1963 yılında iş başında olan “EOKA Hükümeti” 1963 olaylarından sonra Türklere karşı amansız bir ambargo uygulaması başlatmıştı.
Türklerin seyahat özgürlükleri kısıtlanmış ve Türklere bir çok malın satışını yasaklayan “Stratejik Malzeme” listesi açıklanmıştı. Bu stratejik malzeme listesi içine, yeni doğan Türk çocuklarını açlığa mahkum ederek ölmelerini sağlamak için çocuk sütü bile dahil edilmişti.
Kıbrıs’lı Türkler 1970 yılına kadar yürürlükte kalan bu “Türklere satılması yasaklanmış Stratejik Malzemeler” emirnamesi nedeni ile en doğal ve insancıl haklarından ve gereksinimlerinden mahrum kalmış, bırakın yeni konut yapmayı, oturdukları evlerini dahi tamir edemez duruma gelmişlerdi.
Nasıl olduysa bu emirname 1970 yılında yürürlükten kaldırılmış ve Türk bölgelerine normal mal akışı başlatılmıştı.
Buna karşın 1970 yılında, iş başında olan “EOKA Hükümeti” Kıbrıs’lı Rumların, Kıbrıs’lı Türklere mal satışını engelleyen bir yasa çıkardı. Rumlar, Kıbrıs’lı Türklerin mallarını satın alabiliyorlardı ve bunda hiçbir sakınca yoktu ama Kıbrıs’lı Türklerin 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti yasalarına göre Rumların taşınmaz mallarını satın almak hakkı olmasına rağmen, çıkardıkları 1970/49 sayılı yasa ile buna hemen mani oldular.
Hukuksal kılıfa uyan ve 1960 Anayasasına aykırılık taşımayan bu 1970/49 sayılı yasa “Mal satın alan kişinin satın aldığı malı kamu güvenliğini etkileyecek şekilde kullanması olasılığı bulunduğuna kanaat getirmesi durumunda” Rum İçişleri Bakanlığı’na, satılan malın devrini yasaklama olanağı tanımaktaydı. Bu yasa yıllarca sadece tek taraflı olarak Rumlar lehine çalıştırıldı. Rumlar Türk topraklarını satın aldılar ama Türkler Rum mallarını satın alamadılar.
Dünkü köşe yazımda belirttiğim gibi, güneydeki mallarına ilaveten kuzeydeki mallarını da Rum bankalarına ipotek veren bazı yatırımcılar, bankalardan aldıkları bu kredileri tatlı ve zahmetsiz kar hayalleri ile dosdoğru borsaya yöneltip hisseye dönüştürdüler. Geçen sene sonbaharda borsanın yaşadığı büyük kriz nedeni ile hisse senetleri değerleri, durdurulamayan bir düşüşe geçti ve değerleri bir anda neredeyse yarı yarıya düştü. Bu düşüş tatlı karlar düşleyen ve bu fırsatı kaçırmak istemeyerek bankalardan aldıkları krediler ile hisse kağıdı alan yatırımcıları, finansal olarak batırdı. Bu yatırımcılar borsa borçlarından kurtulmak için çözümü KKTC’deki mallarını satmakta buldular.
Rum Hükümeti, Kıbrıslı Rumların, KKTC’de topraklarında bulunan eski mallarını satmaları meselesini göğüsleyebilmek ve söz konusu Rum mallarının Kıbrıslı Türklere devrini azaltabilmek için, gerek şimdiki Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Anayasası, gerekse de “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’yle çatışan bu çağdışı yasayı, gömdükleri çukurdan tekrar çıkardı ve yeniden hayata geçirdi.
Tabi bize de AİHM’sine başvurma yolu açıldı.
Bir hukukçu olmayan benim bile aklıma hemen “Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti tapu kayıtlarına göre, Kuzey toprakları içinde yer alan bir taşınmaz malın, 1974 öncesi Rum olan sahibi tarafından kuzeyde satılması, güneyde yaşayan kamunun yani halkın güvenliğini nasıl ve ne dereceye kadar etkiler ve bu satış 1970/49 no.lu yasa kapsamına girer mi?” sorusu geliyor.
Rum Hükümeti Tapu dairesi, Girne’de bulunan taşınmaz mallarını AB kayıtlı bir İngiliz şirketine devretmek isteyen Kıbrıs’lı Rum’un talebini reddedemedi ama onaylayamadı da ve konuyu Rum Hükümeti İçişleri Bakanlığı’na aktardı. Rum İçişleri Bakanlığı yasal olarak “Hayır” diyemeyeceği bu satışı 1970/49 no.lu yasa kapsamına sokarak değerlendirmek amacında.
Tabi, kuzeyde kalan Rum mallarının satışı ile ilgili bu değerlendirmenin sonucu çok önemli. Alınacak karar, her iki tarafı keskin bir kılıca benziyor.
Satışa “Hayır” derse, konu AİHM’ye gidecek ve doğal olarak AİHM bu kararı, insan haklarına ve AB vatandaşlarının mülk edinme haklarına karşı bularak bozacak ve “Evet”e çevirecek. “Evet satılabilir” kararını ise artık Rumların bir daha değiştirebilmek hakları yok. Bu kararı zayıflatabilmek için çıkaracakları bir yasa bile bu kararın baskısı ve uygulama üstünlüğü altında ezilecek.
Satışa “Evet” derse, büyük bir olasılıkla satış patlaması yaşanacak ve kuzeydeki Rum mallarının yüzdeliği aşağılara inecek.
Anlayacağınız, artık kuzeydeki Rum mallarının satışını önleyebilmek olası olmayacak. Gelecek, biz Kıbrıs’lı Türklere, çift sahipli taşınmaz mallardan dolayı büyük sıkıntılar yaşayacağımızı hissettiriyor.
Güney Kıbrıs’taki borsa 1993 yılının Aralık ayında kuruldu ve son 11 yıl iyi bir performans gösterdi. Yıllardır ayakta durmayı başarmış tanınmış ve köklü Rum şirketleri, bir bir borsaya kote olarak hisselerini halka açmaya başladılar. Kurulduğu günden beri birkaç önemsiz aksama dışında devamlı yükseliş trendi gösteren Rum borsası, zaman içinde ününü “para kaybedilmeyen ve düşmeyen borsa” olarak yaptı.
Spekülasyondan anlamayan ve her gün yükselen hisselerden ağızları sulanan basit yatırımcılar, küçük küçük hisseler alıp her gün bir evvelki günden daha fazla kazanmaya başlayınca, işin boyutlarını büyüttüler ve kaybetmenin mümkün olmadığı Rum borsasında daha fazla kazanmak için bankalardan kredi alarak borsada oynamaya başladılar.
1974 öncesi KKTC’de mülk sahibi olan Kıbrıslı Rum’ların bazıları da, devamlı yükselen bu borsada oynayabilmek için KKTC’deki mallarını ipotek ederek bazı ticari bankalardan borç almak yöntemini keşfettiler ve başvurdukları bankalardan olumlu yanıt da alınca kuzeydeki mallarını bankaya ipotek vererek kredilerini aldılar. Bankalardan alınan bu krediler tatlı ve zahmetsiz kar hayalleri ile dosdoğru borsaya yöneldi ve hisseye dönüştü.
Kurulduğu günden beri yükselen ve tüm yatırımcıların yüzünü güldüren hisse değerleri aniden, geçen sene sonbaharda borsanın yaşadığı büyük kriz nedeni ile durdurulamayan bir düşüşe geçti ve tepetaklak oldu.
Değerleri bir anda neredeyse yarı yarıya düşen hisseler, tatlı karlar düşleyen ve bu fırsatı kaçırmak istemeyerek bankalardan aldıkları krediler ile hisse kağıdı alan yatırımcıları fena halde vurdu.
Güneydeki mallarına ilaveten kuzeydeki mallarını da Rum bankalarına ipotek veren bazı yatırımcılar, borsa borçlarından kurtulmak için çözümü KKTC’deki mallarını satmakta buldular.
Rumların Türklere mal satması 1964 sonrası çıkarılan bir emirname ile yasal olarak mümkün olmadığı için devreye hemen giren açıkgöz aracılar, kuzeydeki malların yasal yollardan Türklerin dışındaki kişilere satılabilmesi yolundaki tüm engelleri temizleyerek satışın önünü açtılar.
İddiaya göre yabancılara yapılan KKTC’deki toprak satışları daha fazla Mağusa Boğaz yöresi ve Kaplıca’da (Davlos) yer alıyor ve koçan işlemleri de Rum tarafındaki tapu dairesinde yasal olarak yapılıyor.
Borsa felaketinden sonra pek çok Rum, bu çıkmazdan kurtulmak için, KKTC’deki Rum Koçanlı mallarını AB vatandaşı Kıbrıslı Türkler’e, İngilizler’e, 3.cü uyruklu kişilere ve şirketlere satmaya başladılar.
Her ne kadar olayın kökeninde borsa yatmakta ise de, bence Rumları böylesi bir davranışa zorlayan bu düşüncenin kökeninde, Kuzeydeki Rum mallarının akıbetinin belirsizliği ve Papadopulos’un olumsuz davranışı nedeni ile Referandumda “HAYIR” denmesinin, gelecekte yapılması düşünülen “Kıbrıs’ta Barış ve Çözüm” müzakerelerini iyice zayıflatması ve inanılırlığını sarsması yatmaktadır.
Fakat bu satışlar, uzun vadedeki bizim için de içinden çıkılamaz olumsuzluklar yaratacaktır. Buna hazır olmalıyız.
Elinde tüm dünyanın yasal olarak tanıdığı Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti koçanı ile bir gün çıka gelip, üzerine yatırım yapılmış KKTC koçanlı bir arazinin sahibi olduğunu iddia ederek, söz konusu araziyi üstündeki taşınmaz mallarla birlikte sahiplenmek isteyecek olan Kıbrıs’lı bir Türk’ün, bir AB vatandaşının bir 3.cü ülke vatandaşının veya AB kayıtlı bir şirketin yasal olarak haklı olup olmadığı, yerel mahkemeler sonrası AİHM’ye yapılacak başvurular ve yaşanılacak olan tatsız olaylar bayağı başımızı ağrıtacaktır.
AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, bir taraftan AB’nin Kıbrıs sorununun çözümüne hazırlandığını söylerken diğer taraftan şu an itibariyle adadaki durumun sürdürülemez olduğunu söylüyor.
Aslında bu çelişki bence iyiye alamet.
AB adadaki mevcut durumu çözümü engelleyici olarak görüyorsa ve de bunun temelindeki mülkiyet sorununu da siyasi bir sorun olarak görüyorsa, AB’de Kıbrıs konusunda bir uyanış başladı demektir.
AB, Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmiş olmasına ve planın kendi içinde de taraflardan bir tanesi bu planı reddederse, plan geçerliliğini kaybeder maddesi olmasına rağmen gene de, adada sürekli bir çözüm için temel oluşturduğunu düşünmekte.
Annan Planı içinde özel olarak tarafların mülkiyet sorunu ile ilgili bir bölüm olması nedeni ile de, Kıbrıslı Rumların Kuzey’de kalan malları ile ilgili olarak Kıbrıslı Türklere çıkarttıkları tutuklama kararlarını suni olarak yaratılmış siyasi bir sorun olarak görmekte.
AB, Kıbrıs’ta Rumların Kuzey’de malları olduğu kadar Güney’de de Türklerin malları olduğunun bilincinde ve mülkiyet sorununun, ancak adada Annan Planı zemininde bir çözüm olduğu vakit plan uyarınca çözümlenebileceğine kuvvetle inanıyor.
Mülkiyet konusunda, Rumların AB üyesi olmanın avantajını sonuna kadar kullanarak çıkardıkları Avrupa Tutuklama Emirlerinin de, yıllar sonra büyük çabalar sonucu açılmış kapılara ve gerçekleştirilen serbest geçişlere darbe vurması veya kapanmasına neden olmasını düşünmek bile istemiyor.
AB, çözümden sonra iki toplum arasındaki ekonomik farkın giderilmesi için Kıbrıslı Türklerin izolasyonunun kaldırılmasına yönelik çalışmalarını sürdürmekte kararlı.
AB gibi BM’de aynı düşüncede ve adaya barış getirmek için Papadopulos’u sıkıştırmaya başladı. Annan bir şekilde müzakereleri başlatabilmek için ısrarla Papadopulos’tan Annan Planı içerisindeki Rumlara göre olumsuz tarafları kendisine yazılı bildirmesini istiyor. Bu talebe önceleri “HAYIR” diyen Papadopulos baskılara dayanamayarak, Tasos Çonis’i Annan Planı’ndaki çekincelerini iletmek ve müzakerelerin yeniden başlama olasılığını araştırması için özel temsilci olarak atadı ve New York’a gönderdi. Evvelki gün Çonis, Genel Sekreter Kofi Annan’ın siyasi işlerden Sorumlu Müsteşarı Kieran Prendergast ile bir araya geldi ve ön temasları başlattı.
Bu ilk görüşme 90 dakika kadar sürdü ve açıklama yapılmamasına rağmen bence Prendergast, Çonis’e müzakereler Rumların engellemeleri nedeni ile başlamaz ise BM’nin ve ABD’nin Kıbrıs’lı Türklere ne gibi bir yaklaşımda bulunacağını ima etti. Çonis’in bu görüşmeden sonra böyle bir görevi almamış olmayı tercih ettiğini açıklaması, içerde çok ciddi yaptırımların veya başka bir tanımla tehditlerin kendisine iletildiği mesajını veriyor.
Tüm bu baskılardan sonra sırf Rumları masaya oturtabilmek için Rumların ısrarla itiraz ettikleri “Türklere Siyasi Eşitlik”, “Türklerin her kademedeki Veto hakları” ve “Birleşik Kıbrıs Devleti”nin ekonomik yapısında önemli değişiklikler yapılması gibi Kıbrıs Rumları tarafından “çok önemli” olarak addedilen konular, bu müzakerelerde değiştirilmek üzere masaya yatırılabilir. Reddedilen Annan Planında mevcut olan ve Kıbrıs’lı Türklerin vazgeçemeyeceği “Türk askerinin adada kalması” ve “Türkiye’nin etkin garantörlüğü”nü de Rumlar masaya koymak ve yok etmek amacında.
Müzakereleri 3 Ekimden evvel başlatmak gerçekleşemez ise, ben, 3 Ekim 2005’de başlayacak olan AB-Türkiye müzakerelerini, 2006 yılının ortalarında yapılacak Kıbrıs Rum tarafındaki Milletvekili seçimlerini, 2008 yılının başında yapılacak olan Rum Cumhurbaşkanlığı seçimlerini ve Kıbrıs’lı Rumların bu tarihlerle gerçekleşecek olaylarla ilgili ruhsal durumlarını göz önüne aldığımda, müzakerelerin incir ipi gibi uzatılacağını ve 2008’in sonlarına sarkacağını tahmin ediyorum.
Kıbrıs’taki sorun gerçekte Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasında olan bir anlaşmazlık. Sorunun çözümü için öncelikle sorunun, Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasında olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Kıbrıs sorunu AB, Türkiye ve Yunanistan arasında çözülecek bir sorun değildir. Bu ülkeler ancak çözüme yardımcı olabilirler.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, BM Genel Sekreteri Kofi Annan ve Kıbrıs (Rum) Hükümeti başkanı Tasos Papadopulos ile Moskova’da, resmi olmasa da bir görüşme yapması bizim elimizdeki kartları zayıflatmış ve bir yerde bizi taraf olarak bir kenara itmiştir. Geçmişte Papadopulos’un resmi veya gayrı resmi görüşme taleplerini tam 5 kez geri çeviren Erdoğan, o güne kadar kurmayı başardığı ve ısrarla sürdürdüğü Kıbrıs konusundaki, ülke başkanları ve toplum liderleri ayırımını ve muhataplık dengesini, maalesef Moskova’da Papadopulos ile yaptığı görüşme ile zayıflatmış oldu.
Gerçekte Papadopulos ile, koşullar ve ortam ne olursa olsun asla görüşmemeli idi.
Bu görüşmeden sonra Erdoğan, Cumhurbaşkanlarımız olan Rauf Denktaş’ı veya Mehmet A. Talat’ı muhatap olarak kabul etmeyen ve Kıbrıs sorununu Türkiye ile tartışarak çözmek hevesinde olan Papadopulos’a prim vermiş oldu ve denklik düzeyini bir basamak yukarı çıkarmış oldu.
Tabi Moskova’dan geri dönüşte de, Papadopulos’un bu görüşmeyi tarifi de yenilir yutulur cinsten değildi. Neredeyse, lafı Erdoğan’ı lütfen dinlediğine kadar getirdi.
Eğer Başbakan Erdoğan, Papadopulos’u muhatap alıp konuşuyorsa bundan böyle Papadopulos’tan, Talat’ı veya Serdar Denktaş’ı muhatap alması ve bir masaya oturup konuşması beklenemez. Zaten böylesi bir davranış, Papadopulos’un karakterine de uymaz.
Kıbrıs konusunda bilinmesi gereken gerçek, sorunun çözümü için Kıbrıs Türk’ünün illaki muhatap alınması gerektiğidir.
Rumlar, Türk ordusunun çıkarılmasını ve Türkiye kökenli Türklerin geri gönderilmesini istiyor. Türk ordusunun adadan çıkarılmasını, adada kalıcı bir güven oluşturulmadan ve Kıbrıs Türklerine 1960’lı yıllara geri dönülmeyeceğinin garantisi verilmeden kabul ettirmek mümkün olmayacaktır.
Papadopulos’un bu günkü tutumuyla, Annan Planında istediği değişiklerle ve müzakereleri başlamak için BM’den talep ettiği üç ana koşul ile maalesef şu anda Kıbrıs’ta kalıcı bir barış olası görülmemektedir.
Adada kalıcı bir çözüm ve sürekli barış ortamı için adanın her iki sahibinin iyi ilişkiler içinde olması ve aralarındaki farklılıkları görmesi, hazmetmesi, kabul etmesi ve birbirlerine karşılıklı saygı duyması gerekmektedir.
Taraflardan bir tanesinin, dünya tarafından adanın tek hukuki temsilcisi olarak kabul edilmesi ve bunun alternatifsiz olarak ısrarla sürdürülmesi, sorunun çözümünü zorlaştırmakta, hatta çıkmaza sokmaktadır.
Şu da bir gerçektir ki, gelecekte Kıbrıs’ta kalıcı bir barışı kurabilmek için hala daha şans vardır. Bu şans da, BM ve AB tarafından, adada kurulacak “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti”nde Kıbrıs’lı Türklerin Rumlarla eşit siyasi haklara sahip olması gerektiğinin kabul edilmesi ve Kıbrıs’lı Türklere, Rumlarla eşit statüde davranılması gerçeğinde yatmaktadır.
Kıbrıs’lı Türklerin, Rumlarla eşit statüde oldukları kabul edildiği anda Kıbrıs sorunu kendiliğinden çözülecektir…
Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti AB içinde nüfusu 454,000 olan Lüksemburg’dan sonra ikinci küçücük devlet ama AB Konseyinde eşit haklara ve VETO yetkisine sahip. AB Parlamentosundaki Milletvekili sayısı nüfusu ile orantılı ama, AB Parlamentosu bizim bildiğimiz Parlamentolardan veya Meclislerden değil. Parlamentonun aldığı tüm kararlar sadece tavsiye niteliğinde ve Parlamentonun yasa yapmak gücü yok.
Kıbrıslı Rumlar AB içinde kendilerine tam eşitlik ve eşit haklar verilmişken bu adada, M.S. 1100 yılından beri, neredeyse tam 900 yıldır varlıklarını sürdüren Türklere, kurulacak ortak devlette eşit siyasi haklar vermek düşüncesinde değil. Türkleri ortak olarak değil azınlık olarak görüyorlar.
Rumların bu düşünce tarzları, içinde yer aldıkları Avrupa Birliği’nin kuruluş amaçlarına ve tezlerine çok ters.
Bence biz artık “Rum’a HAYIR, AB’ye EVET” çalışması başlatmalı ve tüm girişimlerimizi bu kavrama göre yapmalıyız.
Tasos Papadopulos’un AB’deki imajı, referandum sonrasında “HAYIR” cevabını doğru ve inandırıcı bir şekilde satamadığı için “olumsuz ve uluslar arası toplumla çatışma halinde bulunan bir kişi” şeklinde. Güney Kıbrıs’ta iç siyasette yaşanan gerginliğin sorumlusu “Rum hükümeti” ve artık konu ile ilgili herkes 1960’lı yıllara bir geri dönüşün mevcut olduğunu gözlemliyor. 1 Mayıs referandumundan sonra aniden güneyde “benimle hemfikir olmayan haindir” yaklaşımı yeniden ortaya çıktı. Çözüm konusunda Anastasiades ne kadar yapıcı ise Papadopulos’ta o kadar yıkıcı.
Kıbrıs’ta belki görüşmeler başlayabilir ama bu görüşmelerin ucunun açık olacağı kesin. Papadopulos yeni yapılacak müzakerelerde ısrarla BM’nin hakemliğini ve zaman kısıtlamasını istemiyor.
Müzakerelerin başlama tarihi ile ilgili olarak önümüzde iki tane dönüm noktası var.
Bunlardan birincisi AB-Türkiye müzakerelerinin başlayacağı 3 Ekim 2005 tarihi. Papadopulos daha başından beri 3 Ekim’in Türkiye’yi ilgilendirdiğini, kendileri ile hiçbir ilişkisi olmadığını ve bu nedenle de müzakereler illa da 3 Ekim’den önce başlayacaktır diye bir kuralın veya zaman kısıtlamasının olmadığını söylüyor.
Görünen o ki, Türkiye 3 Ekim’den evvel başlayacak müzakerelerden her hangi bir menfaat veya avantaj elde etmesin diye müzakereleri 3 Ekim’den sonra başlatmak niyetinde ve her yolu deneyip zaman kazanmak çabasında.
İkinci dönüm noktası ise, Mayıs 2006’da, Rum tarafında yapılacak Genel seçimler yani Milletvekilliği seçimleri.
Müzakereler 3 Ekim’den evvel başlatılamaz ise, 3 Ekim’den sonra başlatılması olasılığı, 7 ay sonra yapılacak Milletvekilliği yani parlamentodaki “Halk iradesi” seçimleri nedeni ile çok daha aşağılara düşecektir. Hiçbir Rum siyasi parti seçimlerden 6-7 ay evvel görüşme masasına oturulmasını, seçimlerde her hangi bir şekilde aleyhlerine kullanılmasın diye kabul etmeyecektir. Zaten gerek AB ve gerekse de BM ve ABD, müzakerelerin başlaması için bu aşamada seçim sonrasını beklemenin daha olacağını söylemeye başlayacaklardır.
Tasos Papadopulos’un seçimleri ise Şubat 2008’de yani Milletvekilliği seçimlerinden 18 ay sonra. Eski bir EOKA’cı ve kendisini Helen davasına adamış bir kişi olan Papadopulos’un başlatılması düşünülen yeni müzakerelerde, Türklere “azınlık statüsü”nden daha iyi bir statü verilmesini kabul edeceğine inanmıyorum. Cumhurbaşkanlığı döneminde asla, Türklere “azınlık statüsü”nden daha iyi bir statü verilebilecek bir anlaşmaya imza atmayacaktır.
Ben, önümüzdeki 3 Ekim tarihini ve Rum Milletvekilliği ile Cumhurbaşkanlığı seçimlerini göz önüne aldığımda Rumlarla yapılacak müzakerelerin hiçbir zaman olumlu bir sonuca gideceğini düşünemiyorum.
Türk tarafı şu anda AB nazarında daha iyi bir imaja sahip. AB’de Kıbrıslı Türklerin “gerçekten bir izolasyon içerisinde bulunduklarına” yönelik bir inanç var ve Kıbrıslı Türkleri bir şekilde bundan kurtarmak isteği bulunuyor.
Bence artık “Rum’a HAYIR, AB’ye EVET” çalışması başlatmalıyız ve tüm girişimlerimizi de bu hedefe doğru yapmalıyız.