Kıbrıs’ı silah atmadan ele geçirmek
1974 Mutlu barış Harekatından sonra Türkiye’ye konan ambargolar, Birlemiş Milletlerin Rum yanlısı “hayali” kararları, AB’nin adanın Rumlara teslim edilmesi yönündeki baskıları, girişimleri, tehditleri ve şantajları para etmeyince, Hıristiyan kökenli üst akıl(lar) sonucu hemen değil ama uzun vadede alınacak bir planı önce senaryolaştırmış, sonra da uygulamaya koymuşlar.
Üst akıl tarafından uzun vadeli olarak planlanmış, 40 yıl evvel tezgaha konmuş sinsi bir oyun oynanıyor KKTC’de. Bu oyunun özü “Her tür ulusal ve uluslararası kuruluşlar vasıtası ile Türkiye’yi baskı, şantaj, hile, tehdit, yurt içinde içinde kargaşa çıkarmak, vekalet savaşları ile bunaltmak, kurtuluş için önüne Kıbrıs’tan vaz geçmeyi koyarak Kıbrıs’tan Türkiye’nin çıkmasını sağlamak, Kıbrıslı Türkleri Türkiye’ye karşı kışkırtmak ve Kıbrıs’ın tümünü Yunan egemenliği altına sokarak Hıristiyan toprakları içine katmak.
Bugün bölgemizdeki koşullar 40 yıl öncesine nazaran çok değişti ve bu farklılıklara şimdi Doğu Akdeniz’deki doğalgaz rezervlerinin bulunması da eklendi. Günümüzde Kıbrıs’ın jeopolitik konumu ve Kıbrıs adası üzerindeki egemenlik hakkı, 40 yıl öncesine nazaran iki veya üç misli değil, belki de on misli daha önem kazandı.
KKTC’de son 40 yıldır oynanan oyun aklıma Türkiye’nin ünlü şairi ve yazarı Peyami Safa’nın Türk Düşüncesi Dergisinin, Ağustos 1959, Sayı 59-8’da yayınlanan “Arap Harfleri” başlıklı yazısında ve “Eğitim-Gençlik-Üniversite” isimli eserinde yazdığı ünlü cümlesini getirdi; “Bir milleti yok etmek isterseniz askerî istilâya lüzum yoktur. Ona tarihini unutturmak, dilini bozmak, dininden soğutmak ve dolayısıyla mânevî değerlerini, ahlâkını soysuzlaştırmak kâfîdir.”
KKTC’de, tam da bu cümledeki içerikle birebir örtüşen sinsi bir plan yıllar önce uygulamaya kondu. Bu sinsi plan bilinçli olarak, manevi, dini ve milli duygularını aşağılamak ve kötülemek yöntemi ile gencecik evlatlarımızı, Türklüklerinden ve Müslümanlıklarından şüphe duyar hale getirerek beyinlerini bulandırmak hedefi ile öncelikle eğitim sektöründen başlatıldı. Bir kısım zayıf karakterli eğitmen ya satın alındı, ya da hile, şantaj, baskı, özellikle de Yunanistan kökenli Vakıfların verdikleri vaatler, paralar ve benzeri yollarla bu planın uygulama süreci içine dahil edildi. Genç beyinler, devletin parası ile milli, dini ve manevi değerlerinden, Türklüklerinden ve anavatanlarından uzaklaştırılmaya başlandı.
Söz konusu sinsi plan, eşzamanlı olarak ikinci bir sektörde daha uygulamaya kondu. Önce bazı köşe yazarları satın alındı, sonra da bunların kanalı ile medya kuruluşlarının içine sızıldı. Yazılı ve görsel medya kanalı ile halkımızın içinde yer alan bazı kesimler, marjinaller ve kişiler bu planın kapsamı içine çekildi ve planın doğrultusunda çalışmalar yapmaları sağlandı.
Bu planın, daha doğrusu bu çirkin tezgahın sonuçlarının ortaya çıkması çok zaman almadı. Eğer bu gün aramızda bol miktarda Grekofil (Yunan hayranı) ve bizlerin tümünün hayatlarını yüzlerce şehit vererek kurtaran “Türk Silahlı Kuvvetleri” ile yaşamımızın her döneminde, her zamanda ve her koşulda yanımızda olan anavatan Türkiye’mize utanmadan, sıkılmadan “düşmanlık duyanlar” varsa, kökeninde, büyük oranda bu planın sonuçları ve etkileri yatmaktadır.
Artık, dış kökenli üst akılların ülkemizde uzun vadeli bir çalışma sonrasında yaratmayı başardıkları bu yozlaşmadan kurtulmamız ve kendi özümüze, milli, dini ve manevi değerlerimize geri dönmemizin zamanı gelmiştir.
Mevcut hükümetimizi ve gelecekteki hükümetlerimizi bu yönde zor bir görev beklemektedir. Milli benliğin ve kültürün korunması yönünde radikal kararlar alıp uygulamaya koymaları ve Kıbrıs Türkünü bu planlı yozlaşmadan kurtarmaları gerekmektedir.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata@ataatun.com veya ataatun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Yasal müdahale ve bizleri kurtarmak, işgal mi?
1796 yılında Ferros Rigas’ın koşullarını belirlediği ve Bizans İmparatorluğunun devamı olarak öngördüğü “Büyük Yunanistan İmparatorluğu”nun kurulmasını amaçlayan “Megali İdea” (Büyük Ülkü) doğrultusunda, Yunanistan’da görev başında olan Albaylar Cuntası, Kıbrıs adasının Yunanistan’a ilhak edilmesi (Enosis) hedefi ile 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunanistan’dan gönderdikleri subayların komutasındaki Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) desteği ile bir darbe gerçekleştirerek Makarios’u devirdiler. 17 Temmuz 1974 tarihinde de büyük bir cüretle BM Anlaşmalarını hiçe sayarak ve Türkiye ile İngiltere’nin garantör devlet statüsünü önemsemeyip, EOKA’cı tetikçi Nikos Sampson’u Cumhurbaşkanı atadılar ve “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”ni de ilan ettirdiler.
1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin lağv edilmesi ve “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”ni ilan edilmesinin ardından garantör devlet olan Türkiye, Anayasanın EK I, Madde 4 içeriğince kendisine, BM’ye akredite edilmiş Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının ve Uluslararası Hukukun verdiği yetkiye istinaden 20 Temmuz 1974 tarihinde, “1960 Kıbrıs Anayasasına göre kurulmuş Kıbrıs Cumhuriyetinin tekrardan tesis edilmesi” amaçlı olarak askeri müdahalede bulundu.
Türk askerinin adaya ayak bastığı gün, aramızdaki bazı hayalperest Grekofillerin (Rum hayranları) “Rumlarla gül gibi geçiniyorduk, barış içinde yaşıyorduk” iddialarının aksine 1963 Aralık ayında başlayan Rumların silahlı saldırılarından beri Kıbrıs adasında kan gövdeyi götürmekteydi. Ben de Kıbrıs adasında adeta çağdaş bir köle hayatı yaşayan, dolaşım, yerleşim, iş kurma, mülk edinme ve çalışma hakkı olmayan Kıbrıslı Türklerden bir tanesi ve daha 1 yıl evvel terhis olmuş Mücahittim.
Kıbrıs Türklerini yok olmaktan kurtaran bu müdahaleden sonra Kıbrıs adası sulh ve sükuna kavuştu. O gün, bu gün tek bir Kıbrıslı Türk, yasa tanımaz ve kendilerini Kıbrıs adasının tartışmasız sahibi sanan Rumlar tarafından kalleşçe, kahpece, nedensiz ve çoğu zaman da pusuya düşürerek vurmak yöntemi ile şehit edilemedi.
1963 yılının 21 Aralık sabahı Kıbrıslı Rumların “Akritas Planı” uyarınca Kıbrıs adasını tümü ile ele geçirmek ve adayı Yunanistan’a bağlamak amaçlı Kıbrıslı Türklere karşı başlattıkları saldırılara Kıbrıslı Türkler teslim olmayıp, direnç gösterince saldırılar organize bir şekilde artmış ve ada sathına yayılmıştı. 1964 yılının bahar aylarında Rumlar, silah zoru ile devlet dairelerini ele geçirmişler, Türk memurları dairelerden öldürmek tehdidi ile kovmuşlar ve Rumları adanın tek egemeni yapmak hedefli Anayasada Türklerin kurucu ortaklık ve yönetim haklarını yok edecek olan 13 Anayasa maddesinin iptal edilmesini kabul etmeyen Kıbrıslı Türk Milletvekillerini de Kıbrıs Cumhuriyeti Temsilciler Meclisinden silah zoru ile “Ya kabul edersiniz, ya da giremezsiniz” tehditleri ile uzaklaştırmışlardı.
Temsilciler Meclisinin tek hakimi konumuna gelen Makarios Hükümeti, Lefkoşa Mahkemesinde bilinçli olarak aldırdığı bir karar sonrasında “Gereklilik Doktrini”ni ilan ederek, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına aykırı bir biçimde Kıbrıslı Türk Milletvekillerinin onayı ve “Evet” oyları olmadan Anayasayı tek taraflı olarak değiştirerek, kendince yasal bir şekilde Kıbrıs adasının tek hakimi ve yöneticisi oldu. Daha doğrusu Türkiye yok farz ederek, kendini adanın kralı addetti.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 4 Mart 1964 tarihinde aldığı 186 numaralı karar ile adada toplumlararası süren çatışmaları önlemek için BM Barış Gücünün gönderilmesini onaylarken, yoruma açık kelime oyunu ile de Makarios Hükümetini adanın yasal ve uluslararası tanınan hükümeti statüsüne yükseltmesi, adada yaşanan felaketlerin başlangıcı oldu.
BM tarafından yasal Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti statüsüne kavuşan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) yaptığı ilk icraat, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’na göre Rum Milli Muhafız Ordusu’nu kurmak ve Yunanistan Hükümetinden de askeri takviye istemek oldu. Yunanistan’dan gönderilen Komando Tümeni’nin desteği ile GKRY önemli Türk yerleşim yerlerini ele geçirmek planlarını yaptı ve 6 Ağustos 1964 tarihinde Erenköy’e, 15 Kasım 1967 tarihinde de Geçitkale-Boğaziçi köylerine saldırdı. Bu saldırılar sonunda yüzlerce Kıbrıslı Türkü şehit oldu ve yüzlercesi de yaralandı, sakat kaldı, malul oldu. Binlercesi de asırlardır yaşadıkları köy ve kasabalarından göç etmek zorunda bırakıldı. Saldırılara ilaveten GKRY, günümüzde AB’nin her koşulda öne sürdüğü “Dört Özgürlük” hakkını Kıbrıslı Türklerin kullanmasını kısıtladı, buna ilaveten de ağır bir ekonomik bir ambargoyu uygulamaya koyarak Kıbrıslı Türklere 38 hayati malın satışını da yasakladı. Bu yasaklı malların içinde en önemlisi de yeni doğan Türk çocuklarının yaşamaması ve açlıktan ölmesi hedefli “Çocuk maması ve sütü”nün Türklere satılmama kararıydı.
Türkiye’nin politik baskısı ve müdahalesi sonrasında Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklere karşı sürdürdükleri organize saldırıları azaltmak zorunda kaldılar ve ilk toplumlararası barış müzakeresi de 1968 yılında Beyrut’ta gerçekleştirildi. Rum Cemaat Meclisi Başkanı Glafkos Klerides ve Türk Cemaat Meclisi Başkanı Rauf R. Denktaş arasında başlayan barış müzakereleri 1972 yılında anlaşma aşamasına gelmesine rağmen, Rum lider Makarios’un şövenist davranışları ve “Kıbrıslı Türklerin muhtar seçilmelerini bile kabul etmem” sözleri sonrasında son bularak çöpe atıldı. Türklere karşı uygulanan soykırım da hız kazandı.
16 Ağustos 1974’de Türkiye’nin askeri müdahalesinin son bulması sonrasında Viyana’da Kıbrıs adasında silahlı çatışmaları önlemek ve “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni tekrar tesis etmek amaçlı müzakereler başladı. Müzakereler nüfus mübadelesi ve Kıbrıslı Türklerle Rumların yaşayacakları bölgelerin sınırlarının tespit edilmesi ile son buldu. Türkler topluca kuzeye, Rumlar topluca güneye, kendilerince güvenli saydıkları bölgelere göç ettiler ve adada son 11 yıldır yaşanan silahlı çatışmalar ve göç son buldu.
“Türkiye işgalci değildir”
Türkiye Cumhuriyeti, Rumların iddia ettikleri gibi hiçbir koşulda Kıbrıs adasında “İşgalci ve istilacı” konumda değildir.
Türkiye Cumhuriyeti, Anayasanın EK I, Madde 4’üne göre garantörlerle birlikte veya tek başına müdahale ederek Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tekrardan tesis etmekle yükümlü olması nedeni ile 20 Temmuz 1974 tarihinde garantör devlet olarak adaya müdahale etmiş, Kıbrıs Helen Cumhuriyeti’nin lağvedilmesini sağlamış ve müzakereleri başlatmıştır. Aradan geçen 44 yıl içerisinde Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türklerin tüm barışçıl girişimlerine rağmen Rumların, Türklerin kurucu ortak oldukları 1960 Kıbrıs Cumhuriyetine geri dönmek istemeyişleri nedeni ile müzakereler halen sürmekte olup, Garantör olan Türkiye’nin adadaki varlığı da devam etmektedir.
Kurulması için müzakerelerin 41 yıldır sürdürüldüğü, “Yeni Kıbrıs Devleti”nde, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nda olduğu gibi, Türkiye’nin garantörlüğü ve gerektiği zaman müdahale hakkı desteğinde Kıbrıslı Türklerin kurucu ve eşit ortak olarak yer alacağı güne değin, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs adasındaki varlığı, BM’nin akredite ettiği 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının amir maddelerine göre devam edecektir.
20 Temmuz 1974’te gerçekleşen Mutlu Barış Harekatının 44. yılında Kıbrıslı Türklerin Barış ve Özgürlük Bayramı’nı içtenlikle kutlarım. Barış Harekatına değin yaşadığımız acımasız soykırımdan sonra, Türkiye’mizin sayesinde kendimizin egemen olduğu topraklar üzerinde özgür olarak, son bir asırdır yaşamadığımız gerçek bir bayram hayatı sürdürmekteyiz. Bu uğurda canlarını seve seve vermekten kaçınmamış şehitlerimizi rahmetle anar, gazilerimize uzun ömürler dilerim.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen
KKTC ııı. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata@ataatun.com veya ataatun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
İnternette bir yazı gözüme çarptı. Uzaktan gazel okumuş Michael Rubin diye biri.
Milliyetçiliğin en berbat, en insafsız, en pervasız formunu sergileyen ülkenin yazarı tüylerimizi diken diken edecek kehanetlerde bulunmuş oturduğu yerden. Hem de daha dün kıyılarımıza kendi lanetleri, insan bedeni formunda vurmuşken…
“Amerikalı neo-con yazar” olarak tanımlanan bu şahsa göre Türkiye’nin bölünme sürecinin psikolojik aşaması tamamlanmış ve Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Erdoğan tarihe ‘kibri uğruna Türkiye’yi yıkan kötü adam’ olarak geçecekmiş!
Yazısının içeriği bilimsel öngörü değil tamamen düşmani temenniler. Özetle şöyle diyor Rubin efendi; “Türkiye parçalara ayrılmış durumdadır. Sınırları yakında değişecek; Tek mesele bölünme iki ayrı devlet şeklinde mi olacak yoksa Türkiye’ye dahil bir federasyon mu henüz belli değil. Erdoğan tarihe bir kahraman olarak geçmeyecek, kibiri uğruna Türkiye’yi yıkan yozlaşmış bir kötü adam olarak geçecek.”
Türkiye’de Kürtlere karşı kanlı ve küçük düşürücü bir girişimin sürdüğünü iddia eden Türkiye düşmanı yazar, Türkiye’nin Kürt açılımının gerçekçi olmadığını, Cizre, Silopi, Nusaybin gibi kasabaların aynen Halep’e benzetildiğini söyleyebiliyor utanmadan. Yazıdaki yalan dolan bununla da sınırlı değil. Kürtlerin bu ülkede dışlandıklarını, yeni nesil Türklerin -eğer düşman olarak değilse- Kürtleri en azından öteki olarak gördüklerini savunuyor. Dahası Batılı yaşam tarzına sahip Türklerin büyük çoğunluğunun Türkiye’nin Güney Doğu bölgesine adımını bile atmadığını, bölgede yaşayan Kürtlerin büyük çoğunluğunun ise Antalya, Bursa ve İzmir’i asla ziyaret etmeyeceklerini iddia ediyor bir inanan olur elbet deyip.
Son dönemde Suriye, İran, Irak, Libya, Mısır gibi ülkelerinin üzerinde oynadıkları oyunlarla kısmen de olsa başarıya ulaşan ancak Türkiye’de duvara toslayan bu Deccal’ların hazır müşteri buldukları için masa başında, Türkiye’yi görmeden, bilmeden, Türk insanını dinlemeden, gerçeklerden kopuk yazdıkları yazı bu kadar olur.
Türkiye’de hiçbir zaman Kürtlere karşı negatif ayrım olmadığını, Kürtlerin Türklerle aynı şartlara sahip olup, aynı okullarda okuduklarını, aynı yollarda yürüdüklerini, aynı meslek gruplarında yer aldıklarını, İstanbul, İzmir, Antalya gibi büyük illerde Türklerden çok Kürtlerin yaşadığını bilmeyen bu kişi ve bunun gibi düşünenlere, Kürtlerin Türkiye’de hiçbir zaman “öteki”leştirilmediklerini, tam tersi sürekli şikayet halinde oldukları ve her ne hikmetse kendilerini imtiyazlı gördükleri için pozitif ayrımcılığa maruz kaldıklarını hatırlatalım kendilerine. Örnek isterseniz çok;
Batmanlı Kürt müteahhidin söyledikleri: “Ağabeyimin evinin tavanı olduğu gibi elektrikli sobayla kaplıdır. Sıcaktan oturamayız, kapıyı camı açarız. Elektrikçiyi çağırıyorlar, daire başına 100 TL alıyor, sayacı işlemez hale getiriyor. O yüzden de herkes istediği gibi elektrik kullanabiliyor.”
Bundan 25 yıl önce, Güneydoğu’da bir ilçeye tayin olan öğretmen tanıdığımın söyledikleri: “İlk görev yerimdi. 22 yaşındaydım. Üniversite sınavında gözetmen olacaktım. Benimle birlikte yaşça benden çok büyük bir erkek hoca vardı gözetmen olarak… Sınav başladı. Bu hoca bana, ‘hoca, hoca, sizin geldiğiniz yerde çocuklar dershaneye gidiyor, hocalar tutuyor. Bizim çocuklarımız bu imkanlardan mahrum. Ben bu çocuklara kopya vereceğim, ses çıkarmayacaksın!’ dedi. Sıkıysa çıkarayım. Hoca çocuklara bildiği sorularının cevaplarını verdi, ben dondum kaldım.”
Bir başka örnek de teyzemden; “Ankara’da hastaneye gittim, sıra bekliyoruz. Yanımda bekleyen bir kadın var. Biz başladık, ‘senin neyin var’ sohbetine. En son sıra ‘kaç çocuğun var’a geldi. Ben iki çocuğum, kadın ise 9 çocuğu olduğunu söyledi. Sonrasında ‘Benim çocuklarım işsiz. Kürt olduğumuz için iş vermiyorlar” diyerek başladı devlete sayıp sövmeye. Ben bakakaldım. Benim, biri üniversite mezunu iki çocuğum da işsizdi ama hiç devleti suçlamak hiç aklımıza gelmemişti.”
Sözün özü, Türk milletinin Kürtlerle hiçbir sıkıntısı yoktur. Sıkıntı, devleti bölmeye çalışan, askere kurşun sıkan, kendisine birşeyler öğretmek için evinden barkından kalkıp gelen öğretmeni katleden, devletin malına zarar verenleredir. Türkiye’deki Kürtlerin ayrımcılığa uğradığı, şehirlerinin yakılıp yıkıldığı gibi yalanlarla Türkiye düşmanlığına taraftar toplamak isteyen bu ve bunun gibi kişilere, Türkiye’yi, Irak, Suriye, Mısır vs.’yi koydukları çuvala koyamayacaklarını söylemek durumundayım. “Kürtler artık savaşmayı da biliyor, tek sorun ayrı devlet mi, özerk mi olacağına karar veremediler” sözleriyle akıllarınca ta oralardan “Türkiye’yi tanzim” görevine soyunan, “Dünya barışı” diyerek dünyanın barbarlara, zorbalara teslim edilmesini hedefleyen tezahüratların mimarlarına son olarak diyeceğim şudur ki; Türkiye, o sizin kafasına vurup ekmeğini aldığınız Araplara benzemez. Türkiye sizin korku unsurlarıyla sindirdiğiniz diğer ülkelere de benzemez. Türk milleti insan ayırmaz, hainlik etmez, hıyanete de göz yummaz. Yani siz el ovuşturadurun, Türkiye bölünüyor lafı an itibarıyla kadük olmuş durumda.
YURDAGÜL ATUN
ABD Başkanı Trump’ın, batık ABD hazinesini kurtarmak ve borçlarını azaltmak için aldığı tedbirlerin arasında bazı ithal mallarına gümrük uygulamak, yerel istihdamın çoğaltılarak yerel üretimin arttırılması girişimleri içinde BM’ye yapılan yardımların ve verilen katkıların azaltılması da var. Trump yönetimi, Birleşmiş Milletler ve diğer küresel organlara ABD’nin verdiği gönüllü destekte yüzde 40’a varan geniş kapsamlı kesinti planlıyor.
UNFICYP, Türkçe adı ile “Kıbrıs’taki BM Barış Gücü”, 4 Mart 1964 tarihinde BM Güvenlik Konseyinde (BM GK) alınan 186 no.lu karar ile adada görev yapmaya başlayan ve son 54 yıldır Kıbrıs’ta, Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk toplumları arasındaki silahlı çatışmaları önlemek amaçlı, sözüm ona “Geçici bir güç” olarak faaliyet göstermekte. BM’nin dünya üzerinde en uzun görevde bulunan Barış Koruma Misyonlarından bir tanesi olarak da sayılabilir.
An itibarı ile UNFICYP’de çalışan BM’nin üniformalı ve sivil personel sayısı 1,102 olup UNFICYP’ın geçen yılki 07/2016 – 06/2017 dönemini kapsayan onaylanmış bütçesi 55,560,100 ABD Dolarıdır. Bu maliyetin üçte biri olan 18,520,033 ABD Doları, tanınmış devlet statüsüne halel gelmesin, zarar görmesin, KKTC’yi muhatap almak zorunda kalmasın diye Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti tarafından, karşılanmaktadır. Yunanistan hükümeti de aynı gerekçelerle bu giderin yaklaşık yüzde 12’sini, 6,5 milyon ABD Dolar’ını karşılamaktadır. Geriye kalan, 30 milyon ABD Doları, yaklaşık yüzde 55’lik kısım da ilgili BM üye ülkeleri tarafından, BM Genel Sekreterliğinin yaptığı değerlendirme ve takdire göre ödenmektedir.
BM’deki üst düzey diplomatlar ve Kıbrıs konusu ile ilgili dairenin görevlileri, BM’nin Kıbrıs’taki İyi Niyet Misyon Ofisi’nin (UN Good Missions Office) ne yaptığını ciddi olarak sorgulamakta ve artık kapatılmasının daha doğru bir karar olacağını düşünmekteler. Bu düşünceye sahip olmalarının nedeni de yıllardır Rumların görüşmelerde çözüme gidilmesine çomak sokmaları nedeni ile görüşmelerden bir sonuç alınamaması.
UNFICYP’ın kapatılması veya da personelinin iyice azaltılması konusu ilk kez ciddi nitelikte, ABD’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi Nikki Haley’in, BM Genel Sekreterine “Barış Gücü Operasyonları Gözden Geçirme” konulu yazdığı 4 Nisan 208 tarihli resmi mektubunda yer aldı.
Bu resmi mektup ile Temsilci Nikki Haley, Genel Sekretere, Ocak ayında Crans Montana’da gerçekleştirilen Kıbrıs Konferansının resmen çökmesiyle, “BM Güvenlik Konseyi’nin destekleyecek hiçbir siyasi sürecin olmadığı durumlarda ne yapması gerekmektedir? BM’nin iyi niyet misyonları değerli koruma rolüne sahip olmalarına rağmen görevleri karşılığında makul sonuçlar alınamazsa ne olur?” sorusunu yöneltti. Arkasından da (Kıbrıs’ta) İyi Niyet Misyonunun emekleyerek ilerlediğini ve planlandığı gibi gitmediğini belirterek, “Müzakerelerde ilerleme çıkmaza girip, çöktüğünde BM Güvenlik Konseyi, ilgili misyonun maliyet giderlerini tekrar gözden geçirmek için daha ne kadar bekleyecektir?” sorusunu yöneltti.
ABD’nin BM Daimi Temsilcisi Nikki Haley’in resmi sorularını BM Genel Sekreteri Antonio Guterres 6 Nisan tarihinde “Kısa vadede, hedeflerine ulaşmış olan görevleri sonlandırmalıyız, an itibarı ile de görev yaptıkları yerlerde kendilerinden beklenen görevleri yapamayanları da tekrar gözden geçirerek yeniden yapılandırmalıyız” cümleleri ile yanıtlayarak BM’nin düşüncelerini ortaya koymuş oldu.
Crans Montana’da müzakerelerin çökmesi nedeni ile BM Genel Sekreterliği ve UNFICYP’in giderlerini karşılayan, Rumlar ve Yunanistan dışındaki ülkeler, ciddi ciddi UNFICYP’i müzakerelerin çöktüğü ve gelecek için ümit vaat etmediği bu dönemde kapatmanın iyi olacağı düşüncesindeler.
Bu olasılık, adanın resmen tanınan hükümeti olmak ayrıcalığını ellerinde tutup Türkleri ortak yapmamak için yıllarca müzakereleri ipe sapa gelmez nedenlerle uzatmayı bir başarı ve kazanım olarak gören Rumları hayli endişelendirmeye başladı. Eğer bir gün BM’yi temsil eden UNFICYP gibi kuruluşlar adadan giderlerse, 1905 yılından beri düşman olarak gördükleri ve adanın yönetimine ortak etmek istemedikleri, 1960 Anayasasına rağmen 1963 yılında başlattıkları silahlı saldırılar sonrasında “Kıbrıslı Türkler isyan etti” yaygarası ile “İsyancı” sınıfına soktukları Kıbrıslı Türkleri bire bir muhatap almak zorunda kalacaklar ve adada fiilen iki halkın ve bu halkın oluşturduğu devletler kayıtlara geçecek diye çok korkuyorlar. Bu nedenle de UNFICYP adadan gitmesin diye hem çok korkuyorlar hem de tüm giderlerini dahi karşılamaya hazırlar.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen
KKTC ııı. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata@ataatun.com veya ataatun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Bugün 1970 yılından bir kartvizit geldi. Akrabam olan Yd. Doç. Dr. Ayman Köle’nin sürprizi… Ninemin ve dedemin cebine birkaç kuruş harçlık koyarak Ankara’ya uğurladıkları, bir daha gelmeyeceğini düşünerek, doğan torunlarına da aynı adı koydukları (Meclis eski başkanı Hakkı Atun’a aynı isim verilmiş) ancak dönmekle kalmayıp köyündeki/ailesindeki tüm gençlere üniversiteye gitme yolunu açan babam Hakkı Atun’un kartviziti. Her zaman gurur duyduğum, yolunda ilerlediğim babamın… Babam, Ayman’ın babasına vermiş, o da saklamış bu zamana kadar. Nurlar içinde yatsın, mekanı, yetiştirdiği öğrenciler gibi aydınlık olsun…