10 Aralık 2003 tarihinde, Milletvekili seçimleri bütün hızıyla devam ederken, DP genel Başkanı Serdar Denktaş, partisinin milletvekili adaylarıyla, Lefkoşa Saray Otel’de bir basın toplantısı düzenlemişti ve gündeme adeta bomba gibi düşen bir açıklama yapmıştı.
Serdar Denktaş düzenlediği basın toplantısında, Annan planı büyük bir heyecenla tartışılırken, bir gerçeğin kamuoyunun dikkatinden kaçtığını ve ”çözüm ve AB” tartışmalarının gerisinde kaldığına dikkat çekmişti.
Serdar Denktaş, o gün bomba gibi patlayan açıklamasında Kıbrıs adasının etrafında dünyanın en zengin petrol rezervleri olduğunun tespit edildiğine işaret etmiş, Avrupa Birliği (AB) ve ABD’nin bu petrol kaynaklarını kendi kontrollerine almak istediğini ve bu nedenle Annan planının derhal imzalanarak, tüm Kıbrıs’ın Mayıs 2004’te AB’ye girmesi yönünde uğraş verdiklerini söylemişti.
O günkü açıklamasında 2001 ortalarında, Kıbrıs’ın kuzeyinde Girne- İskenderun arasında ve güneydoğuda; Kıbrıs-Suriye-Lübnan-İsrail-Mısır arasındaki bölgede dünyanın en zengin gaz ve petrol yataklarının olduğunun ortaya çıktığına dikkat çekmiş, bütün bunların bilindiğini, ancak diğer tartışmalar yanında bunların gözden kaçtığını ve yeterince önemi üzerinde durulmadığını anlatmıştı. Sözlerine devamla Denktaş, Kıbrıs Türklerinin AB’ye uyum çalışmasını yapmadan acele AB’ye alınmak istenmesinin arkasında yatan en önemli unsurun bu olduğunu üstüne vura vura belirtmişti.
Yukarıdaki sözlerin söylenmesinden sonra tam bir buçuk yıl geçti ve dün aynı konuyu Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün yaptığı yazılı açıklama ile dile getirdi.
Aygün, Kıbrıs ile Mısır arasında, Ada’dan 50 deniz mili uzaklıkta ve denizin yaklaşık 2 kilometre altında zengin petrol yatakları tespit edildiği yönündeki iddialar olduğunu ve bunun araştırılması gerektiği konusunda Türk hükümetinin ve Türkiye kamuoyunun dikkatini çekiyor. Girne-İskenderun arasında zengin petrol yatakları olduğuna inandığını ifade eden Aygün, Kıbrıs Adası’nı çevreleyen sularda toplam 400 milyar dolar değerinde, 6-8 milyar varil petrol bulunduğu iddialarının, Kıbrıs’la ilgili gelişmelerle örtüştüğünü ileri sürdü.
Bunlar çok ciddi iddialar ve her ikisi de son derece saygın olan kişilerce dile getiriliyor.
Hatırlarsanız, 2001 yılı Haziran ayında yapılan Mısır-Rum görüşmelerinin ardından Mısır’ın Rum Kesimi Büyükelçisi Ömer Metwally, (Hükümetimizin, İsrail-Suriye-Mısır-Kıbrıs arasında bulunan bölgede geniş petrol havzalarına ait ciddi tespitleri var) demişti. Rum Kesimi, Suriye, Mısır, Ürdün ve Lübnanlı yetkililer. 2002 yılının Nisan ayında Ürdün’ün başkenti Amman’da düzenlenen bir konferansta konuyu ele almışlar ve konferans sonunda, Mısırlı yetkililer, dünyanın en geniş petrol yataklarının Kıbrıs çevresinde olduğunu iddia etmişlerdi.
Uluslararası deniz hukukuna göre, petrol ve gazın bulunduğu bölgeyle ilgili herhangi bir siyasi sorunun bulunmaması gerekiyor.
Ama büyük bir sorun var.
Rumların Mısırla yaptıkları anlaşma, Türkiye’nin doğal kıta sahanlığı haklarını ve ekonomik bölge haklarını iyice kısıtlamak amacındadır. Yapılan anlaşma ile Rodos-Baf-Larnaka-Port Said-İskenderiye-Rodos çok kenarı tamamen Yunanistan-Kıbrıs Rum ve Mısır kontrolüne giriyor. Türkiye’nin Gazipaşa’dan Dalaman’a kadar uzanan sahilinin 200 mil açığına kadar uzanan ekonomik bölge hakları, ki bu bölge Türkiye ile Mısır arasındaki denizin neredeyse yarısı demektir, bu anlaşma ile tamamen yok edilmek istenmektedir.
Türkiye doğal olarak bu anlaşmaya çekincesini koymuş ve Rum-Mısır anlaşmasını tanımadığını beyan ederek, bölgeye SİSMİK-1 arama gemisini göndererek, bir yerde hükümranlık haklarına sahip çıkmış ve Mısır’a nota vermek suretiyle bu danışıklı dövüşü durdurabilmişti.
Ben bunu nerden mi biliyorum. 2004 yılının Şubat-Mart ve Nisan aylarında BM kontrolündeki ara bölgede BM gözetiminde yaptığımız toplumlararası görüşmelerde, Türk delegasyonu başkanı olduğum Denizcilik ve Deniz Taşımacılığı komisyonunda bu konuda fırtınalar kopmuştu.
Artık hedef belli.
AB ve ABD Kıbrıs adasının tümünü bir şekilde AB’nin içine dahil ederek, Doğu Akdeniz’deki petrol ve gaz rezervlerimizin tümünü kontrol altına almaya çalışıyor. Bunu yaparken iki hususu göz önünde bulunduruyor.
Birincisi Türkiye’yi bu rezervlerin uzağında tutabilmek,
İkincisi de başlatmış oldukları çalışmalara uluslararası hukuk kılıfı uydurmaya çalışmak.
Geleceğin enerji merkezinin Kıbrıs olacağına dair somut veriler masa üstünde yerini aldı.
AB ve ABD Kıbrıs’taki petrolü istiyor. Adada yaşayanların ne yaptıkları ve ne olacakları pek umurlarında değil.
Fransa Başbakanı Villepin’in, “Madem ki Türkiye Kıbrıs’ı tanımıyor, Türkiye-AB müzakerelerinin başlaması anlamsızdır” demesi, gerek Lefkoşa, gerekse Atina için kapanmış olduğu düşünülen VETO konusunu yeniden gündeme getirdi.
Kendini AB’nin lokomotifi zanneden Fransa, kendi başına Kıbrıs’ı bahane ederek 3 Ekim’de müzakerelerin başlamasına felik koyabilir mi veya mani olabilir mi?
Bunun yanıtı çok açık ve kesin olarak HAYIR’dır.
Hiç düşünüp, EVET olabilir mi diye kafa yormaya bile gerek yok. Yanıt kesin olarak HAYIR’dır.
Unutulmaması gereken ince bir detay var. 17 Aralık kararının AB Komisyonun’da ittifakla (oy birliği ile) alınmış olması. Yani tüm üyelerin EVET demesi ile karara varılmış olması.
Fransa’nın bu aşamada, Ek protokole ilave edilmiş deklarasyonu bahane edip müzakerelerin başlamasını engellemeyebilmesi için konuyu yeniden komisyona götürmesi ve “Hayır, Türkiye ile müzakerelere başlamıyoruz” diye yeniden “ittifakla” karar alması germektedir.
İşte imkânsız olan da, bana kesin olarak yukarıdaki yanıtın HAYIR olacağına teminat veren de bu incecik detay.
Buna ilaveten, Türkiye ile Askeri ve Ekonomik işbirliği içinde olan İngiltere gibi bir dost ülkenin ve Blair gibi vizyon sahibi bir liderin AB dönem başkanı olması da, bu tür iç tribünlere yönelik tepkileri daha doğmadan saf dışı bırakacak olumlu bir etken.
Konuya ABD açısından bakarsanız olayın biraz daha farklı bir boyut kazandığını görürsünüz.
ABD, hem kendisinin hem de AB’nin Türkiye’ye gereksinimi olduğu düşüncesinde. Türkiye’nin AB sürecinin durdurulmasının bırakın uzun vadeyi, normal vade de bile hiç kimsenin çıkarına olmayacağına inanıyor. ABD’ye göre müzakere süreci devam etmeli ve Türkiye AB içinde Batı dünyasının önemli müttefiki olarak yerini almalı. Terörün Avrupa’ya bulaşması ve AB’nin de bundan yavaş yavaş etkilenmesi teröre karşı yapılacak mücadelede, deneyimli olan Türkiye’nin önemi ortaya çıkarıyor. ABD terörle başa çıkmanın en önemli yolunun Türkiye’nin AB ile bütünleşmesinden geçtiğini yüksek sesle tüm üyelere söylüyor.
Konuya Rum tarafı açısından bakarsanız, VETO iç tribünlere oynanmış bir anlık kahramanlıktan sonra Papadopulos’un işini kolaylaştırmak yerine, iyice zorlaştıracak.
VETO, Türkiye’de kargaşaya neden olacak, AKP’yi Kıbrıs konusunda “Şahin”leştirecek veya da iktidar olmak için kolları sıvamış fırsat kollayan “Şahin”leri yeniden yönetime getirecek. Bu VETO krizi, Türkiye’nin ambargolar ve izolasyonlarla köşeye sıkıştırılmış KKTC’ye dört elle sarılmasına ve adada kesin kes bir ayrılığa yol açacak. Kıbrıs’ta birleşik bir devlet hayal olacak ve Rumlar kuzeyi unutacak.
Kıbrıs ve Yunanistan, VETO kullanmanın kendi çıkarlarına olmadığını ve iplerin tümden kopacağını, Kıbrıs’ın kuzey yarısının VETO ile ellerinden kayıp gideceğini çok iyi biliyor. Bu yüzden de 17 Aralık tarihinde Türkiye’ye tarih verildiği zaman, VETO kullanmak istemediler. Bu aşamada da kullanmaya cesaret edemeyecekler.
Konuya bir de Türkiye tarafından bakarsanız, Türkiye’nin, Rum kesimini Kıbrıs konusu BM’de çözülmeden tanımasının, hukuken başına çok belalar açacağını bildiğini hemen fark ederseniz.
Bu nedenle, bırakın Rumları tanımayı, liman ve havaalanlarını da Rumlara açmayacak. Türkiye’nin Misak-ı Milli hudutları 1974’e değişti ve onu değiştirmek için artık Lozan benzeri bir anlaşma gerekli. Hiçbir siyasi parti bunu tek başına göze alamaz. İşin ucunda Vahdettin gibi Türk tarihine ihanet etmiş bir yönetici olarak geçmek de var.
Gerçek olan şu ki, Türkiye AB ile müzakere sürecinden iyi bir şekilde faydalanıyor.
Yabancı sermaye girişi 15 milyarı buldu.
Ekonomik gelişmenin 2004 yılı içinde gösterdiği gelişmenin istihdama yansıması ile 1 milyon 300 bin kişiye iş yaratılması.
Petrol fiyatlarının artışına rağmen enflasyonun düşmesi.
Peki sizce nereden kaynaklanıyor tüm bunlar. Bence büyük oranda AB sürecinden. Batılı sermaye, Türkiye’yi kendinden görmeye başladı artık.
Tüm bunları harmanlayın, göreceksiniz ki, 3 Ekim’de müzakereler başlayacak, Türkiye AB yolunda yürümeye devam edecek ve bu sürecin yarattığı yararlardan faydalanmaya devam edecek. Kıbrıs konusu AB’nin tüm bastırmalarına rağmen illaki BM zemininde bir çözüm yoluna girecek.
Ha, AB müzakereleri sonunda üyelik olacak mı? Bu benim için çok da önemli değil. Zaten bunu ancak benim torunlarım görebilecek…. Allah Kerim…
İngiltere’de yayınlanan “Financial Times” gazetesinin evvelki gün Kıbrıs’a ilişkin yayınlamış olduğu ekinde küçük bir ayrıntı vardı. Önceleri hiç dikkatimi çekmemişti ama sonradan tekrar okuyunca sanki başıma balyozla vurulmuşa döndüm.
İzolasyonlar, ambargolar, siyasi baskılar tüm hızıyla devam ederken ve biz de bunlardan kurtulmak için Türkiye ile birlikte uğraş verirken şimdi bir de bu çıktı karşımıza.
Uluslararası Para Fonu (İMF), Türkiye’ye, KKTC’ye yapmakta olduğu mali yardımı kısıtlama zorunluluğu getirmiş ve bu uygulama 2006 bütçesi itibarı ile geçerli olacak.
Enflasyon ile göze göz, dişe diş mücadele eden Türkiye, IMF ile çok yakın bir ilişki içinde. IMF’siz enflasyonu yenmesi olanaksız.
IMF olumlu rapor verdikçe ve buna paralel olarak da Türkiye’nin kredi notu düşmedikçe, dıştan Türkiye’ye giren sermaye ve dış yatırımlar artıyor, buna paralel olarak sıcak para akışı devam ediyor ve enflasyon aşağı aşağı gidiyor.
Ekonomistler, Ağustos 2005 itibarı ile YTL’nin olması gereken değerden %50 daha düşük olduğunu söylüyorlar. Yani bu gün 1 ABD doları 1.35 YTL ise bunun gerçek yani reel değerinin aslında yaklaşık 2.00 YTL olması gerekir diyorlar.
3 Ekim çok kritik bir tarih.
Hem siyasi bir Milat hem de Mali bir Milat.
1 Mayıs 2004 tarihinde bünyesine üye olarak Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini almış olan AB, üye adayı Türkiye’nin elinden Kıbrıs’ın kuzey kısmını alıp, Rumlara vermek için elden geleni yapıyor. Son derece haksız ve tek taraflı bir şekilde 3 Ekimde müzakerelerin başlayabilmesi için, 1963/4 Ankara Anlaşması Gümrük Birliği Ek protokolünü genişletmesi kisvesi altında Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini tanınmasını istiyor. Hava ve Deniz Limanlarını Rumlara açarak, KKTC’nin bir kenara itilmesini ve daha da korumasız kalmasını istiyor.
AB olarak kendisi, referandum öncesi verdiği sözleri tutmayıp, ısrarla ticari ambargoları ve siyasi izolasyonları kaldırmıyor ve bu yönde adım da atmıyor.
BM, bizi dünyadan dışlayan 541 ve 550 No.lu kararları haksızca almış ve referandum da BM’nin hazırladığı Annan Planına EVET dediğimiz halde, bu kararları hala daha yürürlükte tutup, adada barışı önleyenin KKTC olduğu iddiasında.
Kala kala bir IMF kaldıydı bize ambargo uygulamayan. Zaten bizi tanımadığı için direkt olarak ambargo uygulaması olanaksız. Bunun için seçebileceği yegane yol, yıllardır bizi canlı tutabilmek için her türlü maddi ve manevi desteği veren Türkiye’den bize uzatılmış yaşam borusunu kesmek.
Türkiye’nin mali yardımları da kesilince, toplum olarak mahvolacağımız ve ister istemez Rum’un kucağına düşeceğimiz kesin.
İşin ciddiyetinin ne boyutta olduğunu ortaya koyabilmek için bir kıyaslama yapmak istiyorum.
Hatırlarsanız AB’nin vermeyi vaat ettiği, “hikayeden düdük” misali bir 296 milyon Avro vardı. Bunu vermemek ve geciktirmek için elden geleni yapıyorlar. Bir gün bir yanlışlık olurda verilirse, koşulları var. Bu para asla, 1974 öncesinde Rumlara ait olan topraklar üzerinde her hangi bir yatırıma dönüşemez diye. Ne demektir bu koşul. Biz Kıbrıs’lı Türkler bu AB Yardımı para ile bir elektrik santrali kurmak istersek, bu santral asla eskiden Rum koçanlı olan topraklar üzerinde veya 1960 patentli Kıbrıs Cumhuriyeti adına koçanlı arazi üzerinde kurulamaz. Telefon santrali yapmak istersek, ne santral binası ne de direkleri eskiden Rum koçanlı olan topraklar üzerine yapılamaz. Hikaye böyle.
Bir de IMF’nin durdurulması şartını koyduğu Türkiye yardımlarına bakın. 2005 yılında yapılacak toplam yardımın tutarı tamı tamına $900,000,000. Yanlış okumadınız yazı ile dokuz yüz milyon dolar. KKTC’deki tüm sektörler, bu yardımdan ve yatırımdan payını kayıtsız şartsız alıyor.
İşte IMF bunun kesilmesini istiyor.
İnsanca serbest dolaşımımız kısıtlı. Direk ticaretimiz kısıtlı. Bizi tanıyan yok. Dünya üzerinde varız ama yokuz. Limanlarımız kapalı. Dünya ile hiçbir bağımız yok. Uluslar arası Posta bağlantısı yok, telefon bağlantısı yok. Bir tek Türkiye’miz var ve bir de soluduğumuz hava kaldı.
Şimdi sıra önce Türkiye’nin bize yardımlarını kesmek sonra da soluduğumuz havayı. Zaten başka bir şey kalmadı.
Fransa Başbakanı Dominique de Villepin, “Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanımaması halinde, AB ile müzakerelerin düşünülemeyeceği” yönündeki sözleri tam bir rakibi yoklama vuruşu ve bu sözlerle ima ettiği, müzakerelerin başlayacağı 3 Ekim tarihini bloke etmek tehdidi, aslında alışılmış bir davranış değil. Diplomasiye ve AB ruhuna aykırı. Bu çıkışı ile Fransa, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanınmasına dair daha önce var olmayan bir ön koşulu gündeme getirmek istiyor.
Fransa’da her kesin de bildiği gibi dış politikada son söz Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’a ait. Üyelik müzakerelerinin açılması için Ankara’dan daha evvel istenmeyen bu koşul ilk defa empoze edilmeye çalışılıyor ve bunun da başını Fransa çekmeye niyetli. Villepin Kıbrıs konusunda Türkiye’ye “ultimaton” verirken, Türkiye’nin üyeliğine muhalefetin yoğun olduğu Fransa’daki iç tribünlere seslendi ve dışarıda da Almanya ile Avusturya’ya mesaj gönderdi.
Aslına bakarsanız ne Rum Kesimi, ne de Yunanistan’ın olayı bu denli kritik bir çizgiye çekmedi.
Buradaki kritik çizgi nedir.
Kritik çizgi “Bir oyun oynanırken kurallar değiştirilmez” kavramıdır.
Bu aşamada AB’nin, kendi kuralları içinde yapabileceği çok az şey var ve müzakereler tüm yüksek tansiyona rağmen 3 Ekim tarihinde başlayacaktır.
Müzakereler başlayana kadar ve sonrasında AB’nin yapabilecekleri ne olabilir.
1. AB, Ekim ayında açıklanacak İlerleme Raporu’nda Türkiye’nin hava ve deniz limanlarını Kıbrıs Rum kesimine açmamasını eleştirebilir ve konu bir “benchmark” olarak Müzakere Çerçeve Belgesi’nde yer alabilir.
2. AB, Türkiye’nin, “Gümrük Birliği hizmetlerin serbest dolaşımını kapsamıyor” diyerek limanlarını Rum kesimine açmayı reddetmesine karşın bunun müzakereler için bir önkoşul olmasını kararlaştırabilir.
3. AB, 36 fasılından birini oluşturan Gümrük Birliği müzakereleri için “Türkiye’nin Gümrük Birliği ile ilgili yükümlülükleri yerine getirilmelidir” diyerek bunların içine Türkiye’nin hava ve deniz limanlarının Rum kesimine açmasını koyabilir.
Yapılabilecek olan bu 3 olasılık da “Bir oyun oynanırken kurallar değiştirilmez” kavramına ve felsefesine aykırı. Bu işlem “Geriye dönük vergi koymak” gibi bir uygulama olacak ki, AB’nin kuruluş ruhu ve hukuk anlayışına tamamen aykırı.
Aykırı olmasına aykırı ama bir de AB’nin şerefi var ortada. Türkiye’nin Kıbrıs Rum Kesimi’ni tanıması Avrupa Birliği’nin kendi değerleri için çok önemli. Bir nevi şeref meselesi oldu artık.
Buna karşın Orta Doğu’da ve dünya ekonomisi içinde Türkiye’nin yükselen bir yıldızı var. Özellikle 12 Eylül sonrasında, bir yerde dünyada oluşmaya başlayan Hıristiyan-Müslüman kamplaşmasında ve Hıristiyan dünyasında tırmanışa geçen İslam düşmanlığının önlenmesinde Türkiye’ye verilmek istenen büyük görevler var.
Siyasi ve dinsel görevlerle, ekonomik çıkarları alt alta koyup toplarsanız, çok açık olarak Türkiye’ye özellikle 3 Ekim müzakereleri başlangıcında bir takım üyelik önleyici şartların konamayacağını görürsünüz.
Neredeyse 1000 yıldır Avrupa ile iyi veya kötü ilişkileri olan Türkiye’nin ve Türklerin, AB’den dışlanması söz konusu olmayacaktır.
AB ne Kıbrıs’lı Rumları ne de Türkiye’yi kaybetmek istememektedir ve Avrupalı ruhuna uygun olarak illaki bir ara formül arayışı içine girecektir ve bulacaktır da.
Bazı okurlarımın nedir bu Hrisi Avgi dediklerini duyar gibiyim. Hrisi Avgi, güneyde, Türklere karşı duyulan nefret üzerine kurulu bir örgüt. Manası “Altın Şafak” demek. Tam bir Neo Nazi veya Neo Faşit kuruluşu, yani “Yeni Nazi”.
Almanya ve Avrupa, Nazi kökenli düşünceleri silip atmak için çaba gösterirken, parlamentolarından yasalar geçiriken, Avrupa’nın güzide bir üyesi olan Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinde bu Hrisi Avgi kuruluşu faaliyette. Bu örgütün Rum tarafına getireceği siyasi bedel çok büyük olacak. “Hrisi Avgi” isimli Nazist örgüt, Rum siyasi sahnesinde yeni bir döneme damgasını vurmayı hedefliyor.
Hrisi Avgi kendisini ilk kez geçen nisan ayında, referandumların hemen öncesinde, Lefkoşa’nın Rum kesiminde dağıttığı ilan ve tanıtım broşürleriyle gösterdi. Örgüt üyelerinin bazıları bu broşürleri dağıtırken bazıları da sprey boyalarla duvarlara “Anti-Elen Annan Planına Hayır” gibi milliyetçi görüşlerini içeren sloganlar yazdı. Bir anda ortaya çıkan Yunanistan orijinli bu örgüt, aklı başında Rum basınından tepki görmesinden sonra adını “Millîyetçi Halk Hareketi” olarak değiştirdi.
“Hrisi Avgi” isimli örgüt, Rum polis teşkilatının açıklamasına göre terör fonu da olan aşırı sağcı bir örgüt. Bunun yanında, siyasi ve sosyal yaşamda terör ve çatışmayı körükleyen tehlikeli milliyetçi tutumları da var. Silah dahi taşıyorlar. Rum polisi, Yunanistan’daki Hrisi Avgi’nin Güney Kıbrıs’taki devamı olan bu örgütle ilişkili faaliyet gösteren üyelerinin (yaklaşık 45 kişi) listesine sahip olduğunu ve bunların faaliyetlerini de resmen bildiğini iddia ediyor.
Söz konusu örgütün elebaşısı bir Kıbrıslı Rum kadın üniversite öğrencisi. Örgütün adresinde bir de internet sitesi bulunuyor. Sitenin adresi http://www.geocities.com/xrushaugh/drasi.html . İnternet sitesinde her satırı Türk düşmanlığı kokan “Kıbrıslı Hrisi Avgiler ‘Katillerden intikam, Onlarla uzlaşmaya hayır, federasyona hayır’ sloganları yazıyor.
Bu örgütün geçen sene yaptığı ve polis kayıtlarına geçen açıklaması kelimesi kelimesine aynen şöyle : “Hiçbir Türk-Yunan dostluğuna inanmıyoruz ve bir gün ulusumuzun, 1974’te Kıbrıs’taki bayrağımızı utandıran mongollara güçlü bir yanıt vermeleri gerektiğini düşünüyoruz. İki yüzlü sahte insanî teorilerden uzakta… Türklerden nefret ediyoruz ve eğer birileri bizi barbar diye nitelendirirse, onları yalanlamayacağız, aksine bunu gururla kabul edeceğiz.”
Hrisi Avgi’ye göre (DIKO Başkanı) Kıbrıs’ın vatansever Cumhurbaşkanı Tassos Papadopulos, Rum halkını Annan planına “Hayır” demeye yönlendirmekle çok doğru yaptı.
Eğer herhangi bir Avrupa ülkesinin bir Cumhurbaşkanı veya Başbakanı, katıldığı bir etkinliğe neo-faşist, ırkçı bir örgütün de katılmasını kabul etseydi, o zaman gerek siyasi çevrelerin, gerekse her demokratik vatandaşın yoğun tepkileri ile karşılaşırdı. Ancak faşist Hrisi Avgi (Altın Şafak) örgütünün yeni kurulan Kıbrıs şubesinin geçen sene DIKO etkinliğine katılımı, DİKO partisinin lider grubunun tepkisini toplamadı. Aksine DİKO Başkan Vekili Nikos Kleanthus, DİSY partisi ile ilgili bir dizi vatansever ve küfür dolu açıklamalarla, Hrisi Avgi grubuna usta bir şekilde siyasî destek vermeye özen gösterdi.
Hrisi Avgininin son açıklaması işte şöyle: “Hrisi Avgi Papadopulos’un yanındadır ve tetiktedir. Hrisi Avgi yerli ve yabancı evetçilerin ve Cumhurbaşkanının devrilmesi amacıyla yerlilerle birlikte komplo kuran yabancı komplocuların, satanist planlarını hayata geçirmelerine izin vermeyecektir.”
Hrisi Avgi ile Papadopulos arasında organik bir bağ olduğu göze çarpıyor. Papadopulos siyasi başarısızlığını Hrisi Avgi ile örtemeye çalışıyorsa çok yanlış bir yola girmiş demektir ve adadaki iki toplum arasındaki gerginlik tırmanma trendine göstermeye başlayacaktır.
Rum tarafında, özellikle Papadopulos hamiliğinde vatansever millîyetçilik şekli altında yapılan felaket tellallığı, Kıbrıs’ın siyasî kültür düzeyini düşürmeye başlayacak, iki halkı kesin çizgilerle bölecek, Rumlar içinde Kıbrıslı Türklere karşı kuşku ve düşmanlık duygularını körükleyecek ve iki toplumun arasındaki ipler bir daha bağlanmamak üzere kopacaktır.
Bizi güzel günler beklemiyor. Sanki 1963 olayları, aynı prodüktör tarafından 2005 yılı koşullarına uyarlanarak gene tezgaha kondu gibi…