3 Ekim yaklaştıkça, toplantılar sıklaşıyor, beklentiler artıyor, stratejiler belirleniyor.
Yunanistan’ın ve Kıbrıs’lı Rumların Türkiye’ye bakışı aynen, giyotine götürülmekte olan elleri bağlı bir suçluya bakar gibi. Bu suçluyu giyotinden kurtarmak için, suçludan illaki bir şeyler yapması, af dilemesi, ayaklarına kapanması ve ödünler vermesi istenecek.
İstenenlerin eksiksiz yerine getirilmesi de koşul.
Atina’daki siyasilerin yüksek sesle fısıldadıkları aynen şöyle: “Erdoğan’a oynadığı ortaoyununun bittiği açık bir dille söylensin. Ankara, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanısın, işgali bitirsin, sahte devleti ortadan kaldırsın. Aksi takdirde Atina, Türkiye’nin üyeliğine destek vermekten vazgeçecek ve Kıbrıs ile Yunanistan, ortaklarımızın yardımı ile veto kullanacak”.
İşte söylenenler ve istenenler kelimesi kelimesine aynen böyle. Ne bir eksik ne bir fazla.
Avrupalılar hakkın değil, sadece çıkarlarının peşinde. Şimdilik Fransa’nın ve Almanya’nın çıkarları, seçim kazanmak. Avrupa batsa bile umurlarında değil.
Fransa seçim uğruna şimdilik Rumdan daha Rumcu ve Türklerden Rumların isteyemediklerini istiyor. Türkiye’nin Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ni tanımaması halinde, AB ile üyelik müzakerelerine başlayamayacağını söylüyor.
Fransa’nın Türkiye aleyhtarlığı iki etkenden kökenleniyor.
1- Türkiye’nin adaylığı nedeniyle, Avrupa Anayasası’na verilen “HAYIR” yanıtından sonra şekillenen Fransız çıkarları.
2- Cumhurbaşkanı Chriac’ın halefliği ile ilgili olan iç siyasi çıkarlar.
Gördüğünüz gibi Türkiye faktörü siyasi çekişmede en üst sırada. Türkiye’den korkan ve ürken ülke sayısı düşünülenden çok daha fazla. Bütün endişeleri, Türkiye eğer kontrol altına alınmaz ise, uzun vadede Yunanistan’ın ve Kıbrıs’ın güçlü, kararlı ve kontrol edilmeyen Türkiye’nin uydusu haline dönüşmesi.
Aslında yalan da değil.
Bu nedenle Rum ve Yunan hükümetlerinin, önümüzdeki haftalardaki hareket stratejileri, Türkiye’nin imzaladığı Gümrük Birliği Ek Protokolü ile birlikte sunduğu“Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ni tanımadığını belirten deklarasyon”un ortaya çıkardığı sorunu, Türkiye ile Kıbrıs Rumları arasındaki sorun şeklinden çıkarıp Türkiye ile AB arasındaki sorun haline getirebilmek. Olayı bir “Türkiye-AB sorunu” olarak görüyorlar ve böyle de satmak istiyorlar.
Bu şimdilik gerçekleştirilmesi çok zor bir düşünce.
Bu nedenle ne yapıp edip, Müzakere Çerçeve Belgesi ve Türkiye’nin yayımladığı Kıbrıs deklarasyonunun ele alınacağı Avrupa Birliği Temsilciler Meclisi toplantısını 25 Ağustos’tan 31 Ağustosa aldırdılar. Erteleme nedeni de Rum ve Yunan tarafının görüşlerini üye ülkelere anlatmak ve kulis yapabilmek için zaman kazanmak.
Bu toplantı çok önemli. Özelliği ise Türkiye ile AB arasında müzakerelerin öngörüldüğü gibi 3 Ekimde başlatılabilmesi için gerekli olan ilk teknik aşama olması. Süreç ve uygulanacak yöntem belli.
AB Komisyonu’nun hazırladığı Müzakere Çerçeve Belgesi’nin önce Temsilciler Komitesi’ni (COREPER) oluşturan büyükelçilerin onayını alması gerekiyor.
Ardından bu belge, 1-2 Eylülde yapılacak.AB Dışişleri Bakanları toplantısında tartışılacak ve oylanacak. Sonra ver elini 3 Ekim.
31 Ağustos’taki COREPER toplantısı ve 1-2 Eylül’deki Dışişleri Bakanları gayrı resmi toplantısı için bu hafta Brüksel’de çalışmalar başlayacak. Hem de ne çalışmalar ve de çatışmalar.
Brüksel’deki bu çalışmalarda çetin bir pazarlık sürecek ve gerçekleşecek yoğun çatışma ve gürültülü tartışmalar sonucunda, AB üyesi 25 devletin 3 Ekime yönelik kesin tavrı, berrak bir şekilde ortaya çıkacak.
Açıkçası, ak koyun, kara koyun belli olacak. Hade hayırlısı…
Son bir haftadır önüme 4 tane Birleşmiş Milletler kararını açtım ve didik didik inceliyorum onları.
Bu kararlar bizim nefes almamızı önleyen, ambargoların uygulanmasına kapı açan, direk uçuşlara mani olan, küreselleşmemize ve dünya ile kucaklaşmamıza taş koyan kararlar.
Zamanında haksızca ve bizlere söz hakkı verilmeden, bizleri dinlemeden, tek taraflı olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde alınmış kararlar.
Nedir bu kararlar ve içerikleri nelerdir.
1- 13 Aralık 1974 tarihli ve 365 No.lu Güvenlik Konseyi Kararı.
2- 12 Mart 1975 tarihli ve 367 No.lu Güvenlik Konseyi Kararı.
3- 18 Kasım 1983 tarihli ve 541 No.lu Güvenlik Konseyi Kararı.
4- 15 aralık 1983 tarihli ve 544 No.lu Güvenlik Konseyi Kararı.
5- 11 Mayıs 1984 tarihli ve 550 No.lu Güvenlik Konseyi Kararı.
365 No.lu karar oy birliği ile alınmış ve 3212 No.lu, Kıbrıs sorusu ile ilgili Genel Kurul kararı. Tarafların kararı kayıtsız şartsız uygulamasını istiyor.
367 No.lu karar, tüm üye ülkelerin Kıbrıs’ın hükümranlığına, bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne ve tarafsızlığına saygı duymalarını istemektedir. 13 Şubat 1975 tarihinde ilan edilen “Kıbrıs Türk Federe Devletini” kınamaktadır.
541 No.lu karar, dikkatinizi çekerim, 15 Kasım 1983 tarihinde ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin kuruluşundan sadece 3 gün sonra alınmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra Rumlar yemeden içmeden Güvenlik Konseyini hemen ve derhal 17 Kasımda toplantıya çağırmış ve ertesi gün alel acele yapılan toplantıda, hiç bizi dinlemeden, bize söz hakkı bile vermeden tamamen Rum yanlısı bir karar hemen alınmıştır. Bu karar çok canımızı yakmaktadır. KKTC’nin ilanının Kıbrıs Cumhuriyetini (sanki varmış gibi) hayata geçiren 1960 anlaşmalarına ve 1960 Garanti anlaşmalarına aykırı olduğunu, KKTC’nin kuruluşunun geçersiz olduğunu ve Kıbrıs’taki durumu daha da kötüye götüreceğini, bu nedenle cumhuriyetin ilanının geçersiz olduğunu, 356 ve 367 no.lu kararların uygulanmasını ve Kıbrıs’ta Kıbrıs Cumhuriyetinden başka hiçbir Kıbrıs devleti tanımamalarını karar altına almıştır.
544 o.lu karar, BM Barış gücünün 15 Aralıktan sonra adadaki görevini sürdürmesine ve 4 Mart 1964 kararının (Türkiye’nin, Kıbrıs’lı Türklerin toptan katledilmemesine karşılık zorla kabul ettiği yeni, içinde Türklerin bulunmadığı Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini tanıdığı karar) teyit edilmesini içermektedir.
550 No.lu karar ise, yukarıdaki tüm kararların tekrar teyit edilmesini, Türkiye ile KKTC tarafından karşılıklı akredite edilen Büyük elçilerin yasa dışı ve geçersiz olduklarını, BM’ye üye tüm devletlerin KKTC’yi tanımamalarını, tüm üye ülkelerin Kıbrıs’ın hükümranlığına, bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne ve tarafsızlığına saygı duymalarını, Maraş’ın iskan edilmesinin kabul edilemez olduğunu ve Maraş’ın BM’ye devredilmesini içermektedir.
Bence tüm bu 365, 367, 541, 544 ve 550 kararlar, 23 Nisan 2004 tarihinde yapılan referandumdan sonra adada barış istemeyen tarafın Rumların olduğunun kesin olarak ortaya çıkmasından sonra geçerliliğini ve inandırıcılığını kaybetmiştir.
Bundan sonraki çabamız, Güvenlik Konseyinde bu kararları iptal ettirmek olmalıdır. Güvenlik Konseyinin yapısında baktığımız vakit, Rumların ağababaları Rusların orada daimi üye olarak bulunması, Genel sekreter Kofi Annan’ın 23 Nisan 2004 Referandum oylamasından sonra yazdığı raporu dahi geçirmemek için VETO kullanmasından dolayı bu şansımızın çok az olduğu görülmektedir.
Güvenlik konseyinde yukarıdaki kararları iptal ettiremeyeceğimiz gün gibi aşikar olduğuna göre yegane alternatif konuyu Lahey Adalet divanına götürmek kalmaktadır. Her ne kadar BM Güvenlik Konseyi ile Lahey Adalet divanı çok farklı ve alakasız konumlarda iseler de, Lahey’de alınabilecek KKTC lehine bir karar, en azından 365, 367, 541, 544 ve 550 kararların geçerliliği konusunda kafalarda soru işareti yaratacaktır. Belki de yeni kapılar açacaktır.
Bence denemeye değer. Siyasilerimize tavsiye ederim…
Chirac sanki Türkiye için “İmtiyazlı Ortaklık” isteyen Angela Merkel’in baskısında kalmış gibi Türkiye-AB müzakerelerinin tam üyelikten ziyade bir “özel ilişki” kurulmasına yönelik olmasını istiyor.
Hem Chirac ve Başbakanı Dominique de Villepin, hem de Fransa’da Türkiye’nin üyeliğine karşı olanların lideri İçişleri bakanı Nicolas Sarkozy, iktidar uğruna Alman sağının lideri Bayan Angela Merkel ile kader birliği yapıyorlar. Bunları kader birliğine yönelten fikir de “Türkiye’yi bir günah keçisi yapmak”.
Bütün çabaları iç tribünlere oynayabilmek, vatandaşlarının duymak istediklerini söylemek ve oy potansiyellerini arttırmak. Aralarında AB’yi veya AB çıkarlarını düşünen yok. Oy uğruna adi, ucuz ve AB kuruluş esaslarına aykırı bir popülist politika yürütüyorlar.
Fransa’nın genelde AB’nin genişlemesi, özelde ise Türkiye’nin AB’ye katılımı konusunda ciddi tereddütleri var.
Şimdi bunlara bir de içteki siyasi çekişmeler eklendi. Villepin ile Sarkozy tam bir “sidik yarışına” girdiler. Fransa’da 2007 yılında yapılacak Milletvekilliği seçimlerine yatırım yapmak için Başbakan Villepin ile İçişleri Bakanı Sarkozy, Türkiye’nin üyeliğini bahane edip sıkı bir rekabete giriştiler. Bu çekişmede kaybedecek taraf belli, “Türkiye”. Üstelik bu konuda Türkiye’nin hiçbir suçu yok ve maalesef yapabileceği her hangi bir şey de yok.
İşin gerçeğine bakarsak Fransa’nın aslında istediği Türkiye’nin Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini tanıması değildir. Fransa, Türkiye-AB müzakerelerinin tam üyelikten ziyade “İmtiyazlı Ortaklık” veya diğer bit tanımla “özel bir ilişki” şekline yönelik olmasını istiyor.
İstiyor istemesine de, Türkiye ile ekonomik çıkarlarını göz önüne alarak buna cesaret edemiyor ve erkekçe ortaya çıkıp söyleyemiyor.
Bu düşüncesini eyleme dönüştürebileceği bir bahane yaratabilmek için öne kaktıracağı ve sırtından politik oyunlar oynayabileceği bir “keriz” arıyor. AB içindeki 24 üye ülkeden bu işe en uygunu, Türkiye ile sorunu olan Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti. Bu durumda, Kıbrıs’ı bir şekilde kendi çıkarlarına alet etmekten başka hiç bir seçeneği yok. Bu nedenle aradığı “keriz”, alternatifsiz olarak Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti.
Bu nedenle Fransa, Kıbrıs’ı kendi çıkarları için bahane olarak kullanmaya ve öne sürmeye karar verdi ve de hemen, protokolün imzalanmasını bahane ederek uygulamaya da geçti.
Fransa önce, protokolün imzalanmasını bahane edip, Kıbrıs Rumlarının ağzına bir parmak bal çalıp Don Kişot gibi ortaya itti. Arkasından da diğer üye ülkelere yazı gönderip müzakere çerçeve belgesinde tam üyelik dışında bir seçeneğin de zikredilmesi halinde, Türkiye’nin Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini tanınması konusunun da ileri bir tarihe ertelenebileceği mesajını dile getirdi.
Buna karşın Yunanistan ve Kıbrıs, Fransız art niyetinin farkına vardı ve bu tuzağa düşmedi.
Türkiye, bir şekilde Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ni, AB’nin üyesi bir devlet olması nedeni ile diplomatik yoldan tanımak zorunda. Bu sorunu şimdilik, mevcut Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin, 1960’da kurulan ve kendisinin de garantörü olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti ile aynı devlet olmadığı tezi ile savuşturdu. Türkiye’nin bu görüşü, AB ülkelerince de mantıklı bulunuyor. Bu nedenle de, 3 Ekimde müzakereler başlarken tanıma konusunu da çok dürtmemek niyetindeler.
Zaten, bu aşamada Türkiye’nin böyle bir şey yapması da olası değil. Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini tanımaktansa katılım müzakerelerinin başlamasını ertelemeyi tercih edeceğini ima etti.
Rumların ve Yunanlıların müzakerelerin başlangıcında VETO kullanmamalarının bedeli belli oldu. Türk askerinin Kıbrıs’tan çekilmesi.
Adadan asker çekilirse, VETO yok, çekilmezse her bir başlıkta VETO kullanılacak.
Karamanlis ve Papadopulos, şimdilik Türkiye’ye karşı veto kullanmaya sıcak bakmıyor havasındalar. Ama stratejileri yıllardır elde etmeye çalışıpta bir milim ilerleme kaydetmedikleri isteklerini bir bir ve adım adım müzakerelerin içine yerleştirmek ve Rum-Yunan tezleri için iyileştirilmiş bir müzakere çerçevesi oluşturabilmek. Rumlar son saniyeye kadar veto kartlarını öne sürerek müzakere çerçeve belgesi içine kendi lehlerine yeni bazı eklemeler yapılmasına çalışacaklar. Yunanistan da Ege sorununu çerçeve belgesine eklenmesi için bastıracak.
Bu nedenle Yunanistan ve Güney Kıbrıs, Türkiye’nin müzakere çerçevesine Türk-Yunan ilişkileri, Kıbrıs sorunu ve özellikleTürk askerinin adadaki mevcudiyetine ilişkin şartlar eklemek istiyorlar. Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin 3 Ekim’de başlamasına, buna paralel olarak Türkiye’nin gümrük birliği protokolüne uymasına ilişkin Kıbrıs tezlerini hesaba kattırmayı, müzakere çerçevesinin iyileştirilmesini ve Türkiye tarafından tanıma perspektifinde ilişkilerin normalleştirilmesine bir adım olarak protokolün hayata geçirilmesi konusunda da şart eklettirmeyi planlıyorlar.
Buna ilaveten, Türkiye’nin ek protokolle birlikte yayınladığı, protokolün imzalanmasının “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni de tanıma anlamına gelmeyeceği konusunu da yabancı uzmanlara enine boyuna inceletti. Bilirkişiler yaptıkları incelemeden sonra yazdıkları raporda, beklentilerin tam aksine, söz konusu deklarasyonun AB tarafından etkisiz hale getirilmemesi durumunda, Türkiye’nin bu tek taraflı hareketinin meşru sonuçlar üreteceğine dikkat çekildi.
İngiltere dönem başkanlığı, Türk deklerasyonuna karşı şekillenecek perde gerisi tartışmalara zaman tanımak amacıyla Daimi Temsilciler Konseyi (COREPER) toplantısını önce 18 Ağustos’tan 25 Ağustos’a oradan da ayın 31’ine kaydırdı. Toplantı tarihinin kaydırılması, zaman baskısı yaratıyor ve tam da 25’lerin Dışişleri Bakanları gayrı resmi toplantısının arifesinde gerçekleşecek. AB Dış İşleri Bakanları İngiltere’nin Newport kentinde 1-2 Eylül tarihinde toplanıyor.
Beklentiler büyük değil ve müzakere çerçevesinin omurgası Avrupa Komisyonu tarafından halen hazırlanmakta ve daha da bitmedi. Ancak Rumlar ve Yunanlılar, bu aşamada Türkiye’nin, Kıbrıs gemilerini (Mart 2006’da) limanlarına kabul etme ve hava koridorlarını (Eylül 2006’da) Kıbrıs uçaklarına açma yükümlülüklerini yerine getirmesine ilişkin net cümleleri müzakere çerçevesi içine koydurmak için olağanüstü bir uğraşı veriyorlar.
Büyük bir olasılıkla 3 Ekim’de Türkiye-AB katılım müzakereleri, Türkiye, “Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ni” tanımadan ve tanımaya zorlanmadan başlayacak. Hiç kimse Türkiye’ye olmazsa olmaz demeyecek.
Türkiye-AB ilişkilerinin kopma noktasına gelmesi Helen planlarına ters düşüyor. Bu yüzden Yunanistan ve Rumlar “VETO”ya pek de niyetli değiller. Bu nedenle de Atina ve Lefkoşa, Türkiye-AB müzakerelerinin “formalite icabı” başlamasına ama ciddi müzakerelere de Ankara’nın ek protokolü, “Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti”ni tanıdığı anlamına gelecek şekilde fiilen uygulaması sonrası geçilmesi formülü ağırlıkta.
Şimdilik adadaki Türk askeri ile ilgili her hangi bir şey yok ama dışarı sızan bilgilere göre, Maksim’de Karamanlis ve Papadopulos arasında yapılan toplantıda, 10 maddeden oluşan bir “Türkiye’den Talep edeceklerimiz” listesi kararlaştırıldı. Toplantı sonrası yapılan ortak açıklamada bu listenin gizli tutulacağı söylendi ama Mağusa’nın ünlü kargalarının getirdiği haberlere göre, bu listedeki 1.ci madde, Kıbrıs’ın kuzeyinde bulunan Türk ordusu ile ilgili. Türkiye-AB müzakereleri sorunsuz ve güle oynaya başladıktan sonra masaya konacak ilk koşullardan bir tanesi, adanın kuzeyinde yani KKTC’de bulunan Türk ordusu’nun geri çekilmesi.
Benden söylemesi. Nasıl olsa bu kritik günleri hep beraber yaşayacağız… İnşallah ben söylemiştim diye yazmak zorunda kalmam…
Türkiye’nin imzaladığı ek protokol ve ilavesindeki deklarasyonla 3 Ekim müzakere koşulları yerine geldi. AB üyesi Fransa, Avusturya ve Danimarka’dan olumsuz sesler çıkmasına rağmen her hangi bir aksiyon olmadı.
VETO tereddüdünü yaşayan Helen dünyası tam tabirle iki cami arasında binamaz kaldı.
İş başa düşünce, konuyu enine boyuna tartışmak üzere dün acil durum değerlendirmesi programı çerçevesinde Papadopulos, 24 saatlik bir ziyaret için Yunanistana gitti. Gün boyu Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis ve diğer Yunanlı siyasiler ile çok önemli bir toplantılar yaptı.
Papadopulos ve Karamanlis, özellikle Fransa, Avusturya ve Danimarka’nın tepkileri nedeniyle şekillenen ortamdan sonra, ek protokol ve Türkiye’nin sözde “Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti”ni tanımadığını beyan ettiği deklerasyonu konusunda “Helen” tarafının ne yapabileceğine dair yüksek sesle düşünüp karar alacaklar.
Rumların içinde, haklı olarak bu üç AB ülkesinin siyasi oyununa gelmemek ve piyon olmamak korkusu ve endişesi var.
AB-Türkiye müzakereleri süreci Helenler için çeşitli alternatif senaryolara gebe. Dünkü Papadopulos-Karamanlis görüşmesinde bu olası senaryolar ele alındı. Bunların tümü de, 3 Ekim ışığı altında Fransa’nın ve diğerlerinin Kıbrıs sorunundaki, Rumlar açısından olumlu tavırlarını temel alıyor.
Yunanistan ile Kıbrıs bugün, Türkiye’nin Avrupa’ya katılımına “engel olmak mı?” mı, yoksa “desteklemek mi?” ikilemiyle karşı karşıya. VETO’nun hem kazandıracakları hem de kaybettirecekleri var. Önemli olan bunun hangisinin daha ağır bastığıdır. 17 Aralık Konsey toplantısında, Yunanistan ile Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti VETO haklarını kullansalardı, Batı dünyasının tüm şimşeklerini üzerlerine çekeceklerdi ve tam bir günah keçisi olacaklardı.
Şimdiki durumları daha iyi gözükse de bayağı sıkıntılı. İç tribünlere verececekleri hesap ile deplasmanda kazanacakları puanları aynı kefeye bir türlü koyamıyorlar. İçteki siyasi başarı ve yatırımları, dışta kayıpalara yol açacak. Dışta kazanımları seçseler, içte koltuk kaybedecekler. Tam bir çıkmazdalar.
Papadopulos bu günkü seri toplantılardan sonra çantasına koyduğu bilgi ve destekle Kıbrıs’a dönecek ve Rum Ulusal Konseyini 22 Ağustos Pazartesi sabahı toplayacak. Toplantıda her iki ülkenin müşterek çıkarlarını yani Helen dünyasının çıkarlarını açık ve net bir şekilde masaya serecek. Müzakereler süresince takınılacak tavır ve protokolun imzası ile ortaya çıkan son duruma göre izlenecek politika hakkında tüm siyasi partilerin görüş ve düşünceleri, tek tek ele alacak ve tartışacak.
Rum-Yunan tarafı,AB tarafından Türkiye’ye verilecek olan müzakere çerçevesini çok önemsiyor. Bu çerçeve, şimdiden çok uzun yıllar alacağı gözüken müzakere sürecini de belirleyecek.
Kıbrıs konusuna ilişkin bugünkü durum, Tassos Papadopulos’un tüm olumsuz yaklaşımları ile uyguladığı siyasetinin doğru, Referandum da da HAYIR çıkarttırmasını haklı gösteriyor. Annan Planını silip atan bu “HAYIR”dan sonra şu da gerçektir ki, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti varlığını kaybetmedi ve dimdik ayakta duruyor. Üstelik dev gibi Türkiye’nin karşısında Türkiye’nin tüm AB düşlerini toprak edecek VETO gibi bir gücü de elinde tutuyor. Müzakerelerin arkasına saklanarak şimdi de Türkiye’nin kendisini tanıması için her yolu deniyor. Deniyor denemesine de, genede içinde yenemediği endişeleri ve korkuları var.
Türkiye’nin imza ettiği protokola ilaveten verdiği deklarasyonla ortaya çıkan, “Türkiye’nin, Zürih-Londra anlaşmasına imzasını atarak kabul ettiği ve tanıdığı Kıbrıs Cumhuriyeti’nin var olmadığı” iddiası, Rumları bayağı endişelendiriyor.
Endişelendikleri diğer bir konu da, Annan Planı’nın temel şartlarından birinin, mevcut Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin dağılması ve yerine güçsüz bir merkezi hükümet ile Kıbrıs’lı Türklerinde ortak ve kurucu olduğu yeni bir devletin kurulması.
Bu planın bir gün önlerine çıkacağı kesin. Bunu düşünmek bile istemiyorlar. Bu nedenle yukarıda yazdığım gibi “VETO tereddüdünü yaşayan Helen dünyası tam tabirle iki cami arasında binamaz”. Üstü bıyık, altı sakal…