Dolara bağımlılıktan kurtulabilir miyiz?
Bu soruya çok farklı yanıtlar gelecektir ama bana göre, rahatımızdan biraz ödün verirsek kesinlikle dövizdeki artış durdurulabilir ve ekonomimiz canlanabilir.
Bunun en basit yöntemi bir hafta boyunca olanaklar elverdiğince özel araç kullanmamak olabilir zira bir haftalık araç kullanmama zincirinin yarattığı etkinin ucu ABD’nin Merkez Bankası olan FED’e kadar uzanıyor.
Nasıl mı? Doların değeri gerçekte petrole indeksli. Buna “Türev Ticaret” (Borsa Terimleri Sözlüğü) denmekte. Biraz daha açacak olursak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra 1944’de, ABD’nin öncülüğünde 44 ülkenin katılımıyla Bretton Woods şehrinde bir toplantı yapıldı. Bretton Woods Konferansı’nda yeni bir para sistemi kabul edildi. ABD Hazine Bakanlığı altını dolara sabitlediğini ve Doların altın kadar değerli olduğunu açıkladı, ekonomik ilişkileri olan dünyadaki bütün ülkelere de millî paralarını artık altına göre değil, ABD dolarını bloke ederek ayarlamalarını önerdi. O tarihte ABD 1 Ons altını 35 Dolar’a eşitledi ve dünyada altına ayarlı para sistemi, ABD dolarına bağımlı hale geldi, birçok ülkenin de mali durumlarını sarsmaya başladı.
Amerikalılar petrole altın değeri yükleyip, tüm Orta Doğu ülkeleriyle yalnızca Dolar cinsinden petrol satmaları konusunda yaptıkları anlaşmaları sağlama aldılar. Bunun sonucu olarak da ABD tam bir cinlikle, karşılıksız Dolar basarak petrol almaya, aldığı petrolün faturasını da diğer ülkelere ödetmeye başladı.
Günümüzde dünya üzerinde tek karşılığı olmayan para birimi ABD Doları. ABD Dolar’ını Amerika’ya geri vermek isterseniz, Dolarlarınızın karşılığında altın ödenmesini talep edemezsiniz. Ederseniz size verecekleri yanıt aynen “Size herhangi bir şey geri vereceğimize söz verdik mi? Dolar’ın yasal statüsünü kontrol etmediniz mi? Biz açıkça Dolar’ın bir Borç kağıdı olduğunu yazdık anlaşmalara” olacaktır.
Bunu fark eden Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle ile Almanya Şansölyesi Adenaur bir araya geldiler ve 1968 yılında ABD’ye bir uçak dolusu Dolar gönderip, karşılığında altın talep ettiler. Rivayetlere göre de altınlarını aldılar ve sistem çöküş sürecine girdi. ABD Merkez Bankası görevini yürüten FED, böylesi bir talep bir daha olmasın diye Doların üstünde yazan “karşılığı altındır” mealindeki cümleyi de Doların üzerinden kaldırdı.
• ABD Dolarına bağımlı para sistemi çöküş sürecine girmeden önce 1970 yılında: 1 varil petrol = 2,5 Dolar, 1 Ons altın = 35 Dolar idi.
• Sistemin çökmeye başlaması ile 1973 yılında Dolar-Altın sabit kurundan vazgeçildi ve, 1 varil petrol = 9 Dolar, 1 Ons altın = 120 Dolar oldu.
• Aradan geçen 6 yıldan sonra, 1979 yılında 1 Ons altın 670 Dolara ve 1980 yılında İran’da devrim sonrası yaşanan “rehine krizi” nedeni ile başlayan ilk ambargodan sonra da 1 Ons altın 851 Dolara yükseldi.
1970 yılı ile 1980 yılı arasında geçen 10 senelik dilimde ABD Doları altına karşı yüzde 2400 oranında bir düşüş yaşadı ve bizler de çok acı bir şekilde bu düşüşü kendi ülkelerimizde yaşadık. Özellikle de 1970’li yılların başında kendi ülkemizde benzin fiyatlarının bir anda neredeyse yüzde dört yüz artması az daha iç savaşa neden olacaktı.
Görüldüğü gibi artık Dolardan uzaklaşmanın zamanı geldi.
Türkiye’de ve KKTC’de tüketilen gıda, kozmetik, hijyen, atıştırmalık, meşrubat vb. ürünlerden neredeyse tümünün karşılığı döviz olarak ülkemizden dışarıya gidiyor. Dolayısıyla Doların hegemonya ve etkisinden kurtulmak için ilk tercihle yerli ürünlerimizi tüketmemiz gerekiyor.
Yapmamız gerekenlerin başında sadece tamamı Türk şirketleri tarafından üretilen milli ürünleri satın almak olmalı. Her birey bu farkındalık için kendini lider konumunda hissetmeli, etrafını da teşvik etmeli. Ülkemizi ciddi ekonomik krizden kurtarmanın yollarından biri ve en önemlisi bu. Yaşam tarzımızdan tümüyle vazgeçmemize gerek yok. İthal bir mala karşılık sadece alternatif bir ürün, özellikle de milli bir ürün seçmemizin ekonomimize olağanüstü katkısı olacağını bilmemiz yeterli aslında.
Örneğin, çitlemek için satın alınacak olan (ayçiçeği) çekirdeğin yurt dışından ithal edilenini değil, ülkemizde yetişen olanını tercih etmeliyiz. Zorla ve ter dökerek üretip dışa sattığımız ürünlerimiz karşılığında kazandığımız milyonlarca Doları sadece çekirdek ithalatı için harcamamızın bize kazandıracağı hiçbir şey yok, ekonomimize zarar vermenin ötesinde.
Özetle diyorum ki; Çok uluslu şirketlerin, kulağa hoş gelen “Küreselleşme” yutturmacası altında ülkemizi yeniden kolonileştirme adına açtıkları kapıları kapatmanın zamanı geldi. Ülkemizin çıkarları ve ekonomimizin güçlenmesi uğrunda en az bir tane yabancı menşeli malı satın almaktan vazgeçin. Emin olun, birkaç yıl sonra bu tutumunuzun sonucunu hep birlikte güçlenen ekonomimiz ve paramızla görüp yaşayacağız.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata@ataatun.com veya ataatun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Krize Rum formülü
Dr. Yurdagül Atun
Ekonomik kriz, üretime dayalı ekonomisi olmayan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) Türkiye’den daha fazla etkileyince malum çevrelere gün doğdu.
Kimi sosyal medya paylaşımlarında ekonomik krizden kurtulmanın tek çaresi olarak “çözüm ve AB’ye katılım” gösteriliyor.
Sanki Rumlar çözüm istiyormuş, AB kucak açmış, Kıbrıs Türklerini bekliyormuş gibi!
Hatta fırsatı ganimet bilen bazıları, “federal Kıbrıs da olmaz, tek Kıbrıs olmalı” demeye kadar vardırıyor işi. Çözümden anladıkları da, Kıbrıs adasının yönetiminin tamamıyla Rumlara teslim edilmesi.
Tez konumdan ötürü Kıbrıs tarihini didik didik eden biri olarak şaşkınlıkla izliyorum bu aymazlığı.
Geçmişe bakarak, Rumların asla ve kat’a Kıbrıs Türkleriyle ortak bir yönetimi kabul etmeyeceklerini, Türkiye’nin garantörlüğünün kalkmasını talep etmelerinin kökeninde, Kıbrıs adasının tek hakimi olmanın yattığını, AB’nin Türkleri sadece Rum yönetimine geçmeleri kaydıyla kabul edeceğini, federal bir yönetim olsa dahi Türklerin hep ikinci sınıf vatandaş olacağını, söz hakkının Rumlarda olacağını, Kıbrıs Türklerine azınlık haklarından fazla hakların verilmeyeceğini söyleyebiliyorum.
Hatta daha da ileri gidip, Rumların Kıbrıs Türklerini kandırmak adına uzattıkları havuçları ve bu havuçların Kıbrıs Türk liderleri tarafından halka yutturulduğunu da söyleyebilirim belgelerle. Annan Planı döneminde, dönemin başbakanı olan Mehmet Ali Talat’ın yaptığı bir konuşmayı hatırlayalım; “Halkımızın ‘evet’ demesi, Güney Kıbrıs′ta ‘hayır’ oyu çıksa dahi, çözüm olmasa dahi Kıbrıs AB′ye Rum tarafının temsil ettiği şekilde girse dahi yine de Kıbrıs Türkü dünyayla bağlanacaktır. Diğer taraftan çıkacak karar ne olursa olsun Kıbrıs Türkü dünyayla bağını kuracaktır. Dünyanın, BM ve AB′nin isteklerini olumlu karşılayan Kıbrıs Türkü artık dünyada yalnız olmaktan kurtulacaktır. Halkımız verdiği evet oyunun hem de bundan sonraki dönemde dünyayla bütünleşmenin ve ekonomik gelişmenin tadına varabilecektir.”
Sonucu biliyorsunuz; AB ve Rum lobisi tarafından adaya aktarılan kaynaklar ve basın kuruluşlarının “cennetten tapu” vaatleri semeresini verdi ve Kıbrıs’ta 24 Nisan 2004’te yapılan Annan Planı referandumuna Kıbrıslı Türkler 64.91 ile “evet”, Rumlar yüzde 75.83 “hayır” dedi.
Peki sonra ne oldu? AB, kendi müktesabatına uymayan bir kararla, sorunlu ve bölünmüş bir ülkeyi hem de referandumun hemen ardından -1 Mayıs 2004’te- kabul ederken, Kıbrıs Türklerine verdiği hiçbir sözü tutmadı. Ne Talat’ın vaad ettiği gibi izolasyonlar kalktı, ne de dünya ile bütünleşti KKTC. Yani “herşeye evet” diyen cezalandırıldı, “hayır” diyen ödüllendirildi.
Şimdi kalkmış birileri “ne isterlerse verelim de dünyayla bütünleşelim” diyor Rumların ne istediğini bilmezmiş gibi…
**
Dedim ya, Rumlar asla Kıbrıs Türklerini kendileriyle eşit görmüyor, görmeyecek. Biri geçmişten, biri günümüzden iki örnek;
“Ethnos gazetesinin 25 Haziran 1959 tarihli sayısında ‘Artık Yeter’ başlıklı yazıda Rumların Türklerden üstün olduklarından bahsederek belediyeler meselesine temas etmekte ve bu konuda Türklerin görüşlerine şiddetle hücum etmektedir. Ethnos gazetesi bu yazısında Rumların Türklerden daha ehliyetli ve daha becerikli olduklarını ve üstünlük sebebinin yalancı idareden himaye görmeleri olmadığını, bu üstünlüğün yüksek kabiliyetlere ve tabiî faziletlere sahip bulunmalarının bir neticesi olduğunu iddia etmektedir. Rumlar karşısında Kıbrıs Türklerinin bir aşağılık duygusundan muzdarip bulunduklarını iddia eden Ethnos gazetesi, değer ve kuvvet bakımından Türklerle Rumlar arasında nisbetsizlik mevcut olduğundan dem vurmaktadır.”
3 Temmuz 1959 tarihli Nacak gazetesinden bu yazıya “hakaretin bu derecesine artık tahammülümüz yok” başlıklı bir yazıyla kibarca cevap verilmiş. Şöyle deniyor yazıda: “Ethnos gazetesinin Zürih’te temeli atılan ortaklık, iyi niyet ve dostluk kaidelerine asla sığmayan koskoca bir milletin tarihî şerefi ile haysiyetini en kötü kelimelerle tahkire yeltenen bu biçimde bir yazımı hangi bayağı duygularla yayınlandığını bilmiyor, anlamıyor değiliz. Bu bayağı duygular, Kıbrıs’ı menfur emellerine set çekmemizden doğan hüsrandan, acı hayal kırıklığından ileri gelmektedir. Ethnos’un, Rumların Türklerden üstün oldukları şeklindeki gülünç ve meğalomania kokan iddiasını ele alalım. Bu iddia o kadar çürük-çarık havailere istinat ettiriliyor ki Hitler’in ‘Üstün Irk’ derecesinde kokmuş nazariyeden de köhne ve rezil olmuş nazariyesinden daha beter bir rüyadan ibarettir.”
Bir örnek de günümüzden; Arkadaşımın annesi Güney Kıbrıs’ta bir hastanede yatmakta, kendisi de annesine refakat etmektedir. Annesiyle aynı odada kalan Rum kadının kızıyla arkadaş olup, hasbihal ederler. Rum kadının kızı adanın birleşmesine, Kıbrıslı Türklerle Rumların bir arada yaşamasına karşı olmadığını söyler ama şartını da belirtir: “Ben bir arada yaşayabilirim ama benim patronum asla bir Türk olamaz!”
Diyeceğim o ki, Güney’deki ahbaplarınca -tamamen duygusal!- bazı enstrümanlarla domine edilen bir grubun ekonomik krizi bahane ederek Rum’u “sığınılacak liman” olarak göstermelerini doğal karşılayabiliyorum da, bir insanın yakın tarihinden dahi bihaber olmasını, asırlardır burada yaşamalarına rağmen, Kıbrıs gerçeğini bilmemelerini, Rum beyniyle düşünüp, Rum ağzıyla beyanat vermelerini hala anlayamıyorum.
Bugün birilerinin, krizin arkasına saklanıp yüksek perdeden hakaretler yağdırdığı KKTC, içi boş bir oluşum değil, bu milletin dişiyle, tırnağıyla, canını ortaya koyarak hak ettiği bir yönetim. İyi yönetilip yönetilmediğimiz tartışılabilir ancak egemenliğimiz tartışmaya dahi açılamaz. Bizim kümeste beslenip komşunun kümesine yumurtlayanlara sözüm; Kriz bu, gelir geçer lakin egemenlik giderse bir daha gelmez.
Dr. Yurdagül ATUN
Dr. Yurdagül Atun
Kültür yaşatma mı dediniz? Onun bunun adet ve kültürünü alıp, ortaya çıkan çorbayı kültür diye yutturanlara ithaf olunur. Türksek Türk kültürü, Rumsak Rum kültürü… Gerisi etkileşim…
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Nikos Anastasiadis işine gelen konularda bol keseden atmakla kalmayıp, yüzümüze baka baka, gerçekleri bile bile yalan söylüyor. Bu konulardan bir tanesi de 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası EK I’de yer alan Garanti ve İttifak Anlaşması ile ilgili. Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına göre Yunanistan ve İngiltere ile birlikte “Garantör Devlet” olması Rumların ulusal çıkarlarına, daha doğrusu Kıbrıs adasını Yunanistan’a ilhak etme çabalarına aykırı olduğundan Anastasiadis Türkiye’nin garantörlüğünün kaldırılması için bin bir tane yalan söylüyor. Yalandan öteye, herkesi aptal sanıp, atıyor belki inandırırım diye.
Attığı yalanların biri de “21ci yüzyılda garantörlük olmaz” cümlesi, daha doğrusu uydurmacası.
Çok değil 3 yıl önce BM Güvenlik Konseyi’nin 18 Aralık 2015 tarihindeki 7588. oturumda, SC/12171 kayıt numarası ile aldığı 2254 sayılı bir kararı var. Bu kararın içinde Suriye’nin garantörü olan ülkelerden bahsedilmekte ve bu ülkelerin Suriye’deki ateşkes yönetiminin garantör devletleri olduğu resmen, uluslararası hukuka göre kabul edilmekte.
7 Mayıs 2017 tarihli Astana Mutabakatının beşinci paragrafı ile 18 Eylül 2017 tarihli Astana Mutabakatının resmi açıklaması, madde 5’de bu ülkeler, isimleri açık ve net bir şekilde belirtilmekte. Suriye’deki ateşkes yönetiminin garantör devletleri sırası ile Rusya, Türkiye ve İran.
Büyük ölçüde BM Güvenlik Konseyi’nin 2015 yılında Suriye ile ilgili kabul ettiği 2254 sayılı kararının ilgili bölümlerinin esas alındığı 7 Mayıs 2017 tarihli Astana Mutabakatının beşinci paragrafı ““Garantör ülkeler, ateşkes rejiminin çatışan taraflar tarafından uygulanmasını sağlamak için gerekli tüm tedbirleri alacağını;” şeklinde başlamaktadır.
Sadece bu cümle bile Rum lider Anastasiadis’in “21 Yüzyılda Garantörlük artık kalmamıştır ve yoktur. Türkiye’nin garantörlüğü de kaldırılmalıdır” açıklamasının ne denli yalan ve hilekarca kullanılmaya çalışıldığını ortaya koyuyor. Günümüzde halen daha Almanya’nın ve –Hiroşima utancına rağmen- Japonya’nın garantörlerinin Amerika Birleşik Devletleri olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Bitmedi; ABD’nin Almanya’da 16 adet Askeri (kara) üssü, 2 adet de İncirlikte bir boy küçük hava üssü ve 1 adet de NATO ile ortak kullandığı üssü bulunuyor. Ayrıca Japonya’da 9 adet Askeri (kara) üssü, 2 adet küçük Askeri (kara) üssü, 3 adet hava üssü ve 3 adet de deniz üssü var.
Hal böyleyken Anastasiadis’in “Türkiye’nin garantörlüğü kalksın, Türk askeri geri gitsin” iddiasının ne denli saçma ve mesnetsiz olduğu ortaya çıkmakta ABD’nin sadece Almanya ve Japonya’daki garantörlüğü ve askeri varlığı ile karşılaştırıldığı vakit.
Rum lider Anastasiadis’in tasdikçisi de aynen atalarımızın “Bozacının şahidi şıracı” sözüne uygun olarak Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Kocias. Her fırsatta Kıbrıs’ta “Türkiye’nin garantörlüğünün kaldırılması ve Türk askerinin geri gitmesi”nden bahsetmekte, bilir bilmez.
İkisi başbaşa vermişler, 1957 yılından beri Türklere uyguladıkları soykırımı ve katliamları gözardı etmişler, Türkiye’nin bizleri katliamlardan ve yok olmaktan kurtardığını bilmemezlikten gelmişler ve utanmadan, sıkılmadan “Türkiye’nin garantörlüğünün kaldırılması ve Türk askerinin geri gitmesi”nden bahsetmekteler.
En önemlisi de bizim bunu kabul edebileceğimizi düşünmekteler aramızdaki üç-beş Rum sevdalısına bakıp.
Özetle, Türkiye’nin Kıbrıs adasındaki varlığı tamamen hukuki anlaşmalara dayanmakta, Kıbrıs Türkü de anavatanının garanti ve güvencesiyle 1974’ten bu yana huzurlu bir yaşam sürmektedir. Kimsenin bu huzuru bozmasına müsaade edecek değiliz.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata@ataatun.com veya ataatun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Oyunlar Kıbrıs üzerine
Latince güzel bir dil.
Roma İmparatorluğunun ve tüm Avrupa’nın bir dönem dinsel, devlet, hukuk ve yazım dili olarak Latinceyi kullanmış olması boşuna değil. Neredeyse tüm Batı Avrupa dillerinin atası Latince.
Uluslararası İlişkilerde benim en çok hoşuma giden tanımlama “Divide et impera” cümlesi. “Böl ve Yönet” manasında. Romalılardan kalan bir yönetim tarzı mirası. Daha beş yaşında iken bu terimi rahmetlik babamdan duymuştum. Babam bazen “İngiliz Kıbrıs adasını rahatlıkla yönetmek için ‘Böl ve yönet’ sistemini kullanıyor. Osmanlı bunu hiç yapmamıştı, azınlıkları birbirine hiç düşürerek menfaat sağlamak yoluna hiç gitmemişti” derdi.
Çocuk kafam bu cümlede bir hinlik olduğunu seziyordu ama tam olarak babamın ne demek istediğini pek anlayamıyordum. Babamın bahsettiği azınlıklardan bir tanesinin komşumuz Rumlar, diğerinin de biz Türkler olduğunu hiç anlayamamıştım belirli bir yaşa gelinceye kadar.
Benim favorim olan “Divide et impera” cümlesindeki sihirli kelime “impera”.
“İmpera” Yönetmek manasında.
“İmperatore”, Yönetici veya Komutan manasında.
“İmperiosis” ise Emperyalist veya Yayılmacı manasında.
Her üç kelime de günümüzde halen yoğun bir şekilde kullanılıyor, özellikle de “Kıbrıs adasının egemenliği” konusunda güncel durumda ve uygulamada.
Türk milleti olarak yaşadığımız son ekonomik krizin Türkiye’den toprak koparmak amaçlı olduğunu algılıyorum içten içten. Koparılmak istenen toprakların arasında Kıbrıs adası da var.
İçine itildiğimiz kriz sanki de yapay.
Türk Lirasının düşmesi ile birlikte Kıbrıs’ta aramızda bulunan Rumların, Avrupa Birliğinin ve ABD’nin paralı görevlileri, siz buna “ajanları” da diyebilirsiniz, hemen organize olup “Tek çözüm Rumlarla birleşip Federasyon kurmak ve AB’ye katılmak” yaygarasına başladılar. Bazı köşe yazarları ve yazılı basın ile onlarca internet sitesi de bu yaygaraya hemen çanak tutmaya başladı. Aralarında “daha çok çalışalım, daha çok üretelim, halkın sırtına yapışmış ve haksız yere maaş çeken sülükleri söküp atalım” diyeni yok maalesef.
Grekofiller ve AB kuyrukçuları için gün doğdu gerçekten.
Kıbrıs adasının 1878 yılında Osmanlı Devleti tarafından İngilizlere kiralanmasından beri yanımızda olan ve her sıkıntımızda bize destek vermiş olan, özgürlüğümüzü, egemenliğimizi ve devletimizi borçlu olduğumuz Türkiye’mizi ve KKTC’yi alabildiğince kötülemeye, Rumları ve AB’yi de yüceltmeye başladılar.
Oynanan oyun bana göre açık ve net.
Nihai hedef, Kıbrıs adasının kuzey topraklarından Türkiye’yi söküp atmak, garantileri kaldırmak, Türk Silahlı Kuvvetlerini gerisin geriye Türkiye’ye göndermek ve adanın tümü üzerinde Protokol 10’u uygulayarak Kıbrıs adasının tümünü AB topraklarına katmak (İmperiosis). Ada çevresindeki doğalgaz’ın ve petrolün tüm kullanım haklarını Güney Kıbrıs Rum Yönetimine (GKRY) bıraktırarak doğalgaz ve petrol üzerinde yönetici (imperatore) olmak.
Bu nihai sonuca ulaşmak için atılacak ilk adım ise “divide et impera” yani “Kıbrıslı Türkleri böl ve yönet” uygulaması.
Bu hedef doğrultusunda, içinde bulunduğumuz yapay ekonomik kriz bahane edilerek Kıbrıslı Türklerin beyinlerine ve kalplerine uzun yıllardır yaratmaya çalıştıkları “Türkiye düşmanlığı”nı iyice yerleştirmek ve Kıbrıslı Türkleri, “Rumlarla Federasyon kurmak isteyenler, AB’ye katılmak isteyenler, Türkiye’yi istemeyenler ve Türkiye’yi isteyenler olarak en az dört parçaya bölmek ve parçalamak için çalışmalar başlatılmış durumda.
Aramızdaki Grekofiller ve AB ile ABD sempatizanları (ajanları) dört elle göreve sarıldılar ve Kıbrıslı Türkleri bölmek uygulamasını başlattılar. Bölme aşaması tamamlandıktan ve kamplar belli olduktan sonrası çok daha kolay olacak. Para uğruna her işi yapmaya hazır olan kişiler devreye sokularak KKTC’de planlı bir kaos yaratılacak ve kaostan çıkış olarak da GKRY egemenliğinin KKTC topraklarını kapsaması yani Rumların egemenliğini kabul etmek ve AB’ye katılım gösterilecek….
Yıllardır devlerle aşık atıyoruz. Yolumuz uzun ve işimiz zor. Allah yardımcımız olsun…
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata@ataatun.com veya ataatun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1