Dün Seçim Kurulu (YSK), 17 Nisan’da yapılacak Cumhurbaşkanlığı Seçimleri için başvuran Cumhurbaşkanlığı adaylarını geçici olarak ilan etti.
YSK’nın 42 numaralı duyurusuna göre 9 tane cumhurbaşkanı adayımız var. Adayların isimlerini burada yazmama hiç gerek yok zaten tüm gazeteler onların isimlerini ve belkide isimleri ile birlikte hem resimlerini hem de öz geçmişlerini de yazmıştır.
İlan edilen adaylara yönelik her türlü yasal itiraz bugün saat 08.00’den 17.00’ye kadar yapılabilecek. İtirazlar değerlendirildikten sonra 20 Mart’ta kesinleşecek adaylar 21 Mart’ta YSK tarafından son kez ve kesin olarak ilan edilecek.
Ben aslında genel bir itiraz yapmak istiyorum. Eğer itirazım YSK tarafından kabul olunmazsa, şimdiden Bakanlar Kuruluna ve Milletvekillerine bir çağrıda bulunmak istiyorum. Bundan sonra yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, adaylığa başvuracak kişilere aşağıda bahsedeceğim gerekçeler ile bir baraj konmalı. Mesela %2 veya %3 gibi bir baraj ve tespit edilecek miktarda nakit deposit.
Aldığı oylar bu barajı geçen adaylar, seçimin ertesi günü yatırdıkları depositlerini derhal geri alabilmeli ama oyları barajın altında kalan gayrı ciddi ve hazineyi boşu boşuna masrafa sokmuş olan adayların, seçimin başında aday olabilmek için yatırdıkları söz konusu deposite, mesela 50,000 YTL’ye, Maliye “seçim masrafı olarak” el koymalı ve gelir olarak hazineye kaydetmeli.
Şimdi buyrun hep beraber aday listesine bakalım. Ben şahsen bu listeye baktığım zaman bırakın seçimi kazanmayı, %2 veya %3 barajını dahi geçemeyecek 6 kişi görüyorum. Bu altı kişinin bireysel olarak %3’den fazla oy almaları olası bile değil. Bu altı kişinin aldıkları oyları alt alta yazıp toplasam bile eminim %10 dahi geçemeyecek.
Bunlardan iki tanesi, sizlerin de hatırlayacağı gibi daha evvel de bir kaç kez Cumhurbaşkanlığı seçimine girdi çıktı. Bu ikisini birbirleri ile kıyasladığımda aralarında en yüksek oyu alanın oyları 150’yi hiç geçemedi. Bu ikiliden bir tanesi, konuştuğu yabacılara, “Cumhurbaşkanlığı adayı olduğunu ama çok az oy farkı ile kaybettiğini” söyleyecek kadar da pişkin. Ne yaparsın, dilin kemiği yok derler ya, aynen öyle.
Şimdi siz önümüze konacak 9 kişilik oy pusulasını düşünün. Bunun içindeki 6 tanesinin bırakın kazanma şansının olup olmadığını, %3 barajını geçebilecek şansları bile yok. Yani basılacak olan yaklaşık 147,000 bin oy pusulasının %66’sı boşuna basılacak. Baskısını, dağıtımını ve bunları saymak için harcanacak zamanı ve görevlendirilen personelin fazla mesai ücretini düşünün.
Bakanlar Kuruluna ve Milletvekillerine öneriyorum… Lütfen, aklına her esenin Cumhurbaşkanlığı adayı olamayacağı bir yasa yapın ve yasa ile Cumhurbaşkanlığı seçimlerine önerdiğim baraj ve deposit sistemini getirin. Dalgasına aday olacak olan kişi bunun bedelini ödemeli…
“Demokrasi, Terörizm ve Güvenlik Zirvesi” için İspanya’nın başkenti Madrid’de bulunan Başbakan Tayyip Erdoğan, dün BM Genel Sekreteri Kofi Annan ile etraflı bir görüşme yaptı. Aslında bana göre Madirid’e hem Annan’la hemde başta AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso olmak üzere diğer tüm AB üst düzey yetkilileri ile Kıbrıs ve 3 Ekim konularını görüşmek için gitti. Dış temasların ve insanlarla yüz yüze konuşmanın ne kadar önemli olduğunun farkında. Politikada bazen kazanımlar masada değil yüz yüze konuşulurken elde ediliyor.
Erdoğan 3 Ekim’de AB ile yapılacak müzakerelerin sıkıntısız bir şekilde başlaması arzuladığından, öncelikle Kıbrıs sorununa çözüm getirecek barış görüşmelerini tekrar başlatmak niyetinde.
Bu nedenle Kofi Annan ile yaptığı görüşmede kendisine 5 istek sundu. Bunlar sıra ile;
1- BM Genel Sekreteri’nin barış sürecinin tekrar başlatıldığını ilan etmesi.
2- Barış görüşmelerinin ancak olumlu bir sonuç garantisiyle başlatılacağını ve bunun da sonuç almak için son girişim olacağını açıklaması.
3- Rumların görüşmeye başlamadan önce tavırlarını net olarak ortaya koymaları için BM’nin baskı oluşturması ve sonradan tavır değiştirmelerine karşı da BM’nin baştan tedbir alması.
4- Rum tarafının olumlu bir plan değişikliği talebine karşılık Türk tarafının da planda değişiklik isteme hakkının olması.
5- 24 Nisan sonrasında BM tarafından hazırlanmış raporda belirtilen hassasiyetlerin halen geçerli olması nedeni ile AB’nin KKTC konusunda yerine getirmesi gereken yardım ve benzeri yükümlülükleri uygulamaya koyması konusunda BM’nin daha etkin rol oynaması.
Başbakan Erdoğan’ın Madrid’de BM Genel sekreteri Annan ile görüşmesi çok iyi bir ortamda ve olumlu bir şekilde gerçekleşti. 24 Nisan’da Kıbrıs Rumlarının ret oylarından sonra yıkılan barış umutları yeniden hayat bulacak. Daha önceki girişimlerde olduğu gibi önü tıkanan süreç yine Türkiye’nin “bir adım önde olma stratejisi” çerçevesinde tekrar açılmış olacak. Geçen yıl Kıbrıs’ta tam da barış umutları söndü denildiği zaman Erdoğan, Davos’ta Kofi Annan’la gene bir bahane ile bir araya gelmişti. Görüşmelerinin sonunda BM barış için taraflara yeni öneriler sunan bir plan ortaya koymuştu. Görünen o ki, şimdi gene aynı taktik yürürlüğe konmuş.
AB-Türkiye üyelik müzakereleri başlamadan evvel, Annan Kıbrıs’ta barış için tekrar girişimlerini başlatmış olursa, müzakere günü AB’nin Kıbrıs konusunu masaya koyması Türkiye’yi sıkıntıya sokmayacak.
Son günlerde AB çevrelerinden yükselen Kıbrıs’ta taraf olma eğiliminden huzursuz olan Erdoğan, barışın ancak Birleşmiş Milletler çatısı altında çözüme kavuşturulabileceği iddiası ile AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso’ya Kıbrıs’ta görüşmelerin tekrar başlaması konusunun BM’nin işi olduğunu ve AB’nin bu konuda etkin bir rol üstlenmemesi gerektiğini açıkça belirtti.
Aslında Erdoğan, Kıbrıs’taki çözümsüzlüğün giderilmesi konusunda AB yetkililerinden son dönemde gelen “sıcak yaklaşımları” sadece destek olmayla sınırlı kalması kaydı ile memnuniyetle karşılıyor. Bu nedenle bu düşüncesini Barosso’ya açıkça söyledi.
Erdoğan müzakerelere pürüzsüz girmeyi hedeflemiş ve hızla 3 Ekim’e doğru gidiyor. Görünen o ki, en büyük pürüz gibi gözüken Kıbrıs’ta, gene çözüm sürecini başlatmak üzere….
Papadopulos bu güne kadar, Kıbrıs’lı Türkleri bir kenara itip Ankara ile muhatap olabilmek için her yolu denedi. Hatta bunu başarabilmek için AB’yi bile kullanmaya yeltendi ve AB’yi direk veya dolaylı bir biçimde alet edebilmek için büyük çaba gösterdi.
Hatırlayacaksınız çok değil daha birkaç hafta evvel Rum Hükümeti sözcüsü Hrisostomidis, Papadopulos’un Kıbrıs sorununun uluslararası yönlerini Başbakan Erdoğan ile tartışabilmek için birçok kez görüşme girişiminde bulunduğunu ama hiçbir şekilde olumlu yanıt alamadığını itiraf etmişti.
Anlaşılan, Erdoğan bu güne kadar Papadopulos’u hiç muhatap olarak kabul etmemiş hatta dikkate bile almamış. Rum Hükümet başkanı Papadopulos, Başbakan Erdoğan ile görüşebilmek için 5 kez girişim yapmış, bunun için araya hatırlı aracılar bile koymuş.
İlk görüşme talebini 25 Temmuz 2004’te İspanya Dışişleri Bakanı Miguel Angel Moratinos aracılığı ile iletmiş. Ancak İspanyol Bakan Ankara’da Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’den olumlu yanıt alamamış.
Daha sonra aralarında İtalya’nın da bulunduğu 3 Avrupa ülkesi ayrı ayrı, Türkiye’ye müzakere tarihinin verildiği 17 Aralık AB zirvesi öncesinde Erdoğan’a, Papadopulos ile görüşmesi tavsiyesinde bulunmuş. Papadopulos işin olurunu alabilmek ve Erdoğan’ı ikna edebilmek için, görüşmelerin gizli, gerekirse alt düzeyde, gerekirse üst ve alt düzey birlikte yürütülebileceği mesajını göndermesine rağmen gene olumsuz yanıt almış.
Bu kadar çabadan sonra nihayet Papadopulos’un ayakları yere bastı. Hem de sert bir zemine, sağlam bir şekilde bastı. Rum tarafından gelen haberlere göre Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Başkanı Papadopulos, KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat’la, BM çatısı altında ve iki toplumlu konular kapsamında görüşmeye sıcak bakmaya başlamış. Zaten mantıken başka bir seçeneği de yok.
Tabi bu arada fanatik Rumlar da boş durmuyorlar ve Papadopulos’un Talat ile yapmaya düşündüğü görüşmeyi baltalamaya ve bu olasılığı ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.
Yapıcı sinyallerin ilki AKEL’den geldi. AKEL salı günü elinde zeytin dalı ile KKTC’ye gelip, CTP ile yaptığı görüşmede, iki parti arasında başlayan görüşmelerin Talat-Papadopulos görüşmesinin yolunu açabileceğine ve buna bağlı olarak da müzakerelerin yeniden başlayabileceğini vurguladı.
Bu gelişmeden sonra, Papadopulos iktidarının ana destekçisi olan AKEL’in bu sözlerinin ve vaatlerinin Papadopulos’u Başbakan Talat’la görüşmeye zorlayacağı kesin. İşin ucunda iktidarın elden gitmesi de var.
BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu ile BM çatısı altında çalışmaların yeniden başlaması çerçevesinde, iki toplumu ilgilendiren konularla ilgili olarak Papadopulos ve Talat zaten karşılıklı görüşmek zorundalar. Şimdilik gözüken o ki, masada sadece BM, Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıs’lı Türkler oturacak. Masanın etrafında ise Türkiye, Yunanistan, İngiltere, AB ve ABD olacak. Bu da demektir ki, Papadopulos istese de istemese de muhatabı Talat ve iki toplumu ilgilendiren konuları Talat ile yüz yüze görüşmek zorunda.
Kaldı ki, zaten Hristofyas’ın Salı günü Talat ile yaptığı görüşme, Türk ve Rum siyasi partiler arasındaki temasları arttıracak ve toplum liderlerini karşılıklı görüşmeye zorlayacak.
Papadopulos, ne kadar erken Talat ile görüşürse, Kıbrıs sorunun çözümü o denli finale yakınlaşacak…
Papadopulos hızla Kıbrıs konusunu BM’nin siyasi platformundan çıkarıp AB’nin hukuk platformuna çekmek istiyor. Bunu yapmak için Annan ile takışmaktan tutun, Türkiye’yi Veto etmeye kadar her yolu deniyor.
Dünkü yazımda AB’nin de artık yavaş yavaş Kıbrıs sorununa çözüm getirmek için yapılacak görüşmelerde taraf olmak istediğini ve bizlerle beraber masaya oturmak istediğini yazmıştım. Bu sanki daha evvelden tespit edilmiş bir senaryo ve adım adım uygulamaya konuyor. Temsilcinin adı bile belli. Fiğnlandiya eski cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari.
Geçen haftalarda Papadopulos, Başbakan Mehmet Ali Talat’a ilginç bir öneri yapmıştı ve Maraş’ın Rum mal sahiplerine devri karşılığında Mağusa limanının ortak işletilmesini ve direk ticarete açılmasını önermişti.
Önermişti de, derhal ve hemen Başbakan M.A. Talat tarafından reddedilmişti bu önerisi.
İşin AB tarafında Avrupa Komisyonu ve Komisyon’un AB içindeki güçlü ülkeleri, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini, Avrupa ile KKTC arasında doğrudan ticarete ilişkin esaslı bir görüşmeye katılmaya ikna etme konusunda yoğun bir şekilde çaba gösteriyorlar.
Fakat bu konuda hiçte istekli olmayan Rumlar, şu ana kadar ilgili tüzüğü hukuki zeminine ve Rum tarafının by-pass edilmesi olasılığına itiraz etmek suretiyle reddetmekle yetinmekteler ve bunun da yeterli olduğunu düşünüyorlar.
AB, hedefine varabilmek için, iki yönde çaba gösteriyor.
Birincisi, doğrudan ticaret kavramı ile Ankara protokolünü Kıbrıs Cumhuriyeti’ni de kapsayacak şekilde genişleten protokolün imzalanması arasında sıkı bir bağlantı kuruyor. Bundan dolayı da Tasos Papadopulos’un, Mağusa Limanı’nın Kıbrıslı Türkler ve Rumlar tarafından ortak işletilmesi önerisini görüşmeyi uygun bir gelişme olarak yorumluyor. Fakat bu yorum içinde Mağusa limanı’nın açılmasının Doğrudan Ticaret Tüzüğünün özünde yer alması gerekliliği var.
Konu burada, iyimserlikten çıkıyor ve bir pazarlık konusu olmaya başlıyor. AB’nin niyeti Maraş’ın Kıbrıslı Rumlara iadesi ile birlikte Ercan Havaalanı da dahil olmak üzere KKTC’deki tüm hava ve deniz limanlarının uluslararası tarfiğe açılmasını masaya koymak.
Elde edilen bilgiler Brüksel’in, Papadopulos’un Mağusa Limanı’yla ilgili önerisini artık görüşmeye hazır olduğu şeklindedir.
Aslında Papadopulos Ağustos ayında, Kıbrıslı Türkler, Rumlar ve AB tarafından ortak işletilmesi şartı ile Mağusa limanının açılmasını ve buna karşılık da kapalı Maraş’ın yasal sakinlerine iade edilmesini önermişti.
AB Mağusa limanının ortak işletilmesine sıcak bakıyor. Fakat Maraş’ın Kıbrıslı Rumlara iade edilmesi koşulu Kıbrıslı Türkler ve Türkiye için Kabul edilemez bir istek. Aslında limanlara karşılık verilebilecek bir taviz değil.
AB’nin yeni stratejisi Papadopulos’u, ticaret konusunda çok daha açık ve dostane bir yaklaşımı benimsemeye ikna etmek. Kıbrıslı Rumlar, şimdilik Maraş kendilerine iade edilmeden, limanın Türkler + Rumlar + AB tarafından ortak işletilmesine dahil edilmeye çalışılacak.
Bence bu al-ver işi çok çetin geçecek. Rumlar Maraş’ın iadesinde ısrarlı olurlarsa, Ercan’a doğrudan uçuşlar, Girne ve Mağusa limanlarının uluslararası trafiğe açılışı, ve bunun devamı olarak Kıbrıs Türk Devletinin diğer ülkelerle yasal zeminde siyasi, hukuki, ekonomik ve kültürel ilişkilerini de kabul etmeye hazır olması gerekli.
Pazarlık çetin olacak….
Rumlar adım adım, Kıbrıs sorununu BM’nin siyasi platformundan çıkarıp AB’nin hukuk platformuna sokmak düşüncülerine doğru ilerliyorlar.
Rumların, AB’nin konu ile ilgili Komisyonunda yaptıkları kulis çalışmasından sonra komisyon üyeleri arasında müzakerelere önce tam tabirle “misafir sanatçı” olarak katılmak fikri sonra da bir fırsat yaratılarak müzakerelere taraf olmak fikri oluştu.
Olli Rehn ile AB Dış Politika ve Güvenlik Konuları Yüksek Temsilcisi Javier Solana, AB’nin Kıbrıs sorunu müzakerelerindeki rolünün yükseltilmesine olumlu bakmaktalar. Kıbrıs müzakerelerinin temelini ise hala Annan Planı’nın oluşturduğunu ve gerçekleştirilecek her türlü müzakerenin BM çerçevesinde yapılacağını ısrarla belirtiyorlar.
Rehn, Alvaro de Soto’nun Şubat-Mart-Nisan 2004 tarihinde Lefkoşa’da gerçekleştirilen Annan Planı görüşmeleri sırasında, bilgilendirme boyutundan ve hızından memnun kalmamıştı ve bu düşüncesini de referandumdan hemen sonra “De Soto’nun teknik konularda mükemmel bir düzenlemeye sahip olduğunu ancak adadaki hassas politik dengeleri anlama konusunda eksikliği bulunduğunu düşündüğünü” söyleyerek dile getirmişti.
Şimdi AB, resmi olmayan bilgilere göre Kıbrıs sorununu çözmek için müzakereler tekrar başladığında masada taraf olmak ve kendi temsilcisiyle de bu görüşmelere katılmak istiyor. Hatta gelen bilgilere göre temsilcinin adı bile belirlenmiş. Temsilci, Finlandiya’nın eski devlet başkanı Martti Ahtisaari.
Bu konuyu Komisyon Başkanı Barroso ve genişlemeden sorumlu sözcü Olli Rehn geçen hafta, birlikte Tasos Papadopulos’a aktarmışlar ve halen Papadopulos’un görüşünü bekliyorlar.
Zannederim kibarlıklarından Papadopulos’un görüşünü bekliyorlar. Gerçekte konuyu AB Komisyonunda ortaya atan ve üyelere benimsettikten sonra bir kademe de yukarı gönderten zaten Yakovu ve Papadopulos.
AB yetkililerinin söylediklerine göre şimdilik hiçbir şekilde BM’nin rolünü azaltmak veya bu rolü üstlenmek gibi bir niyetleri yok. Bütün istedikleri AB’nin komisyonda varlığı ile hem Rumlara hem de Türklere cesaret vermek. Olası bir anlaşmanın ertesi günü tümden KKTC halkı AB vatandaşı olacağından Kıbrıs’lı Türkleri zaten şimdiden müstakbel vatandaşları olarak görüyorlar. Bu nedenle de AB’nin müzakere masasında temsilci bulundurmasına Türkiye ve Kıbrıslı Türklerin tepki göstermeyeceklerini varsayıyorlar ve müzakerelerin akış süresi içinde birinci ağızdan bilgi sahibi olmak ve olası bir tıkanmada veya al-verin kilitlenmesinde de araya girerek olası bir bozuşmayı önlemek istiyorlar.
Şimdilik bu konu, her ne kadar AB içinde büyük bir sempati bulduysa da henüz bu düşünceden resmi olarak BM’nin, ABD’nin ve İngiltere’nin haberi yok. Daha onlarla konu görüşülmemiş ve bir yere bağlanmamış.
Bence “Minareleri gözüken köy kılavuz istemez” atasözümüze tıpa tıp uyan bu gidişatın sonu belli.