Kim ne derse desin, 24 Nisan 2004 Referandumu ve Rumların %75’lik “OXI” leri yanı HAYIR’ları çok şeyi değiştirmeye başladı.
ABD’nin Kıbrıs’a ve KKTC’ye bakış açılarında farklılıkar olmaya başladı.
Ercan’dan giriş yapan ABD’li iş adamları olsun, Beyaz Saray’da çalışan Senatör ve Eyalet Temsilcilerinin danışmanları, sekreterleri ve iş bitiricileri olsun, Ercan’a direk uçuşlar konusunda yumuşama olsun, bir takım farklılıklar göze batıyor artık.
Azerbaycan hükümetinin direk uçuşlara izin vermesi bu yumuşamadan kaynaklaniyor. Maalesef Azerbaycan’dan KKTC’ye doğrudan uçuşların yapılması, Rumların tepkilerine yol açtı ve Rumlar her zaman yaptıkları gibi şimdi Azerieri elden geldiğince cezalandırmaya çalışıyorlrr.
Uçuşların uluslararası hukuka aykırı olduğunu savunan Rumlar, konuyu AB gündemine getirdi ve Azeri hükümetine AB aracılığıyla KKTC ile ilişkileri kesmemesi durumunda AB-Azerbaycan ilişkilerini bloke edeceği mesajını gönderdi.
Hedefleri, izolasyonların kırılmasını her ne pahasına olursa olsun önlemek. Rumlar şimdi AB’nin Kafkasya’da Komşuluk Politikasına dahil olan Azerbaycan’ın programa katılmasını engellemeye çalışıyor. Azerbaycan’ın KKTC’ye doğrudan seferler başlatması durumunda Rumlar, Azerbaycan’ın AB’nin Komşuluk Politikasına katılımını veto edecekler.
Avrupa Birliği içinde işler bu şekilde giderken Atlantik ötesinde bu günlerde gene hareketlenme var.
OXİ’yi bir türlü hazmedemeyen Amerika, şimdi de KKTC Cumhurbaşkanı’nı Washington’a davet ederek yeni mesajlar vermeye hazırlanıyor.
AB’nin 3 Ekim’de müzakereleri başlatma kararı alması ve Kıbrıs Rumlarının da çirkin bir oyuna girerek, AB’yi arkalarına aldıktan sonra BM’nin insiyatifi ile başlayacak “KIBRIS BARIŞ” görüşmelerini incir ipi gibi uzatmak istemeleri ABD’yi harekete geçirdi.
Papadopulos, müzakere çerçeve belgesi içinde Türkiye’nin Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini tanıması ve Limanlarını açması maddelerine güvenip, BM görüşmelerini uzatmak ve Türkiye’nin Kıbrıs Rumlarını tanıdıktan sonra da görüşmeleri çıkmaza sokmak niyetinde olduğundan, Amrika buna felik koymak istiyor.
Bu nedenle şimdi atlantik ötesinden gelen haberlere göre, ABD Dışişleri Bakanı Rice, KKTC Cumhurbaşkanı’nı Washington’a davet ederek Kıbrıs Türklerine destek mesajı vermek ve Ada’daki tarafları çözüme teşvik etmeyi planlıyor.
Zaten Papadopulos’un başka dilden anladığı yok. En büyük korkusu KKTC’den izolasyonların kaldırılması ve KKTC’nin kendi başına ayakta durup dünya devletleri ile ekonomik, sosyal, ticari, kültürel ve sportif ilişkiler içine girmesi.
Bu nedenle Papadopulos’un mızıkçılığının farkına varan Bush yönetimi, Kuzey Kıbrıs’ın iktisadi izolasyonunun “Ada’nın bölünmesini kalıcılaştırmaya hizmet etmeyecek” önlemlerle hafifletilmesini hedefliyor ve daha evvel küçük küçük başlattığı adımlarını devam ettirmek ve büyütmek niyetinde.
Rice’ın dış temaslar ve görüşmeler programına göre belirlenecek bu davetin 2005 sonuna dek gerçekleşmesini büyük bir olasılık.
KKTC’yi resmen tanımayan ABD’nin, Talat’ı, “Kıbrıs Türklerinin seçilmiş lideri” olarak davet edecek. Bu yöntemle ABD hükümeti, tüm dünyaya ve Kıbrıs’ta da iki tarafa da mesaj vermiş olacak.
Bu davet, 2004 referandumlarında Annan Planı temelinde çözüm yanlısı tavır alan Kıbrıs Türklerinin izolasyonuna son verilmesine yönelik Amerikan adımlarının süreceğinin işareti sayılacak ve dünyanın, Kıbrıs’ın “resmi hükümeti” saydığı Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin “Ada’nın tek temsilcisi olmadığı” hatırlatılmış olacak.
Bu davranışın asıl hedefi Kıbrıs’ta, BM Genel Sekreteri’nin aracılığında çözüme yönelik arayışın yeniden canlandırılması.
Gül evvelki gün, uçakla Kosova’ya giderken gazetecilerin özellikle AB ve Kıbrıs konularını içeren sorularını cevaplandırdı.
Görünen o ki, 2002 Kasımındaki seçimlerden zaferle çıkan AKP ekibinin o günün seçim sloganları ve Avrupa ile Kıbrıs’a bakış açıları, aradan geçen üç yıl içerisinde bayağı değişmiş.
Bilgileri ve düşünceleri adeta bir evrim geçirmiş ve realiteler yerine oturmuş. Şimdi AB ve Kıbrıs konusunu çok iyi biliyorlar. Türkiye Cumhuriyetinin, değişen dünya koşullarına uygun olarak geleceğini belirlemişler ve yeni stratejisini de ona göre çizmişler.
Erken seçim her gündeme getirilmek istendikçe, seçimim gününde (2007 Ekiminin 3.cü haftası) yapılacağını belirterek, son güne kadar iktidar koltuğunda oturacaklarını ve planladıkları icraatlarını, belirledikleri stratejilerini son güne kadar devam ettireceklerini söylüyorlar veya ima ediyorlar.
Gül’ün strateji dağarcığında, 3 Ekim’de müzakerelerin başlaması ile Kıbrıs veya AB arasında bir seçenek yapmak yok.
Bir yerde, Kıbrıs’ın müzakere süreci boyunca ayak bağı olabileceği veya olumsuz engellerin çıkmasına yol açabileceği gerçeğine rağmen, Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarları ile KKTC’nin çıkarlarını aynı tarafa koydukları çok açık. Birinin çıkarı için diğerini feda etmek gibi bir mantıkları yok.
Bu nedenle ilk adım olarak, Gümrük Birliği’ni aralarında Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin de bulunduğu 10 yeni AB üyesine genişleten Ek Protokol’u, gerek Avrupa Parlamentosu Başkanı Joseph Borrell’in rica ve uyarılarına rkarşın, gerekse de Avrupa Parlamentosu’nun deklarasyonun onayını, TBMM’nin onayının sonrasına bırakmak kararına rağmen aceleye getirmeme kararları var. Ve bunu büyük bir kararlılıkla sürdürüyorlar.
Hatırlarsanız Avrupa Parlamentosu, Ek Protokol TBMM’de onaylanana kadar onay vermeme yönünde bir karar almıştı. AB şimdi, Türkiye’nin Ek Protokol’le birlikte yaptığı ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ni tanımadığını ilan eden deklarasyonun TBMM’de Ek Protokol ile birlikte onaylanmamasını istiyor.
Müzakere Çerçeve Belgesinin içeriğine göre Türkiye’nin limanlarını Rum gemilerine açmak zorunda kalacağı kesin.
Zaten Rumlar bunun için de bir strateji geliştirdiler ve özel sektöre devredilen Mersin limanını hedef seçtiler.
Bakü-Ceyhan boru hattından akacak petrolün İskenderun körfezinde gemilere yüklenecek olması ve artık petrolün tehlike arz etmeye başlayan boğazlardan geçmek yerine Ceyhan’dan yüklenmesinin tercih edileceği nedeni ile Rumlar ısrarla limanların Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti bayraklı gemilere açılmasını talep ediyorlar. Açılmadığı takdirde sadece taşımacılık ve bayrak kaydı gelirlerindeki kayıpları yaklaşık 2 milyon doları bulacak.
2004 yılı içerisindeki direkt ve endirekt gelirlerinin %3 gibi büyük bir rakamı Deniz Ticareti ve Taşımacılığından geliyor. Bu sektörün yarattığı istihdamlar ve kira gelirleri yaklaşık yıllık 300 milyon Dolar.
Rum kesiminde “Denizcilik” ekonominin göze bebeği kabul ediliyor.
Bu nedenle Kasım ayı içinde, AB müzakere çerçevesi içindeki bu maddeyi işler hale getirebilmek için bir girişim yapmayı ve Türkiye’nin uyguladığı ambargoyu delmeyi planlıyorlar.
Uzun kulaktan gelen bilgiler, bu amaç doğrultusunda, Mersin Limanının Singapur kayıtlı özel bir teşebbüs tarafından işletilmesi ve Singapur’daki nüfusun %75 Çinlilerden oluşması nedeni ile denizcilik “Devleri” arasında bulunan Çin kökenli “Cosco” isimli şirkete ait bir gemiyi gelecek ay Limasol’dan Mersin’e göndermeye çalışacakları doğrultusunda.
Güvenceleri de, bu konunun AB müzakere Çerçeve Belgesi içinde olması ve arkalarında AB’nin bulunması.
Ama Türkiye’de bu konuda kesin kararlı.
Türkiye’nin Kıbrıs ile ilgili tezi net ve açık. Türkiye’ye göre, ya BM öncülüğünde kapsamlı bir çözüm bulunacak ya da KKTC gelişerek yoluna devam edecek ve adada ayrılık daha da kesin çizgilerle kökleşecek.
Mısır’ın bir Müslüman ülkesi olduğunu sanıyoruz ama icraatları pek de öyle değil.
Temmuz 2005 kayıtlarına göre Mısır’ın nüfusu 77,505,756. Nüfus yapısı Doğu Hamitik grupların (Mısırlılar, Bedeviler ve Berberiler) %99, Rum, Nubi, Ermeni ve diğer Avrupalılar (İtalyan ve Fransız) %1’den oluşmaktadır. Dini yapısı ise çoğunluğu Suni olan Müslümanlar %94, Kıpti Hıristiyanlar ve diğerleri de %6’dan meydana gelmiş.
M.S. 325 yılında İmparator Konstantin tarafından toplanan 1. Ekümenik Konsil’de Mısır’daki İskenderiye Patrikhanesini, Antakya’daki Antakya Patrikhanesini ve Roma’daki Roma Patrikhanesini Ekümenik ilan edilmiştir.
Yani günümüzde her ne kadar, Kıbrıs Başpiskoposluğu İstanbul’daki Fener Patrikhanesine bağlı gözüküyorsa da, Fener Patrikhanesinin Ekümenik olmamasından dolayı, endirekt olarak İskenderiye Patrikhanesine bağlıdır. Fener Patrikhanesi M.S. 451 yılında Kadıköy’de toplanan 4.cü Ekümenik Konsül’ün kararları ile Roma Patrikhanesi ile eşit sayılmıştır.
Her ne kadar Müslüman çoğunluk %99 gözükse de, bu toplumun elindeki ekonomik değerler, geri kalan %1’in elindekinden daha az. Ekonominin köşe taşları bu %1’in kontrolünde.
Dolayısı ile de Hıristiyan olan bu %1 azınlığın içinde, Rum, Nubi, Ermeni ve diğer Avrupalılar (İtalyan ve Fransız) bulunmakta ve toplam nüfusa oranları %1.
İşte Kıbrıs Rumları ile Mısırlıların sevişmesinin kökeninde, Mısır ekonomisini idare eden bu %1 Hıristiyan grup ve Ortodoks Patrikhane yatmaktadır.
Evvelki gün, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti ve Mısır, bilim-teknoloji konusunda işbirliği yapma amacıyla anlaşma imzaladı. Rum Ticaret, Sanayi ve Turizm Bakanı Yorgos Lillikas ve Mısır Yüksek Eğitim ve Bilim Araştırmaları Bakanı Amr Esat Salama, yapılan törende karşılıklı olarak işbirliği memorandumuna imza koydular.
Bakan Yorgos Lillikas, hedeflerinin işbirliğini tüm alanlara yaymak ve böylelikle AB’ın Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilerinde köprü görevi görebilmek olduğunu belirtirken, Mısır’lı Bakan Amr Esat Salama ise, imzalanan anlaşmanın iki halkın kalkınması ve refahına katkı sağlayacak bir adımı teşkil ettiğini söyledi.
Bu ne ilktir ne de son.
Geçen sene imzaladıkları Güney Doğu Akdeniz Ekonomik Bölge işbirliği anlaşması ile Türkiye’nin tüm itirazlarına rağmen Kıbrıs’ın güney sahilleri ile Mısır sahilleri arasında kalan Akdeniz’in Güney Doğu bölgesi içinde her tür ekonomik faaliyet, maden arama, petrol çıkarma ve denizcilik konusunda işbirliğine başladılar.
Şimdi de bunu diğer anlaşmalarla pekiştiriyorlar.
Rumlarla Mısırlılar arasında imzalanan Güney Doğu Akdeniz Ekonomik Bölge işbirliği anlaşması, aslında çok art niyetli ve Türkiye’nin Kaş ile Gazipaşa arasından başlayıp, Akdeniz’in içinde Rodos ve Kıbrıs arasından güneye doğru ilerleyerek Mısır-Türkiye kıta sahanlığı ortalarına kadar inen “Ekonomik Bölge”nin kapatılmasını hedefliyor.
Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti ile Yunanistan ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti ile Mısır’ın imzaladıkları Güney Doğu Akdeniz Ekonomik Bölge işbirliği anlaşması, Rodos ile Kıbrıs arasındaki denizin kontrolünü Yunanistan-Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti ve Mısır’a verdiğinden, Türkiye’nin Akdeniz içindeki “Ekonomik Bölge”si aniden ortadan kalkmıştır.
Tabi Türkiye bu anlaşmaları tanımadığını ilan edip, bölgeyi de kendisinden izin alınmadıkça girilemez bölge (askeri bölge) ilan edince, şimdilik her şey durdu ama bu şimdilik konunun derin dondurucuya konmasına benziyor.
İnsana garip gelen, Mısır gibi, Müslüman ülkeler arasında liderliğe oynayan bir ülkenin, Müslüman olan bizlerle değil, Rumlarla her tür işbirliği yapması ve bize hiçbir şekilde arka çıkmaması…
Rum Dışişleri Bakanı Yorgo Yakovu, gerek Başkan Papadopulos gerekse de kendisinin, kayıplar konusunu her zaman ilk sıraya koyduklarını ve Türkiye’nin AB ile müzakerelere başlamasından hemen sonra “kayıplar” konusunu öncelikle masaya koyacaklarını .
Mağusa’daki kırmızı köylerden birisi olan Ksilotimbu köyünde, “Ksilotimbu kökenli kayıplar ve savaşta ölenler” anısına yaptırılan anıtın açılış töreninde konuşan Yakovu, “Türkiye’nin sadece kayıpların akıbetinin tespit edilmesini reddetmekle suçlu olmadığını, ayrıca neden olduğu acı ve üzüntülerden sorumlu olduğunu” iddia etti.
Yakovu’ya göre kayıplar sorununun çözümü, “Türkiye’nin iyi niyeti için bir gösterge” olacakmış. Yakovu’ya göre Türkiye eğer gerçekten Avrupa ülkesi olarak davranmak istiyorsa, bu büyük insancıl sorununun çözümünü önem bakımından öncelikli sıraya koyarak, fiiliyatta göstermesi gerekmekteymiş.
Buraya kadar her şey normal, Yakovu’nun söyledikleri de mantıklı imiş gibi gözüküyor ama kazın ayağı hiçte öyle değil.
Bence Sayın Yakovu, önce Makarios Druşiotis’in EOKA adlı kitabını okumalı.
Sonra da AKRİTAS planına bir göz atmalı.
1963-1974 yılları arasında acımasızca öldürdükleri savunmasız, silahsız ve Türk olmaktan başka hiçbir suçları olmayan zavallı Türkleri hatırlıyor mu? Yoksa, 1693-74 yılları arasında olanları, tarihlerinden bilinçli olarak sildikleri için unuttu mu?
Ben unutmadım. Hiçbir Kıbrıs’lı Türk de unutmadı.
Kayıplar konusunun AB masasına konmasını ben de istiyorum. Savaşta olanlar ile barış döneminde olanlar arasında küçücük bir fark var. Buna “insanlık suçu” diyorlar. Bu suç galiba sizlerin, Kıbrıs’lı Rumların sırtında.
Kayıplar konusu 1963 yılına dayanmaktadır. İddia edildiği gibi 1974’te başlamamıştır. Fakat işin ilginç yanı Rumların tarihlerinde 1963-74 arası yoktur ve sanki her yer süt limandır adada. Kıbrıs’ta 1963’te başlayan süreçte kaybolan ve akıbetleri resmen henüz belirlenmemiş olan bu kişiler, yıllardan beri “kayıplar” adıyla tarihe geçmiş olmalarına rağmen Rumlara göre yoktur böyle bir şey.
Buna rağmen gerçekleri saklamayı başarabilen Rumların 1996 yılında yaptıkları başvuruyu AİHM 10 Mayıs 2001’de karara bağladı ve kayıplar konusunda Türkiye’yi mahkum ederek, ilgili ailelere bilgi verilmesi, ayrıca varsa suçluların tespit edilip cezalandırılması ve tazminat ödenmesi ile sorunun çözüme kavuşturulmasını kararlaştırdı.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) sorunun kısa sürede çözüme kavuşturulmasına ilişkin kararından sonra Türk tarafı BM’den konunun ivedilikle çözülmesini talep etti. BM Genel Sekreteri’nin son mektubuyla da kayıplar konusu süreci iyice hızlandı.
Otonom Kayıp Şahıslar Komitesi’ndeki resmi rakamlara göre, kayıp Türklerin sayısı 211’i 1963’e ait olmak üzere 500. Bunların tümü sivil ve yüzde 26’sı kadın ve çocuklardan oluşuyor. Dikkatinizi çekerim. Göz göre göre yollardan toplanıp öldürülen masum Türklerin sayısı 211’dir.
Kayıp Rumların sayısı ise 1450 civarında olduğu tahmin ediliyor. Aslında bu rakam 2 yıl öncesine kadar 1493 olarak kayıtlara geçmişti. Ancak kayıp listelerindeki bazı isimler Rum tarafında toplu mezarlarda bulununca Rum yönetimi resmi kayıp listesinde azaltma yapmıştı.
Resmi rakamlara göre kayıp Rumların yüzde 60’ı asker. Toplam rakam içinde kadın ve çocukların oranı yüzde 9. BM raporlarına göre Rum kayıpların 43’ü 1963 olaylarında kayboldu, ancak Rum yönetiminin Kıbrıs sorununun 1974’te başladığına ilişkin resmi politikası nedeniyle kendi resmi raporlarında bu bilgi yer almıyor.
Yani 1963-1974 arasında adada öldürülen Türkleri, uzak diyarlardan birileri adaya gelerek öldürdü ve sonra da geri gitti. Veya buna benzer hayali bir şeyler oldu ki Rumlar Kıbrıs sorunun 1974’de başladığını iddia ediyorlar.
Aslında bende çok merak ediyorum ya? Bir bilen varsa bana söylesin. Birleşmiş Milletler niye 16 Mart 1964 tarihinde BM’de alınan bir kararla adaya BM Barış Gücü adı altında asker gönderdi. Acaba tatil yapacak güneşi bol, denizi temiz başka bir ada bulamadıkları için mi?
Vallahi pes doğrusu.
Şimdi Yakovu hala daha bu AİHM kararının arkasına saklanıyor ve konuyu masaya koyacağım diyor.
Avrupa Birliği Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, Türkiye’ye yaptığı ziyarette özellikle ek protokol’ün TBMM’ye getirilmesi konusunda imalarda bulundu.
Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin imzalayarak sunduğu ek protokolü, TBMM’de onaylandıktan sonra görüşmek niyeti ile erteledi.
Her ne kadar Avrupa Parlamentosunun yasa yapmak gücü yoksa da ve kararları da tavsiye kararından öteye değilse de, ek protokolü onaylaması veya reddetmesi kendi yetkisinde. Parlamento ek protokolü onaylamaz ise, ek protokol yürürlüğe girmez. Halen de yürürlükte değil zaten.
1963/4 Ankara Anlaşması Ek protokolünün içinde Gümrük Birliğini yeni 10 AB üyesi ülkeye genişletmeden öteye ne var ki, bu protokol bu kadar önem arz diyor.
Ek protokolün en can alıcı noktası, “ürünlerin serbest dolaşımı ve taşınmaları imkanlarına yasakların kaldırılması” maddesi. Kısa ve özet olarak da bu maddenin asıl amacının, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti bayraklı uçak ve gemilere Türkiye’nin deniz ve hava limanlarının açılması olmasıdır.
AB bu konuda, 3 Ekimden sonra bastırmaya başladı. Aslında tarihler bile belli. 30 Mart 2006’da deniz limanlarının, 30 Eylül 2006’da da hava limanlarının açılmasını talep ediyorlar.
İş bayağı ciddi boyutlarda.
Türkiye bu baskıdan bir kurtuluş yolu veya bir çıkış yolu arıyor. İlke olarak da her zaman ısrarla öne sürdüğü ve ara çözüm yolu olarak teklif ettiği, Kıbrıs’lı Türklere yönelik kısıtlamaların kaldırılmasına karşın, limanlarını açabileceği tezine sarılıyor ve bu tezi herkesin önüne itiyor. Protokolün onayının ardından limanların açılması konusunun gündeme geleceğini çok iyi bildiğinden, çok evvelden hedefini çizdi, tutumunu belirledi ve uyguluyor.
Dönem Başkanı İngiltere işin ciddiyetinin farkında ve bu nedenle de Türkiye’ye ve dolayısı ile de Kıbrıs’a, yani hem Rumlara hem de KKTC’ye destek veren bir tavır içine girdi.
Türkiye’nin, AB’a karşı protokolün içerdiği (ürünlerin serbest dolaşımı ve taşınmaları imkanlarına yasakların kaldırılması) yükümlülükleri yerine getirmesi ve denizcilik alanında Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetine uygulamakta olduğu kısıtlamaları, kendi şartını zedelemeden kaldırabilmesi için, Kıbrıslı Türklerin içinde bulundukları izolasyonların sona erdirilmesi maksadı ile tüzüklerin hemen ve şimdi yeniden gündeme getirilmesini istiyor. Bunu yazılı olarak üyelere bildirdi ve açıkça da zaman sınırının da İngiltere’nin AB dönem başkanlığı süresi olduğunu yazdı.
İngiltere planını tamamladı ve halen ilk adımların nasıl atılacağı konusunda beyin fırtınası yapıyor.
İngiltere’nin kulaklara fısıldanan bu planı, iki tüzüğün birbirinden ayrıştırılarak, ilk yıl içinde Kıbrıslı Türklerin finanse edilmesi ve içinde Rumların da yer aldığı 25 AB üyesi ülkenin, “Direkt ticaretin” 2006 yılı içinde görüşüleceğini taahhüt etmesi. Aynı anda ek protokolün Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanarak Türkiye tarafından hayata geçirilmesi ile KKTC üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasını, paralel bir işlemle aynı zamana denk getirmek.
Bir başka gerçekte, AB ödeneklerinin ciro edilmesi zamanının bitiyor olması. 259 milyon Euronun derhal Kıbrıslı Türklere verilmesi için iki tüzüğün birbirinden ayrılması şart. Aksi takdirde toplam meblağın 120 milyon Euroluk bölümü bütçeden düşecek ve kullanılmadan iade edilmiş gibi olacak.
Tün bunlara karşın Papadopulos, Türkiye’nin denizcilik alanında Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ne uyguladığı yasakları kaldırmak yükümlülüğü ile Kıbrıslı Türklerin izolasyonlarına son verilmesi amacıyla iki tüzüğün ayrıştırılarak onaylanması yönündeki her türlü çabayı reddediyor.
Papadopulos’un bu girişimleri reddetmesinin nedeni ise, AB Hukuk Birimi’nin Ağustos 2004 tarihli bilirkişi raporuyla direkt ticaret tüzüğünü uluslar arası hukuka aykırı ve yasadışı ilan etmesi.
Çekişmeli bir satranç oyunu.
İşin ilginç yanı bu oyunu oynayanların da üç kişi olması…