Yurt dışında önemli bir toplantıya katıldığım için günlük yazılarıma ara vermek zorunda kaldım. Akademisyen, Araştırmacı ve Kalkınma Bankası Yönetim Kurulu Başkanı olarak sürdürmek zorunda kaldığım yoğun çalışma tempom nedeni ile sizlere bundan böyle Pazartesi, Çarşamba ve Cuma günleri seslenebileceğim. Sevgili okuyucularımın beni anlayışla karşılayacaklarına ve affedeceklerine inanıyorum.
17 Aralık tarihinden beridir, 3 Ekim AB-TR müzakerelerinin başlaması koşullarından birisi olan, 1963/4 Ankara Anlaşması Gümrük Birliği ek protokolünü AB’ye yeni üye olan 10 ülkeyi de kapsayacak şekilde genişletme çalışmalarını sürdüren Türkiye, aylardır bu anlaşmanın “Ticari bir anlaşma” olduğunu ısrarla vurgulayarak, Rumların bunun arkasına saklanarak Türkiye’den “Siyasi bir tanınma” beklememeleri gerektiğini dile getirmişti.
Bu ve görüşün ve çabaların nihayet Türkiye’nin istediği yönde veya diğer bir deyimle “Bizans entrikalarının yenildiği ve Hukukun üstün geldiği” yönde geliştiği, AB Büyükelçilerinin dünkü kapalı kapılar arkası tavsiyeleri ile açıkça ortaya çıktı.
Aylardır Türkiye’nin bu konuda bir deklarasyon yapacağı ve Ek protokolü genişletirken, protokole ilaveten, söz konusu “Ticari genişlemenin Siyasi tanıma anlamına gelmeyeceğine” dair bir de çekince yazısı vereceği yüksek sesle dile getirilmekteydi. Bunun gerekçeleri de tanınmış hukukçulara danışılarak ve tavsiyeleri alınarak sağlam bir zemine oturtularak tüm savunmaları da hazırlanmıştı.
Bu hukuksal haklılık gelişmelerinin sonucunda AB çevrelerinde Türkiye’nin, AB ile müzakere ettiği ve üzerinde anlaşmaya vardığı Ek Protokol’ün başka bir yorumu olabileceği kaygısı ile bir deklarasyon yapma kararını verdiği kabul ediliyor.
AB büyükelçileri, Türkiye’nin bir deklarasyon yapma hakkı olduğunu kabul etmekle birlikte deklarasyonun yeni sorunlar doğmasından korkuyorlar ve müzakereler başlamadan evvel AB içinde siyasi fırtınaların esmesine mani olmak istiyorlar.
Görünen o ki, savunmaya artık gerek kalmadı. Türkiye’nin tezinde haklı olduğu ortaya çıktı ve şimdi Türkiye’den, Ankara Antlaşması’nı genişleten Ek Protokol’ü imzalarken, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini siyaseten tanımadığı yolunda yapacağı deklarasyonun yazılı değil ama sözlü ve hafif olması rica ediliyor.
AB’nin, Türkiye’nin bu deklarasyona karşı “karşı deklarasyon” yapmak zorunda kalmaması için de, Türkiye’nin deklarasyonunun, genel, kısa, hafif, hukuki ayrıntılar içermeyen ama çok ayrıntılı hukuk unsurları olan bir deklarasyon olması isteniyor ve yazılı yerine sözlü olması tavsiye ediliyor.
Maksat şimdilik yolda aheste aheste giden “Fincancı katırlarını ürkütmemek”.
Ben, Türkiye’nin yazılı bir deklarasyon yapacağını düşünüyorum.
Yakın Doğu Üniversitesi Okul Öncesi Eğitim Bölümü konusunda yaşanan kaos artık çözülmelidir.
Devlet, KKTC’deki tüm kurumların babasıdır. Özel veya Kamu kuruluşları da bu devlet babanın evlatlarıdır. Devlet Baba evladını her zaman kucaklamalı ve başarılı olması için kendisine destek vermelidir.
Okul Öncesi Eğitim Bölümü konusunda YDÜ ile Devlet arasında bir güç gösterisi veya çekişme yoktur ve de bu şekilde asla algılanmamalıdır. Sorun aslında UBP-DP hükümeti döneminde YÖDAK’ın, YDÜ’de “Okul Öncesi Eğitim Bölümü”nün açılması konusunda karar üretmesine rağmen dönemin Milli Eğitim ve Kültür Bakanı olan UBP Girne Milletvekili olan İlkay Kamil‘in kararı onaylamamasından kaynaklanmaktadır. Bu karşı koymaya ilaveten, dönemin Eğitim Bakanı Akbil’in gazetelerde çıkan beyanatlarına göre, Kamil’in Bakanlık görevinden ayrılırken Sn. Akbil’e “Bu izni biz onaylamadık sizin de onaylamanız uygun olmaz” demiş olması da konuyu iyice kronikleştirmiş ve Okul Öncesi Eğitim Bölümü konusunun, görevi yeni devralan Eğitim Bakanın elinde olumlu bir gelişme göstermesi olasılığını da peşinen ortadan kaldırmıştır.
Yakın Doğu Üniversitesindeki Okul Öncesi Eğitim Bölümü, 30 Haziran 2003 tarihinde E.200/2003 sayılı Yüksek Öğretim Denetleme ve Akreditasyon Kurulu’nun (YÖDAK) oybirliği ile aldığı karar çerçevesinde kurulmuştur.
Kıbrıs’lı öğrencilerin büyük çoğunluğu yılda 1460 dolar harç vererek Özel Başkent Üniversitesi Okul Öncesi Öğretmenliği bölümünde okumak istememektedir. YDÜ’deki Okul Öncesi Öğretmenlik bölümün ders müfredatı ile Özel Başkent Üniversitesi Okul Öncesi Öğretmenliği bölümündeki müfredat tamamen aynıdır ve aralarında en ufak bir fark bile yoktur. Zaten olamazda. Müfredatın tümü YÖK tarafından tespit edilmekte ve tüm üniversiteler de aynı müfredatı uygulamaktadır.
KKTC’de rastlantısal bir okul öncesi eğitim süreci bulunmaktadır ve YDÜ Okul Öncesi Öğretmenliği bölümünden mezun olacak öğretmenlerimiz, evlatlarımıza bilimsel bakım ve öğretim hizmeti vereceklerdir. Genelde çocuklarımıza günümüzde, ailenin yakın akrabaları veya neneler-dedeler büyük bir özveri ile bakmaktadırlar.
Çok değil daha geçen hafta imzalanan “Ekonomik Kalkınma Protokolü” Hükümetimizi, özel sektör girişimlerini desteklemeye ve devlet sektörüyle eşit koşullar altında rekabet etmeye teşvik etmektedir.
Birçok Akademisyen hukukçu, YÖDAK ve Eğitim Bakanlığının engellemelerinin hiçbir hukuki zemininin olmadığın söylemektedir. Bu kişilerin iddialarına göre, YÖDAK’ın ve Eğitim Bakanlığının yasalarda var olduğunu iddia ettikleri hükümler, gerçekte söz konusu yasaların içinde yoktur ve bu nedenle de sosyal adalet ve fırsat eşitliğine aykırı bir durum ortaya çıkmaktadır.
Tüm hukuki süreç yerine getirilmiş ve YDÜ Okul Öncesi Eğitim Bölümü son iki yıldan beridir de aksamasız olarak eğitim vermektedir. Başarılı bir şekilde verilen bu eğitime maalesef belirsiz bir şekilde engel olunmaya çalışılmaktadır. Bu engellemeler ile ilgili olarak YÖDAK’a birçok soru yöneltilmiş ancak hiçbir soruya mantıklı ve tutarlı yanıt alınamamıştır.
Milli Eğitim Bakanlığı, 30 Haziran 2003 tarihinde Yüksek Öğretim Denetleme ve Akreditasyon Kurulu’nun (YÖDAK) oybirliği ile aldığı E.200/2003 sayılı kararı, bu güne değin hiç bir şekilde iptal etmediyse, karar hukuken halen geçerlidir ve fiilen uygulamadadır.
Hükümet Baba, her zaman yaptıklarından ve bu topluma verdiği hizmetlerden gurur duyduğunu söylediği Yakın Doğu Üniversitesi’ni kucaklamalıdır ve bu sorunu küçücük toplumumuzun çıkarına olacak en iyi şekilde çözmelidir…. Mantıklı en iyi çözüm, Okul Öncesi Eğitim Bölümünün eğitimine devam etmesi kararıdır. Halkımızın büyük çoğunluğu bu kararı duymak istemektedir… .
Gümrük Birliği’nin, aralarında Güney Kıbrıs’ın da bulunduğu AB’nin 10 yeni üyesini de kapsayacak şekilde genişletilmesini öngören ek protokol, evvelsi gün Lüksenburg’ta toplanan 25’lerin Dışişleri Bakanları tarafından onaylandı. 25’lerin Dışişleri Bakanları ek protokolü tartışmaksızın onayladılar.
Protokolün yürülüğe girmesi için şimdi de AB Bakanlar Konseyi ve Türk hükümeti tarafından imzalanması gerekiyor.
Bu imzalama gelecek hafta veya her halükarda Lüksemburg AB Dönem Başkanlığının sona erdiği 30 Haziran öncesinde Türkiye tarafından imzalanacak.
İmza seviyesinden anlaşıldığı kadarı ile Türkiye’nin bu protokolü çok da ciddiye almadığı kesin. Protokolü Türk hükümeti adına Türkiye’nin Brüksel Daimi Temsilcisi Uğur Demiralp imzalayacak.
Rum Yönetimi, Türkiye’nin “Protokolü imzalamak Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini tanımak anlamını taşımaz” şeklindeki muhtemel açıklamasına yanıt olarak AB Komisyonu Hukuk Komitesini “karşı açıklama” yapmaya hazırlamak çabası içinde. Bu “Karşı açıklamada” Türkiye’nin açıklamasının “pratikte veya hukuka hiçbir geçerliliği olmadığı” vurgulanacak. Kıbrıs (Rum Yönetiminin iddiasına göre karşı açıklama konusunda tam bir mutabakat var ve AB Başkanlığının “siyasi tanıma konusundaki” görüşü net.
Türkiye’ye göre Kıbrıs sorununun çözümü yönünde ilerleme sağlanmadan limanların Güney Kıbrıs Rum yönetimine açılması söz konusu değil. Ne deniz limanları ne de hava limanları.
Zaten Bakü-Ceyhan petrol boru hattı işleri bayağı kızıştıracak ve Türkiye ile Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini siyasi arena da fena kapıştıracak. Bu kapışma Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini, 3 Ekim’de AB-Türkiye katılım müzakerelerinin başlamasına mani olmak için VETO kullanmaya mecbur etmeye kadar götürecek.
Pazar günü İstanbul boğazında irili ufaklı yüzlerce tekne tarafından yapılan protesto gösterisi, artık tankerlerin boğazdan geçmemeleri ve petrolü Ceyhan’dan almaları içindi. Artık dev petrol tankerleri, İstanbul ve Çanakkale boğazları için büyük tehlike oluşturuyor. Her ne kadar elektronik radar ve kontrol sistemi kurulduysa da tehdit devam ediyor ve artarak devam edecek.
Boğazlardan tanker içinde geçecek petrolün taşınmasına alternatif olacak olan Bakü-Ceyhan petrol boru hattı, İskenderun körfezine ve yöreye büyük hareketlilik getirecek. Binlerce ton petrol her gün tankerlere yüklenecek ve Ceyhan dünyanın sayılı büyük petrol yükleme limanlarından birisi haline gelecek.
Fakat bu limana Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti bayrağı taşıyan gemiler yanaşamayacak.
Dünyanın 6.cı filosuna sahip Rum hükümetinin gemi siciline 2000’den fazla gemi kayıtlı. Rumların sadece denizcilikten olan gelirleri yıllık 600 milyon dolar civarında.
Ceyhan’dan gemilere yüklenecek petrolü taşımak isteyen Rum bandıralı gemiler, bir bir Kıbrıs Rum bayrağından çıkacak ve Türkiye’nin limanlarına girebilen bayraklara geçecekler.
Bu kaçış Rumların denizcilik sektörünü fena vuracak. Üstüne üstlük, Rumların ürettikleri ve Türkiye’ye ihraç edecekleri tüm mallarda yabancı bayraklı gemiler ile taşınacak hem de aktarmalı olarak. Gümrük birliğinin sağladığı avantajı aktarma gene yok edecek.
Peki bu durumda Rum ne yapacak. En sonunda baktı ki olacak gibi değil, hem deniz filosu eriyor hem de gelirleri düşüyor, elindeki VETO kozunu masaya koyacak.
Ya limanlarını bana açarsın ya da müzakerelerin başlamasını VETO ederim diyecek ve de KIBRIS’ta ÇÖZÜM ve BARIŞ filmi de orada kopacak.
Aklı başında Rumlar yavaş yavaş nedamet getirip, 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyetini nasıl yıktıklarını itiraf etmeye ve pişmanlık duygularını yazıya dökmeye başladılar.
Rum Tarım ve Doğal Kaynaklar eski bakanı ve Birleşik Demokratlar Partisi’nin (EDİ) ileri geleni Kostas Themistokleus, Rum liderliğinin Kıbrıs konusunda affedilmez hatalar yaptığını, Rumca yerli gazetelerden birinin “Serbest Köşe”sine gönderdiği yazıda dile getirdi.
Bence bu büyük bir itiraf ve gerçekleri kabul etme yazısı.
Themistokleus samimi itirafında Rum liderliğinin Enosis stratejisini belirlemede yaptığı yanlış bir değerlendirmenin, birçok hataya neden olduğunu söylüyor.
Bahsettiği bu yanlış değerlendirme, Kıbrıs (EOKA) Hükümetinin, Kıbrıs Türk toplumunun sayıca küçük, siyasi ve ekonomik açılardan güçsüz oluşu nedeniyle ağır baskılara dayanamayacağı gibi yanlış bir değerlendirmede bulunmak ve bu küçük ve güçsüz toplumun arkasında her şeyini feda etmeye hazır, Türkiye gibi güçlü bir ülke bulunduğunu fark etmemek. EOKA Hükümeti bu gerçeği bilinçsiz bir şekilde göz ardı etmiş ve Türkleri kızdırmak için yıllarca RIK radyosunda çaldıkları “Bekledim de gelmedim” şarkısının namelerine kanmış.
Themistokleus, EOKA Hükümeti tarafından yapılan hataları Atina’ya yapılan bir yolculuğu deniz yerine karadan ve Türkiye üzerinden yapmaya benzetiyor. Bu nedenle hem yolculuk ettikleri taşıtları mahvolmuş hem de bu felakete ilaveten birde, 1964’ten beri bölünmesine neden oldukları Kıbrıs’ın bir kaşık suda boğulmasına neden olduk diyor.
Themistokleus gazeteci yazar Makarios Drusyatis’in “İlk Taksim” adlı yeni kitabını birkaç kere okumuş. Kıbrıs’ın ikiye bölünmesinin esas sorumlusu olan Rum Yönetimi’nin affedilmez hatalarını şöyle sıralıyor.
Yukarıdaki tüm bu nedenlerden dolayı şimdi ada iki parça ve birleşmesi de artık olası değil. Hele 2005 yılında Kıbrıs’lı Türkler olarak yaşadıklarımızdan sonra, 2004 yılının 24 Nisan’ında yapılan referandumda %65’lere varan “EVET” oylarının ben artık %50’lerin altına düştüğünü gözlemliyorum.
Rumlar gene dramatik hatalar yapmaya başladılar….
Rumlar bizi boğmak ve dünyadan tecrit etmek istiyorlar. Artık bu su yüzüne çıkmış bir gerçek.
Peki biz niye hala Rumlarla ortak yaşamak ve ortak bir devlet kurmak için hala daha iyi niyet taşıyıp çırpınıyoruz, ben türlü anlamıyorum….
Kuzeyde Türkiye dururken niye hala bazılarının yüzü güneye dönük bunu da anlamıyorum….