Türkiye, 3 Ekim’de müzakerelere başlamak için her bir şartı yerine getirdi. AB ile uyum gerektiren tüm yasalar çıkarıldı, 17 Aralık koşulu olan ek protokol de imzalandı.
Müzakereler 3 Ekim’de başlayacak. Bunu sadece ben söylemiyorum, herkes kabul ediyor.
Türkiye, AB’ye verdiği sözü tuttu. Kıbrıs’ın da içinde olduğu 10 yeni AB üyesiyle uyum protokolünü imzaladı. Bir bildiri de yayınlayıp, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin sadece Güney’i temsil ettiğini, KKTC’yle de ilişkilerinin değişmeyeceğini dünyaya duyurdu.
İmzalanan bu protokol ile, Rum Yönetimi’ni “de facto”, yani “fiilen” tanımadı. Bu olayın kökleri 4 Mart 1964 tarihine geri gidiyor.
Adada hükümeti ele geçirmiş olan Makarios ve ekibi, ki o dönemde aralarında Papadopulos’da vardı, adayı Yunanistana bağlamak için Akritas planını uygulamaya koymuşlar ve sistemli bir şekilde 21 Aralık 1963 tarihinde Türklere saldırılar düzenlemişlerdi. Saldırıların dozu artınca, ada sathında küçük küçük köylerde yaşamakta olan Türkler, can güvenlikleri için 103 köyü terk edip daha güvenli yerlere göç etmişlerdi. Durmak bilmeyen Rum saldırılarına karşı Türkleri korumak için Birleşmiş Milletlere başvuran Türkiye adaya BM barış gücünün gönderilmesini talep etmişti. BM barış gücünün bir ülkeye girebilmesi için o ülkede yasal hükümetin talepte bulunması koşul olduğu için, Türkiye ister istemez, adadaki bir katliamı önlemek için, Kıbrıs’lı Türklerin tamamen dışlandığı Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini 4 Mart 1964 tarihinde tanımak zorunda kalmıştı.
İste, Türkiye’nin protokolu imzalarken kapak olarak koyduğu açıklama notuna yazdığı “Ben 1960’da kurulan ve Garantörü olduğum Kıbrıs Cumhuriyetini tanıyorum. Benim önüme koyduğunuz sahte Kıbrıs (Rum) devletini tanımıyorum ve anlaşma olana kadar da asla tanımayacağım” dediği Rum hükümeti bu hükümet. Kıbrıs’lı Türklerin canını şantaj malzemesi olarak kullanıp kendisini Türkiye’ye kabule ettiren hükümet.
Satranç oyunu artık sahnede. Ortada sürpriz bir durum yok. Türkiye kendi görüşünü savundu. AB de KKTC’nin yasal olmadığını söylüyor ve Kıbrıs’ın yasal temsilcisi olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’ni görüyor. İki farklı yaklaşım ve AB için hayati çıkarlar var. AB bir kefeye Türkiye’yi, diğerine de Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini koydu ve artık geri dönmesi de olanaksız. Yani terazide tartmaktan vaz geçtim diyemez. Tabi uluslararası ilişkilerde farklı bakışlar, ilişkilerin gelişmesini önlemiyor.
Limanlar ve Havaalanları konusunda AB içinde bitmez tartışmalar başlayacak. Gümrük Birliği hizmetlerin değil, malların serbest dolaşımını sağladığı için (bana göre hukuksal olarak) Türkiye, limanlarını ve havaalanlarını Rum uçak ve gemilerine açmak zorunda değil.
Türkiye’nin ve de KKTC’nin önünde dikenli ve sıkıntılı bir müzakere yolu var. İster istemez bizde bu yolun içinde Anavatanla el ele beraber yürüyeceğiz.
Şimdi sıra müzakere çerçeve belgesinin geçirilmesinde. Her ne kadar 1-2 Eylüldeki Dış İşleri Bakanları toplantısında fırtınalar kopacaksa da, 3 Ekim de müzakereler başlayacak. Tabi bu süreç içinde Papadopulos, Türkiye karşıtı dostlarını kullanarak, Türkiye’yi tanımaya zorlayacak bazı paragrafları araya sokuşturmayı deneyecek.
Bu aşamada AB’nin en büyük baş ağrısı ABD. ABD, KKTC’ye uygulanan izolasyonların kaldırılması konusunda kararlı ve AB’nin isteyerek veya Papadopulos’un felikeriyle atamadığı her adımı kendisi atmaya hazır. Azerbaycan örneği ortada ve AB’li bazı devletler bu konuyu hala daha hazmedemediler. Tabi bunun arkası gelecek. Artık ABD perdeyi araladı ve KKTC ile ilişki kurmayı düşünen devletlere aba altından sopayı göstermiyor, tam tersine cesaretlendiriyor. ABD’nin bu tavrı da, AB’nin Türkiye üzerinde kurmaya çalıştığı Kıbrıs baskısını da sıfırla çarpıyor.
Türkiye yıllardır AB için uğraşıyor. Kolay kolay bu işten vazgeçeceğini hiç sanmıyorum. KKTC konusunda da hiçbir koşulda taviz vermeyecekler. Türkiye eğer bir gün taviz aşamasına gelirse, en doğal hakkı olan “HAYIR”ı hiç tereddütsüz kullanacak.
Dün Türkiye 3 Ekim’de müzakerelerin başlaması koşulu olan Gümrük Birliği Ek Protokolü’nü imzaladı.
Bu imzanın şokunu daha Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti üzerinden atamadı ve herhalde uzun bir müddet de atamayacak.
Türkiye attığı imzaya kapak olarak koyduğu açıklama notu ile çok açık ve net olarak, “Ben 1960’da kurulan ve Garantörü olduğum Kıbrıs Cumhuriyetini tanıyorum. Benim önüme koyduğunuz sahte Kıbrıs devletini tanımıyorum ve anlaşma olana kadar da asla tanımayacağım” dedi, ve ”Bilinmesi gerekeni de diplomatik yolla ilan etti.”
Bu gelişmeden sonra ”Türkiye’nin, Kıbrıs sorunu çözülmeden ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni mevcut şekliye tanımasının söz konusu olmadığı” tescil edilmiş oldu.
Türkiye imza konusunda, kişiliğinden ve şerefinden hiçbir ödün vermeden, ciddi bir devlet tavrı içinde, üzerine düşen sorumluluğa kendisine yakışır ciddi bir devlet tavrıyla sahip çıkarak, Avrupa yolunda tarihi bir adım attı.
Bence tam Kıbrıs deyimi ile “Türkiye AB’yi köşede kıstı”.
Bunun arkası ambargoların kaldırılması ve müzakerelerin başlamasıdır. Türkiye AB’nin sırtına bu iki görevi yüklemiştir ve şimdi sıra, Avrupa Birliği’ndedir. Türkiye’nin attığı bu tarihi adıma karşılık olarak AB, KKTC üzerindeki ambargoları kaldıracak pratik önlemleri almalı ve Kıbrıs Rumlarını da masaya oturmaya zorlayacak koşulları ve baskıyı yaratmalıdır.
Türkiye’nin bundan sonraki adımı ve niyeti çok açık olarak, KKTC’ye karşı, özellikle AB tarafından uygulanan tüm ambargolar kaldırılıncaya kadar, gümrük ve limanlarını Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin hizmetine açmamaktır.
Buradaki sorun, adada çözüm olmadan Kıbrıs’ın yarısını 1 Mayıs 2004’de AB içine almakla AB’nin hatasından kaynaklandığı için, sorumluluk da AB’nin sırtındadır.
Bu aşamadan sonra BM ve AB, Kıbrıs Türklerinin üzerinde haksız izolasyon ve ambargoları kaldırmak için ciddi gayret sarf etmek zorunda kalacaktır. Türkiye bir yerde, AB’nin ve BM’nin elindeki silahı kendilerine doğru döndürmüştür. 24 Nisan 2004 referandumundan beridir, izolasyon ve ambargoların kaldırılması gerektiği retoriği artık yerini pratikte alınacak önlemlere bırakması gerekmektedir.
AB’nin izolasyon uygulamalarını, BM’nin de 541 ve 550 No.lu kararları kaldırması zamanı gelmiştir. Gerek Anavatan Türkiye, gerekse de KKTC halkı, bugüne kadar tüm uluslararası kuruluşlara verdikleri sözleri yerine getirmişler ve Kıbrıs’ta BM destekli siyasi eşitliğe dayalı yeni bir ortaklık devletinin kurulabilmesi için her türlü çabayı göstermişlerdir. Oyunu bozanın Rumlar olduğu apaçık ortaya çıkmıştır.
Türkiye’nin yayınladığı deklarasyonu başta Rumlar ve Yunanistan olmak üzere Fransa ve Avusturya iyi karşılamadı. Rumlar, AB içinde Türkiye karşıtlığı ile bilinen ülkelerin arkasına saklanarak yeni karşı öneriler getirmeye çalışacaklardır.
Özellikle 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin hala var olduğunu, kendilerinin söz konusu 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin devamı olduğunu ve Rum bayraklı gemi ve uçaklara Türkiye’nin liman ve havaalanlarının yasaklanmasını önleyecek önerileri çerçeve belgesine ekletmeye çalışacakları kesin.
AB içindeki Türkiye karşıtlarının 3 Ekim öncesi ellerindeki son kozun Rumlar olduğunu her kes biliyor. Rumların arkasına sığınabileceği ve destek alabilecekleri yegane yer de bu Türkiye karşıtları üyeler.
Rumların yalnız başlarına Türkiye aleyhine VETO kullanmaları neredeyse olanaksız. Yanlarında baryaları gerek. İşte bu aşamada, Türkiye karşıtı AB üyesi ülkeler Rumları, Rumlarda Türkiye karşıtı ülkeleri kendi çıkarları için sonuna kadar kullanmaya çalışacak.
Gümrük Birliği Ek Protokolü’ne atılan şartlı imzanın rövanşı, 1-2 Eylül tarihlerinde toplanacak olan AB Dışişleri Bakanları toplantısında oynanacak. Dananın kuyruğu orada kopacak mı?. Bence hayır ve AB Türkiye’nin restini Rum’a rağmen göremeyecek.
Türkiye’nin 3 Ekim’de AB ile müzakerelere başlaması önündeki en önemli koşul olan Ek protokol metninin, AB Dönem Başkanı İngiltere’de imzalanıp Türkiye’ye verilmesi, finale doğru atılacak ilk adım olacak.
Final çok önemli.
Finali etkileyen bir çok faktörün yanında Türkiye’nin son seçeneğini de göz ardı etmemek gerekir. Bu son seçenek, şimdiye kadar daha yüksek sesle telaffuz edilmedi ama, zamanı gelince kullanılmak üzere yerinede kondu. Yani kullanılmaya da hazır.
Nedir bu Türkiye’nin son seçeneği, AB’ye katılımı, Kıbrıs sorunu çözülene kadar ertelemek veya AB defterini kapatıp ABD defterini veya Türki-Devletler defterini açmak. Eskilerin deyimi ile tam bir “emniyet sübabı”.
Bu günkü gelişmelere göre, İngiltere’nin, AB daimi temsilcisi Büyükelçi John Grant tarafından imzalanacak metin, Türkiye’nin AB daimi temsilcisi Büyükelçi Oğuz Demiralp’e iletilecek. Demiralp, metni imzaladıktan sonra beraberindeki deklarasyonla birlikte AB’ye gönderecek.
Deklarasyonda 4 önemli başlık var.
1- Ek protokol, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin de altında imzaları olan Kıbrıs’ın 1960 Kuruluş anlaşmasından kaynaklanan haklara zarar getirmeyecektir. (Özellikle Türkiye’nin garantörlük ve Alay bulundurma haklarına)
2- Ek protokolün imzalanması Türkiye-KKTC arasındaki özel ilişkiyi etkilemeyecek ve mevcut ilişki bugüne kadar olduğu gibi devam edecektir.
3- Ek Protokol’ün imzalanması, Kıbrıs Rum kesimini siyasi ve politik tanıma anlamına gelmeyecektir. Hizmetler ek protokol kapsamı dışında kalacaktır.
4- Ek Protokol, Türkiye’nin, Kıbrıs’ta kalıcı çözüm için BM girişimlerine verdiği desteği sürdürmesine engel teşkil etmeyecektir. Türkiye, Birleşmiş Milletler’in, Kıbrıs’ta nihai çözüm için yapacağı girişimleri bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra desteklemeye hazırdır.
Deklarasyondaki bu başlıklarla, AB ve Rum yönetimine verilmek istenen mesajların başında, nihai çözüme ulaşıncaya kadar Türkiye’nin Kıbrıs konusunda tutumunun değişmeyeceği geliyor. Keza deklarasyonla, Gümrük Birliği anlaşmasının, sanayi malları için geçerli olduğu, hizmetler sektörünü kapsamadığı anımsatılarak, Türkiye liman ve havaalanlarının Rum gemi ve uçaklarına açılmayacağı yinelenmiş oluyor.
Bir diğer mesaj ise Türkiye’nin Kıbrıs sorununun çözümünde Papadopulos’un tüm gayretlerine ve tuzaklarına rağmen, AB zemininden çok BM zemini ve girişimlerini temel almayı istediğidir.
Türkiye, Kıbrıs konusunda da BM öncülüğünde nihai çözüme ulaşılıncaya kadar, Türk tarafına değil, Rum tarafına baskı yapılması gerektiğinde ısrar ediyor ve nihai çözüme ulaşıncaya kadar, KKTC üzerindeki izolasyonların kaldırılması, Azerbaycan ve ABD’nin yaptığı girişimlerin, İngiltere ve diğer ülkelerce de yapılması yönünde çabalara ağırlık verilmesini açıkça vurguluyor.
İşte işin püf noktası ve AKP’nin AB’ye girişte önüne çıkacak veya konacak engellere karşı geriye doğru dönüş yapıp bunu Türk halkına anlayabileceği dilden anlatabilmesine ve kendisini AB’ye girişi erteleme veya dondurma konusunda yüzde yüz haklı konuma getirecek dönüm noktası bu aşama.
İşte tam bu aşamada veya karşı talepte, AKP tarihi bir karar vermek zorunda kalacak.
Ya her ne pahasına olursa olsun AB’ye girmek için müzakerelere başlamak veya Kıbrıs’ı masaya koyup, izolasyonlar kalkana kadar müzakerelerin başlamasını ertelemek….
Ben olsam sonuna kadar zorlarım…
1 Mayıs 2004 tarihinde Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti resmen AB üyesi olduktan sonra Papadopulos, sırtını AB’ye dayayıp, her konuda AB’nin kendisine kayıtsız koşulsuz arka çıkacağı zannı ile atıp tutmaya başlamış, olmadık laflar etmiş ve Annan Planını Rum halkına reddettirmesini bile dünyaya kabul ettirebileceğini sanmıştı.
Ama artık işlerin böyle olmadığı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Kritik olaylarda, gerek ABD, gerekse de AB, bir tarafa Kıbrıs Rumlarını, diğer tarafa da Türkiye’yi koyup, çıkarlarının ve gelecekteki menfaatlerinin hangi tarafı desteklemekle daha fazla olacağına bakıp kararı ona göre vermeyi tercih ediyorlar.
Papadopulos, sıkışmaya başladı ve AB üyeliğinin kendisine sınırsız bir güç vermediğinin de artık farkında.
Dün Rum Yönetimi Başkanı Tasos Papadopulos, AB Dönem başkanı olan İngiltere Başbakanı Tony Blair ile Downing Sokak 10 numarada bir görüşme yaptı. Bu tam bir “bayram değil, seyran değil eniştem beni niye öptü”lük bir ziyaret ve görüşme. Hem de Erdoğan’ın görüşmesinden bir gün evvel. Rastlantının bu kadarı da olamaz.
Emin olun ki, Papadopulos’un paçaları tutuştu. 17 Aralıktaki Devlet Başkanları Konseyinde, Türkiye ile 3 Ekimde müzakerelerin başlama kararı alınırken, Rumlar, Türkiye’nin önüne koşul olarak konacak Gümrük Birliği ek protokolünün yeni 10 üyeyi de kapsayacak şekilde genişletmesinin, Türkiye üzerinde kaçınılamaz bir yaptırım olacağını ve Türkiye’nin atacağı bu imza ile de kendilerini siyaseten tanımak zorunda kalacağını tezgâhlamışlardı.
Bu konuda yüzde yüz emindiler ve Kıbrıs görüşmelerini ısrarlı ve bilinçli bir şekilde Ekim’e kadar uzatıp, Türkiye’yi protokolü imzalamak ya da AB ile müzakerelerin başlamayacağı seçeneği ile karşı karşıya bırakmayı planladılar. Bu planlarını da, arkalarını üyesi oldukları AB’ye dayayıp programlı ve aksamasız bir şekilde uygulamaya koyup, gün saymaya başladılar.
Ama beklenen olmadı. Plan istedikleri sonucu vermedi ve asla vermeyecek de.
Türkiye imza koşullarını açıkça ortaya koydu.
İşte Papadopulos’un ve Yakovou’nun aylar önce Blair’den görüşme talebinde bulunmalarının ve bu görüşmenin de büyük bir tesadüfle, Blair-Erdoğan görüşmesinden bir gün öncesine rast gelmesinin nedeni bu.
Günü gelince her ikisi de koşarak İngiltere’ye gittiler ve AB Dönem başkanı Blair’den ek protokolün kendi düşündükleri doğrultuda imzalanması konusunda Türkiye’ye baskı yapmasını istediler.
Aslında tam da adamından istediler. AB’ye pamuk ipliği ile bağlı, parası Avrupa para birimi olan Euro’dan bağımsız, kendi ülkesel ve bölgesel çıkarlarını her zaman ve her koşulda AB’nin çıkarlarının önünde gören İngiltere’den yardım ve Türkiye’ye baskı istediler.
Londra, Papadopulos’a söz vermek yerine sadece nasihat verdi.
AB Dönem Başkanı Blair, Papadopulos’a, İngiltere Dış İşleri Bakanı Straw’da meslektaşı Yakovou’ya, Ankara’nın Avrupa istekleriyle ilgili olarak Türkiye’ye karşı tonlarını düşük tutmalarını, üyelik müzakerelerinin programlandığı gibi 3 Ekim’de başlamasına engel çıkarmamalarını ve Türkiye’nin Avrupa’ya yönelişinin altını kazıyabilecek hiçbir girişimde bulunmamalarını tavsiye ettiler.
Yani kısaca ve Kıbrıs’ca “Husolun ve oturun yerinize” dediler.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kısa bir süre önce Bakü’ye yaptığı ziyaretinde Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev, KKTC’nin uluslararası izolasyondan kurtulmasına yardımcı olmak için girişimde bulunacağını taahhüt etmişti.
Devlet Başkanı İlham Aliyev tüm dış baskılara rağmen bu sözünü tuttu. Aliyev’e buradan [acizane] teşekkürlerimi sunmak isterim.
Rumların ilk engelleme girişimleri AB’yi de arkalarına alarak veya öyle olduğunu zannederek Azerbaycan’ı, “Siz KKTC’yi tanırsanız biz de Karabağ’ı tanıyacağız” diye tehdit etmek oldu. Bu tehdit sökmeyince, arkasından, “Siz Bakü’den Ercan’a uçarsanız biz de Larnaka’dan Karabağ’a uçarız” şantajı geldi. Bu da sökmeyince, Rumlar, bitmek bilmeyen engelleme çalışmalarına Rusya’yı da alet etmek istediler ve Putin’den Azerbaycan’a baskı yapmasını istediler. Arkasından AB’yi devreye sokmaya çalıştılar ve Azerbaycan’a yaptırımlar uygulanmasını gündeme getirmeye çalıştılar.
Devlet Başkanı İlham Aliyev, içindeki Türkiye sevgisi ile, Türkiye’nin yavrusu KKTC uğruna bunların hepsini göğüslemeyi seçti ve kararından dönmedi. Bizim için çok önemli ve hayati bir adım atarak Uluslararası Haydar Aliyev Havaalanı ile Kuzey Kıbrıs’taki Ercan Havaalanı arasında direkt uçuşların başlatılması için korkmadan düğmeye bastı.
Bu gün yıllardır ilk defa Türkiye dışından bir uçak, Rumların tüm tehditlerine ve uçuşu engellemek için tezgâhladıkları Bizans oyunlarına rağmen Ercan havaalanımıza inecek.
Azerbaycan’ın önde gelen işadamları, sanatçıları ve medya mensuplarından oluşan ikinci grup, bugün, özel bir havayolu şirketi olan İmeyr Havayolları Şirketinin Tupolev tipi uçağı ile Bakü Uluslararası Haydar Aliyev Havaalanından Ercan’a yapılacak direkt uçuş ile KKTC’ye gelecek. İmeyr havayolu şirketi, Azerbaycan’ın en büyük ticari şirketlerinden bir tanesi olan “İmproteks” şirketinin hava taşımacılığı yapan bir alt kuruluşudur. Şirket 1994 yılında kurulmuş olup filosundaki, Rusların ünlü uçak tasarımcısının adını taşıyan Tupolev tipi uçaklarla dünyanın çeşitli ülkelerine tarifeli seferler yapan, çok sayıda yolcu taşıyan, deneyimli, güvenilir ve 1996 yılında dünyanın en iyi turizm şirketi seçilmiş bir şirkettir.
Ana şirket olan İmproteks, 1991 yılında kurulmuştur ve günümüzde Azerbaycan’ın en büyük şirketler grubundan bir tanesidir. Ana şirketin bünyesinde sekiz ayrı iş kolunda faaliyet gösteren 8 büyük şirket bulunmaktadır.
Bunları yazmamın nedeni hem uçuş yapacak olan şirketi tanımanız hem de Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev’in, KKTC’ye destek vermek için direk uçuş konusunu ne denli ciddiye aldığını basit ve anlaşılır bir dille vurgulamaktır.
Şimdi benim aklımda İslam Konferansı Örgütü’nün Yemen’deki son toplantısında, KKTC Başbakan Yardımcısı ve Dış İşleri Bakanı Serdar Denktaş’ın girişimleri ve çabalarıyla aldığı KKTC ile ilgili kararın “kenara koyulacak veya yabana atılacak bir karar” olmadığı düşüncesi var. Yemende’ki toplantıda KKTC’nin, “Gözlemci Devlet” sıfatıyla tanınmış olması büyük bir aşama. Aynı toplantıda KKTC’ye uygulanan izolasyonların kaldırılması istikametinde tüm üye İslam ülkelerinin karar alması ve bu kararın deklare edilmesi artık geri dönülemez bir siyasi adım.
Azerbaycan’dan bu gün gerçekleşecek direk uçuşun, İKÖ tarafından izolasyonların kaldırılması konusunda deklare edilen kararın ilk adımı olmasını diliyorum ve bunun arkasından İKÖ üyesi İslam ülkelerinin de benzeri direk uçuşları başlatmasını temenni ediyorum.
Artık bu insanlık dışı izolasyonların kırılmasının zamanı geldi….