakıldığı vakit çok önem taşıyor da ondan.
Yakış söyleşisinde, bize ve tüm dünyaya açık ve net iki tane mesaj veriyor.
1- Limanların açılmasının AKP’nin gündeminde olduğu,
2- Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin Türkiye Hükümeti tarafından resmen tanınmasının söz konusu olmadığı,
Bence Yakış bu sözleri ile, Limanlar konusunda, AKP’nin daha evvel de başka konularda yapmış olduğu gibi “bir kamu oyu yoklaması” yapıyor. Eğer bu sözlere, halktan veya askerden fazla bir tepki gelirse, hükümetin taktiği sorumluluğu Yakış’ın sırtına yüklemek ve “Bu görüş Yakış’ın kendi özel görüşüdür ve bizi bağlamaz” demek olacaktır.
Yok hiç ses çıkmazsa veya çıkan sesler cılız olursa, AB’ye “limanlarımızı Kıbrıs (Rum) Bayraklı gemilere 30 Mart 2006’da açacağız” mesajını verecek ve buna karşın da, içteki kamuoyunu etkilemek ve limanların açılışının önemsiz göstermek için AB’den “KKTC’deye uygulanan izolasyonların göstermelik de olsa biraz kaldırılmasın veya delinmesini” resmen talep edecek. Büyük bir olasılıkla AB ile danışıklı bir dövüş içinde her iki olay da hemen hemen aynı güne rast gelecek veya getirilecek.
Tanınma konusunda ise Sayın Yakış’ın söyledikleri ve vurguladıkları diplomasi lisanı ile çok doğrudur. Limanların açılması, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin Türkiye tarafından sadece “de facto” şeklinde tanınmasından öteye geçemez. Türkiye’nin, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini “resmen tanıması” yani “de jure” şeklindeki tanıması ancak bunu kendisinin resmen deklere ettiği ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Büyükelçisinin itimatnamesini T.C. Cumhurbaşkanına sunduğu ve Cumhurbaşkanının da resmen kabul ettiğini açıkladığı vakit gerçekleştirmiş olur. Başka türlüsü sadece “gayrı resmi” veya “de facto” tanımadır ve siyasi açıdan geçersizdir.
Buna örnek olarak da, söz verildiği üzere eğer bir gün, KKTC üzerindeki izolasyonlar hafifletilip, Mağusa, Ercan ve Girne limanlarından giriş-çıkışlar ve ticari mal ithalatı-ihracatı yapılmaya başlanırsa, bu KKTC’nin resmen yani “de jure” olarak tanınması manasına gelmeyeceğidir. Bu tanınma aynen dünya devletleri tarafından Tayvan’ın tanındığı gibi sadece ve sadece “de facto” bir tanınmadan öteye geçmeyecektir.
Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin, Türkiye Hükümeti tarafından resmen tanınması konusunda ise, Türkiye’deki hiç bir hükümetin, Kıbrıs’ta, Kıbrıs’lı Türklerin kabul edeceği bir zemin üzerinde çözüme ulaşılmadan Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini veya diğer tabirle “Güney Kıbrıs Rum Yönetimini” tanımasının mümkün olamayacağını çok açık ve net olarak vurgulaması ise bu kararın, “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti”nin ve de “Derin Devletin” değişmez bir görüşü ve kararı olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu çok açık ve net bir mesajdır.
Büyük bir olasılıkla, Türkiye-AB müzakerelerinde tanınma konusunu içeren 29,30 ve 31.ci başlıklara gelinmeden BM’de Kıbrıs sorunu çözüme ulaştırılacak ve Türkiye bu yeni devleti tanıyarak bu yükümlülüğünü yerine getirecek.
Türkiye’de bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye-AB Karma Komite Eşbaşkanı Yost Lagendik’in Brüksel’de bir seminerde yaptığı konuşmada, Kıbrıs konusundaki mevcut durgunluk için Rum Yönetimi’ne sorumluluk yüklemesi ve Kıbrıs Türklerine uygulanan izolasyonunun kaldırılması için önümüzdeki 2-3 ayda Kıbrıs Rum tarafına baskılar yapılacağını açıklaması ise Kıbrıs konusundaki gerçeklerin artık görülmeye başlandığının bir işaretidir.
Bu güne kadar sadece “Rumları” dinleyenler artık adada başkalarının da bulunduğunun ve Rumların doğruları konuşmadıklarının aniden farkına vardılar.
Rumların 22 veya 29 Mayıs 2006 tarihinde yapılacak Milletvekili seçimleri ile 18 Şubat 2008 tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanı seçimleri, Türkiye-AB müzakerelerini ve Kıbrıs sorununun çözülmesi girişimlerini çok olumsuz etkileyecek.
Her iki konu da, siyasete alet edileceğinden ve Rum siyasilerin Türk düşmanlığını oya çevirmek istek ve çabaları nedeni ile sürüncemede bırakılacak. Hiçbir Rum siyasetçi, bu dönem içinde Türklere karşı tavizkar olmak istemeyecektir.
Buna karşın, ABD ve İngiltere, Türkiye’nin müzakere sürecindeki sıkıntıları ve deklarasyon ile limanlar konusundaki baş ağrısı nedeni ile hem AB içinde hem de BM içinde girişimler yaparak, paralel bir çalışma ile bu sıkıntıları hafifletmeye çalışıyorlar.
Şimdilik perde arkası gelişmelerden, Tasos Nikolaos Papadopulos’un pek haberi yok. Papadopulos bu gün 71 yaşında ve EOKA’cı olması nedeniyle zaman zaman AKEL ile “EOKA doğrumuydu, yanlışmıydı?” çatışması içine giriyor. Eğer Papadopulos’un ömrü vefa ederse, 18 Şubat 2008’de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerine tekrar aday olmak düşüncesi şimdilik yok gibi. Kendi düşüncesi ve hayat felsefesine göre “Tarihi Misyonunu” tamamladı.
Annan Planını halkına reddettirerek, teslim aldığı Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin yok edilmesini önledi. 1955-59 yılları arasında Rumlara göre “Kurtuluş Mücadelesi” vermiş olan 2500’e yakın EOKA’cıyı tarihi kayıtlara geçirerek, her birine birer tane altın madalya verdi. Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin AB’ye katılımını, Lahey’deki taktiği ile kesin bir şekilde sonuçlandırdı.
Şimdi iyice biliyor ki, ABD, İngiltere, BM ve AB artık ensesinde. Kıbrıs sorununa çözüm getirmek için başlatılacak girişimlerde ve müzakereler süreci içinde oyun bozanlık etmesi olasılığı çok az.
Gelişmelerin hangi yönde olacağı ve Türkiye’nin AB çerçevesi içinde Kıbrıs Cumhuriyeti’ne olan yükümlülüklerini yerine getirmeyi reddetmesine rağmen, Rumlar müzakerelere hazırlanmaları konusunda mesajlar alıyorlar.
ABD ve İngiltere üyelik müzakerelerinin başlıklarının görüşülmeye başlamasından önce Türkiye’nin önünün açık olmasını istiyorlar ve Kıbrıs sorunu gibi sürekli olarak önünde bulacağı engelleri bir an evvel aşması gerektiğini düşünüyorlar.
Dönem başkanı İngiltere’nin girişimleri nedeni ile Avrupa Komisyonu, Kıbrıslı Türkler’e yönelik AB tüzüklerini, muhtemelen Kasım ortasından önce onaylanması ve yürürlüğe konması amacıyla yeniden gündeme getirecek. Tüzüklerin onayı 2006’ya sarkarsa 120 milyon Avro, kullanılmadığı için tekrar bütçeye geri döneceğinden Kıbrıs’lı Türklerin ekonomik kalkınması için ayrılmış olan 259 milyon Avro, bu nedenle 139 milyona düşecek.
Türk mevzuatının AB mevzuatı ile bağdaştırılması ve Türkiye’nin uyumunun tamamlanmasından önce müzakerelerin yeniden başlaması için ABD, BM ve AB tarafından görevlendirilecek diplomatlar ve arabulucular yıl sonuna kadar bölgede sıkı faaliyet içinde olacaklar.
Bu nedenle, Kıbrıs sorununda bir girişimin başlamasının 2006 Şubatından sonra, yani Kıbrıs Rumlarının Milletvekili seçimlerinden sonra olacağı varsayımı en mantıklı öngörü olacaktır.
2006 ilkbaharında sahneye konulması olası olan senaryo, Kıbrıs müzakerelerinin Annan planı temelinde yeninden başlaması için zeminin hazırlanması ve AB tüzükleri aracılığıyla Kıbrıs’lı Türklerin güçlendirilmesi mekanizmalarının harekete geçirilmesi şeklinde olacak.
Buraya kadar mantıklı gözüken senaryo iş Genel sekreter Kofi Annan’a gelince, güvenilirliğini kaybediyor.
Annan bir taraftan, görev süresi bitmeden önce bir evvelki başarısızlığını örtmek için Kıbrıs sorununda yeni bir çabayla yeniden sahneye gelmeyi isterken, diğer taraftan Kıbrıs sorununda üçüncü kez başarısızlığa uğramak istemiyor.
Bu nedenle de yüzde yüz emin olmadan insiyatif başlatmayacak ve taraflara çağrı yapmayacak.
Ben olsam bende yapmam.
Benim bildiğim Tasos Papadopulos bu işe, aday olsa da olmasa da, 18 Şubat 2008 tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanı seçimlerine kadar, felik koyacak, geciktirilmesi için elinden geleni yapacak ve tüm olumsuzluğu ile sürüncemede bırakacak.
Tabi bu davranışı, bu süreç içinde Türkiye’nin AB ile sürmekte olan müzakerelerini de çok olumsuz etkileyecek…
Gidişat iyice belli oldu. Bunu artık kimse durduramayacak.
Ne Papadopulos’un “Hayır”ları, ne Kıbrıs Rumlarının işi yokuşa sürmeleri ne de konuyu AB içine çekmek çabaları.
Artık Kıbrıs konusunda sadece ve sadece iki yolun olduğu veya iki olasılık olduğu artık kesin.
Eskiden olduğu gibi, çocukluğumuzun unutulmayan sloganı olan “Ya taksim yada ölüm” diyesim geliyor ama öyle değil, “ya Taksim ya da müzakare”.
Annan planının bir müzakere prosedüründe yeniden gündeme getirilmesi olasılığından ve bu arada da Rumları masaya oturtmak için KKTC’nin yükseltilmesi çabalarından Rumlar müthiş edişe duymaya başladılar.
ABD ve İngiltere tarafından hemen hemen aynı anda yapılan iki girişimin Annan planının bir müzakere prosedüründe yeniden gündeme getirilmesine ve KKTC’nin yükseltilmesine yönelik çabalar olması, bundan sonra olacakların veya gelişmelerin bir ön habercisi gibi.
İngiliz Dışişleri Bakanı Jacques Straw, B.M. Genel Sekreter’ine endirekt müdahalelerle Annan planı temelinde yeni müzakere prosedürünü gündeme getirmeye çalışıyor. Avam Kamarası’nda yaptığı son konuşması bunun çok açık bir belirtisi.
Aynı şekilde, 3 Ekim’de müzakerelerin başlaması için gösterdiği çabalar unutulur gibi değil.
Lüksembourg’da gerçekleşen kulis faaliyetleri sırasında AB dönem başkanlığını yürüten İngiltere tarafından, Rumların oyun bozanlığına karşı Kıbrıs sorununun ve özellikle de KKTC’nin tanınmasının ortaya konması ve “siyasi şantaj” yapılması bir takım geleceğe dönük mesajlar içeriyor.
Rumların bu konudaki en zayıf noktaları, çözüm olmaması durumunda veya çözüme kadar, adada Türk askerinin kalacak olması, Kıbrıs’ın bölünecek olması ve KKTC’nin tanınma olasılığı.
İngiltere’nin, Türkiye’nin, AB’a karşı protokolün içerdiği (ürünlerin serbest dolaşımı ve taşınmaları imkanlarına yasakların kaldırılması) yükümlülükleri yerine getirmesi ve denizcilik alanında Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetine uygulamakta olduğu kısıtlamaları kaldırması konusunda (kendine göre) yaptığı plan ve girişimler de çok net mesajlar veriyor.
İngiltere, Türkiye’nin kendi koyduğu koşulları zedelemeden kaldırabilmesi için, Kıbrıslı Türklerin içinde bulundukları izolasyonların sona erdirilmesi maksadı ile tüzüklerin hemen ve şimdi yeniden gündeme getirilmesini istiyor. Bunun içinde her türlü yasal girişimi daha şimdiden yaptı.
İngiltere, Avrupa’da bunları yaparken, ABD’de Atlantik ötesinde Rumları korkutan bir takım girişimler yapıyor
ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ı, kendilerine göre, “Kıbrıs Türk Toplumu Lideri” sıfatı ile görüşmek üzere Washington’a davet etti. Bu hareket ABD’nin, referandumlar sonrasında KKTC’yi güçlendirme politikası çerçevesinde oluyor.
Amerikanın bu davranışı Kıbrıs’ta yeniden birleşmeyi ve Kıbrıs sorununa doğru bir çözüm bulunmasını gündeme getirecek bir ortamın yaratılması yönünde.
Gerek Amerika’nın gerekse de İngiltere’nin bu girişimlerini üst üste koyup benim gibi toplarsanız, sonuç benimki ile aynı çıkacak.
Her iki ülke, biri BM’nin patronu, diğer de AB içinde “Ekonomik birlik” grubunun lideri, Rumlara çok net mesajlar veriyorlar ve bu mesajlarında da Rumlara açıkça “Ya müzakerelere başlarsınız ve adada her iki tarafın kabul edeceği hakça bir çözüme gidilir ya da biz KKTC’ye uygulanan ambargoların kaldırılması ve konumunun yükseltilmesi için her tür girişimi yapacağız. Ve hatta bunun sonucunda tanınma dahi olabilir” diyorlar.
Bu gelişmelerden Rumların etekleri tutuşmuş durumda ve aylardır BM çağrılarına “HAYIR” derlerken, şimdi Genel Sekreter Annan’dan davet gelir gelmez, Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik diyaloğun yeniden başlaması çabalarına katılmaya hazır olduklarını söylüyorlar.
Evet gerçekten Verheugen benim hocam. Ben ondan unutulmaz bir demokrasi dersi aldım.
Bu dersi, 6 Ekim 2004 tarihinde AB Komisyonunun aylardır beklenen raporunu açıklaması ile aldım. O dönemin AB’nin genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen, hem bana hem de demokrasiyi benimsemiş herkese müthiş bir demokrasi dersi vermişti yaptığı çalışma ile.
Hatırlarsanız, AB Komisyonu aylardır beklenen raporunu açıkladığında, AB’nin genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen, Türkiye ile müzakerelerin başlamasını tavsiye ettiklerini, kararın büyük bir uzlaşı sonucu oy çokluğu ile alındığını (28 Evet – 2 Hayır), Türkiye konusunda çalışmaların birkaç haftalık bir iş olmadığını, çok ayrıntılı, dengeli, tarafsız ve eksiksiz bir rapor sunulduğunu, tavsiye kararının AB Konseyi’ne iletildiğini ve son kararın ancak AB Konseyi ve üye ülkeler tarafından verilebileceğini açıklamıştı.
Bu açıklamadaki en çarpıcı nokta veya demokrasi dersi, kararın büyük bir uzlaşı sonucu oy çokluğu ile ama neredeyse oy birliğine yakın bir oy çokluğu ile alınmış olmasıdır.
Son oylamadan bir hafta evvel, Hayır diyen Komiserler ¾ oranındaydı ve 7 Komiserden dördü Evet, üçü Hayır görüşündeydi. “Evet”ler yaklaşık %56 düzeyinde idi. Bu nedenle de Verheugen daha sadece bir hafta evvel yaptığı açıklamasında, basit oy çokluğu ile yetinmeyeceğini, her ne kadar oyların çoğunluğunun kararın alınmasına yeterli olmasına rağmen “kararın oy birliği” ile alınması için her yolu deneyeceğini söyledi ve hem ikna hem de bilgilendirme çalışmalarına yılmadan devam etti.
Ve son oylamada, içinde Verheugen’den başka 7 tane daha Komiserin bulunduğu 30 üyeli AB Komisyonu, 28 Evet ve 2 Hayır ile nihai kararı aldı.
Bu bence çok büyük bir “Demokrasi dersi” idi ve ben bu dersi aldım ve unutmamak üzere beynime kazıdım. Bu demokrasi görüşünü ve prensibini, o günden sonra kendime ilke edindim.
Şimdi aynı AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen, Alman Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU) Genel Başkanı Angela Merkel’in, Türkiye’ye AB üyeliği yerine sunduğu “imtiyazlı ortaklık” önerisini hiç korkmadan eleştiriyor. Merkel’in Başbakanlığının kesinleştiği günde, müstakbel Almanya Başbakanına, önerdiği imtiyazlı ortaklığın Türkiye ile çoktan başladığını, Türkiye’nin, AB ile Gümrük Birliği’ne sahip, NATO üyesi bir devlet olduğunu belirterek “İmtiyazlı ortaklık Türkiye’ye, bugüne kadar sahip olmadığı daha başka ne verebilir ki?” sorusunu soruyor.
Hem de kendi ülkesinin Başbakanına, kendi Başbakanına.
Tabi bu davranışının bence en önemli tarafı, AB kulislerinde 61 yaşındaki Verheugen’in, Merkel’in kabinesinde Dışişleri Bakanı olacağına ilişkin söylentilerin yoğun bir şekilde telaffuz edilmesi.
Verheugen, 24 Nisan referandumlarından üç gün önce, 21 Nisan’da Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada Başkan Papadopulos’tan yükümlülüğünü yerine getirmesini, verdiği vaatlerini tutmasını ve Annan planını desteklemesini istemişti. Referandumdan sonra da, pişmanlığını ve hayal kırıklığını dile getirerek “kendimi Kıbrıs hükümeti tarafından hayal kırıklığına uğratılmış ve aldatılmış hissediyorum” şikayetinde bulunmuştu.
Günter Verheugen Dışişleri Bakanlığı’na getirilirse, Rumların bütün çabalarına rağmen Kıbrıs sorununun AB içine çekilmesine mani olacak ve BM zemininde çözülmesinde de büyük etken olacak.