ABD Devlet yönetiminde benim çok benimsediğim bir uygulama var. Aslında bu uygulama ABD’deki tüm Sivil Toplum Örgütleri ve Özel Şirketler tarafından da yıllar önce benimsenmiş.
Amerika’da ilk Cumhubaşkanının seçildiği 18.ci yüzyıldan beri bu kavram devlette uygulanmakta ve neredeyse 19.cu yüz yıldan beridirde tüm önemi Sivil Toplum Örgütlerinde ve özel şirketlerde başarı ile tatbik edilmektedir. Amerika’nın çok kısa olan tarihine rağmen bu gün dünya lideri olmasının arkasında veya temelinde belkide bu kavramın da bir parça katkısı bulunmaktadır.
Nedir bu kavram. Basit kelimelerle bu kavramı “Görevi devredecek olan yönetici (Eskisi) ile görevi devralacak yöneticinin (Yenisi) bir müddet beraber çalışmaları” uygulaması olarak tanımlayabiliriz.
Bu kavramın yakın dönemdeki en canlı örneklerden bazılarını, aşağıda özetliyorum;
Peki bu aylar önce yeni görevlere atanan kişiler niçin 2 ay kapıda bekletilmekte ve yeni görevlerine atandıkları gün başlayamamaktadırlar.
Aslında bu kavramın arkasındaki mantık “Göreve yeni atanan kişinin görevi devredecek olan ile belirli bir dönem beraber çalışarak veya işbirliği yaparak Devletin veya ilgili Bakanlığın genel uygulaması, Devletin yürürlükteki prensipleri ve özel (siyasi ve kişisel) ilişkiler hakkında detaylı bilgi sahibi olması ve yeni görevine bu bilgiler ile başlayarak önde doğru adım atmasına zemin hazırlamaktır.”
Bizde maalesef bunun tam tersi olmaktadır. Bırakın “Eski”si ile “Yeni”sinin bir müddet beraber çalışmalarını, görevi devredecek olan Bakan bazen görevini devretmeye bile gitmemektedir.
Seçimlerimizden sonra (Meclis ve Cumhurbaşkanlığı) bence ABD’nin yüzyıllarca uyguladığı bu kavramı dikkate almanın ve belkide yürürlüğe de koymanın büyük faydası olacağı düşüncesindeyim. Bu yeni kavramın görevi devralacak Siyasiler tarafından uygulanacak olan siyasi, ekonomik, kültürel ve ticari politikalara sağlam ve sürdürülebilir bir zemin hazırlayacağına ve herşeyi sil baştan yaparak işe sıfırdan başlamanın yaratacağı olumsuzlukları da büyük oranda azaltacağına inanıyorum…
Erdoğan her zaman iyi ilişkilere inanıyor ve bu nedenle de dünyanın ileri gelen tüm liderleri ile iyi ilişkiler içinde. Çocuğunun düğününde Berlusconi’yi şahit olarak çağırması, buna çok güzel bir örnek. Bu iyi ilişkilerin gözle görülür meyvesini de 16-17 Aralık AB Devlet Başkanları Konseyi toplantısında, Berlusconi’nin adeta kayıtsız ve koşulsuz bir biçimde Türkiye’yi desteklemesi ile aldı. İplerin kopma nokta noktasına gelindiği vakit Blair ile Berlusconi’nin arabuluculuk yaparak araya girmesi ile de, dayatılan koşullar yumuşatıldı ve müzakerelerin başlama tarihi 3 Ekim olarak karara bağlandı.
Görünen şu ki Erdoğan hiç bir fırsatı kaçırmıyor ve eline geçen her olanakta hem Türkiye ile ilgili konuları hem de Kıbrıs konusunu liderle, ayak üstü de olsa konuşuyor, görüş alıyor ve görüş veriyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan, NATO Zirvesi için gittiği Brüksel’de ABD Başkanı George W. Bush ile ayaküstü görüştü. Erdoğan ile Bush arasındaki görüşme yaklaşık 8 dakika sürdü ve samimi bir havada geçti. Bu görüşme Türkiye ile ABD arasında buzların erimediğine dair ortaya atılan iddialara son verdi.
Bush’tan sonra Erdoğan, İngiltere Başbakanı Tony Blair ile ikili bir görüşme yaptı. Aslında NATO zirve toplantısının en önemli konusu gene Kıbrıs idi ama Kıbrıs’ta çözüm görüşmelerini başlatmak değil, Türkiye’nin Berlin Plus anlaşmasından aldığı yetki ile Avrupa Birliği’nin, AGSP (Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası) çerçevesinde NATO ile düzenli yaptığı “Askeri Stratejik Uygulamalar”la ilgili toplantılara Güney Kıbrıs’ın katılımını engellemesi idi. NATO üyesi Türkiye, AB üyesi Kıbrıs Rum Kesimi’nin, iki kurum arasındaki “Stratejik” görüşmelere “kısıtlı konular” çerçevesinde katılımına itiraz etmiyor. Bu konular, terörizmle işbirliği ya da çevre sorunlarıyla mücadele konularıyla sınırlı kalıyor. Buna karşılık, gizlilik gerektiren, kuvvet ve harekat planlaması ya da askeri operasyonlarla ilgili işbirliği görüşmelerinde Kıbrıs Rum Kesimi’nin toplantı dışına alınmasını talep ediyor. Bu nedenle AB, askeri olarak operasyonel konuma bir türlü ulaşamıyor.
Aslında konu AB’nin askeri girişimlerinde belirli ölçüde söz sahibi olmak istemesidir. Türkiye’nin itirazı nedeniyle NATO-AB işbirliği yıllar boyunca ertelendi ve sonunda 2002’de anlaşmaya varıldı. Bu anlaşmaya göre de, AB’nin NATO olanaklarını kullanarak gerçekleştireceği askeri işbirliği “Kıbrıs’ı kapsamayacaktı”. 2002’de Kıbrıs AB üyesi olmadığından dolayı, bu uzlaşı NATO ve AB tarafından kabul edilmişti ve ortada her hangi bir sorun yoktu. Ama Kıbrıs AB üyesi olunca işler değişti ve Türkiye bu yeni durumda, 2002 anlaşmasını hatırlatarak “eğer işbirliği çalışmalarına Kıbrıs katılırsa biz bunu vetolarız” anlamına gelen bir tutum içinde. AB’nin yaklaşımı ise, Kıbrıs’ın tam bir AB üyesi olduğu ve bu toplantılara katılabileceği şeklinde.
Türkiye bu konuda asla taviz vermek niyetinde değil ve 2002 anlaşmasına dayanarak, AB’nin tam üyesi olmasına rağmen Kıbrıs’ı askeri çalışmaların dışında tutmasını istiyor. Bu nedenle de AB ve NATO çevreleri, Türkiye’nin Annan planı sırasındaki son derece gerçekçi tutumunu bıraktığını ve eskisi gibi sertleşmeye başladığı inancında.
Erdoğan, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin AB müzakerelerindeki “VETO” tehdidine karşı şimdi elinde mükemmel bir koz tutuyor.
Aslında Türkiye’nin elinde çok güçlü kozlar var ve Erdoğan bunları en iyi bir şekilde kullanacak… eminim…
Önce konuya, dünyanın KKTC seçimlerine nasıl baktığından başlayalım.
Dünyadaki genel değerlendirmelerde, KKTC Milletvekili seçimlerinin, Kıbrıs Türkleri’nin birleşik bir Kıbrıs’ı arzuladıklarını yeniden teyit ettikleri ve AB’nin bir parçası olmayı istediklerini açıkça ortaya koydukları şeklinde kabul edilmiş ve seçmenlerin, AB’ye açıkça ekonomik ve siyasi tecritlerinin sona ermesi için güçlü bir mesaj gönderdikleri şeklinde algılanmış. Yorumculara göre bu seçimler Kıbrıs Türkleri’nin Ada’nın yeniden birleşmesi ile AB’ye girme arzularını bir kez daha teyit etmektedir.
Seçim sonuçları AB tarafından memnuniyetle karşılanmış ve AB bu seçimin, Kıbrıs sorununun çözüme ulaşması yönünde ani ve hızlı bir etkiye yol açmasını arzulamakta.
Siz olsanız buraya kadar CTP ve DP koalisyon hükümetini nasıl yorumlarsınız. Çözüme taraf bir hükümet mi, yoksa çözüm istemeyen bir hükümet mi?….
Gelelim Papadopulos’a nasıl bakıldığına.
Cumhurbaşkanı seçildiği günden beridir Papadopulos’un AB üyesi olmak avantajını sonuna kadar kullanmak niyeti ve de her şeye HAYIR demek alışkanlığı, zaman içinde gerçek yüzünü yavaş yavaş ortaya çıkardı. Bu nedenle, uluslararası gündemi belirleyen ve dünyanın her köşesindeki politik ve siyasi sorunlarda söz sahibi olan ABD, AB ve BM, artık kendisine, Kıbrıs sorununda gözlemlenmekte olan çıkmazın ana sorumlusu olarak bakıyorlar.
Papadopulos’un, bir yandan Annan planı temelinde çözüm istediğini beyan ederken diğer taraftan planın temel yönlerini ortadan kaldırmaya çabalamasından, bu söz sahibi kişiler (ABD, AB ve BM) hiç hoşlanmıyorlar.
Birleşmiş Milletler başarı olanakları bulunduğuna dair açık işaretler ve Papadopulos’un taahütleri olmadan her hangi bir girişimde bulunmayı bile düşünmüyor.
Artık ortada Papadopulos’a bir güvensizlik var ve çözümsüzlüğün baş aktörü olarak görülüyor.
Zaten Papadopulos’un bir diğer adı da “Giriye OXİ” veya “Mister NO”, Türkçesi ile “Bay HAYIR”.
Tüm bu gerçeklere ve de adadaki çözümsüzlüğün baş aktörünün Papadopulos olarak bilinmesine rağmen, Papadopulos, dün Brüksel’e hareketinden önce yaptığı açıklamada, Kıbrıslı Rumlardan daha fazla çözüm isteyen başka kimsenin olmadığını iddia etmesi ve zamanın Kıbrıs’ın aleyhine çalıştığını söylemesi çok ilginç.
Muhabirlerin “Başbakan Talat ile diyaloğa girmeyi reddettiği ve ikili görüşmelerden kaçındığı” yönünde iddialar olduğunu sorması üzerine de, esas diyaloğu ve ikili görüşmeleri istemeyenlerin kendisini eleştirenler olduğu yanıtını vermesi de bir o kadar dikkat çekici.
Dün tüm bu söyledikleri bir kenara benim en çok dikkatimi çeken ise, “Talat, siyasette sesini duyurmaya başladığı yıllarda tam bir Kıbrıslı gibi davranırdı… Aradan zaman geçti ve bu defa Kıbrıslı Türk gibi davranır oldu. Başbakanlıktan sonra ise, Türk gibi konuşmaya başladı…” sözleri oldu.
Tam bir “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” örneği.. Hem çözüm isteme hem de çözüm isteyenleri çözüm istememekle suçla.
E vallahi pardon…
Ben Pazar günü yapılan seçimlere daha değişik bir perspektiften bakarak değerlendirmek istiyorum. Belki sizde bana hak verirsiniz.
Sanki bu seçimler, 24 Nisan 2004 tarihinde yapılan 1.ci Referandumun rövanşı niteliğinde yapıldı.
Dış basın seçimlerimize bayağı ilgi gösterdi. Seçimi izlemek için akredite olan 150 gazetecinin 54’ünü yani %33’ünü Rum gazeteciler oluşturdu. Canlı yayın araçlarıyla sonuçları dakika dakika aktaran Rum gazeteciler, liderleri de seçim sonrası nasıl bir politika izleneceği konusunda soru yağmuruna tuttu. Türkiye’nin önde medya kuruluşları Pazar akşamı Sarayönü Meydanı’ndaydı ve oradan canlı yayaın yaptılar. Seçimi Çin, İspanya, İtalya, Fransa, Japonya ve İran’dan da gazeteciler izledi. AB’nin Kıbrıs Büyükelçisi Adrian Van Deer Meer, Saray Otel’de kurulan basın merkezine giderek, seçimi takip etti.
KKTC halkı, erken genel seçimlerde verdiği oylarla Kıbrıs Türk’ü için şerefli bir çözüm arzulayan ve dünya ile kucaklaşması düşüncesinde olanları KKTC Meclisine çoğunluk olarak soktu. Sonuçlardan algılanan, halkın yaklaşık %58’sinin geçmiş CTP + DP koalisyonunu ve koalisyonun son 14 aylık icraatını onayladıklarını göstermektedir.
UBP ise yüzde olarak aynı kalmakla beraber milletvekili sayısını bir arttırmıştır. Bu orana bakarsanız bunun %5 eksiği ile neredeyse referandumdaki “Hayır” oyları ile örtüştüğünü görürsünüz.
Bu seçimler, Rumların 24 Nisan 2003 tarihinde yapılan referandumda Annan Planını reddetmesi ile tekrar gündeme gelen ve 2005 ortasında başlayacağı sinyalleri verilen yeni görüşmelerden evvel yapıldı ve Meclisin aritmetiği değişti. BM denetimindeki yeni görüşmeler için gerekli olan girişimlerin 16 Nisan’daki Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından başlaması hiçte sürpriz olmamalı.
Mecliste çözüm isteyen partilerin, tekrar ve daha sağlam bir şekilde iktidar gelmesi ve Cumhurbaşkanın değişecek olması, Kıbrıs konusundaki gelişmeleri bence çok hızlandıracak.
Tabii oluşacak yeni hükümetin yapması gereken ilk işi, hala 2003 bütçesini kullanan KKTC’nin 2004 ve 2005 bütçelerini Meclis’ten geçirmek olmalıdır. CTP- DP koalisyonunun, üç milletvekilinin istifasıyla birlikte 50 sandalyeli Meclis’teki çoğunluğunu kaybetmesi, KKTC’nin 2004 bütçesinin Meclis’ten geçmesini engellemişti. Şimdi aynı partilerin 30 Milletvekili var ve Muhalefetin yasaları engellemesi veya yasalar görüşülemesin, geçmesin diye Meclis nisabını düşürebilmesi artık mümkün değil.
Kıbrıs konusunda, CTP ve DP’nin ortak noktaları çok fazla. Başbakan Mehmet Ali Talat liderliğindeki Cumhuriyetçi Türk Partisi, AB ile bütünleşme ve çözümü benimserken, Serdar Denktaş liderliğindeki Demokrat Parti’de aynı şekilde AB ile bütünleşme ve çözümü hedef alıyor ve buna ilaveten Rumlara son bir şans verilerek görüşmelerin yapılmasını, görüşmelerden sonuç alınmaz ise Rumlarla artık yolların ayrılmasını ve dünya ile KKTC olarak entegrasyonu benimsemiş.
Hade Hayırlısı….
Bazı köşe yazarlarımız ve politikacılarımız ısrarla KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Denktaş’ın, Aralık 2002 Kopenhag zirvesi ile Mart 2004 Lahey zirvesinde Annan Planı’na o zamanki haliyle “EVET” dememiş olması dolayısıyla fırsat kaçırıldığından söz eder.
Halbuki geçmişle ilgili evraklara bir göz atarsanız ve Rum tarafındaki gelişmelere de tarafsız gözle bakarsanız gerçeğin hiçte böyle olmadığını görürsünüz.
Başlayalım 2003’ten.
28 Eylül 2003 tarihli Fileleftheros gazetesi, eski Rum Cumhurbaşkanı Klerides’in çözümle ilgili “Rumların Annan Planı’nı müzakere etmeyi kabul etmelerinin nedeninin bir çözüme varmak değil, fakat KKTC’nin tanınmasını önlemek olduğu” sözlerine yer verdi.
1 Aralık 2003 tarihli Mahi gazetesi eski Rum Cumhurbaşkanı Klerides’in “(Müzakerelerde) hiçbir taviz vermeden, hiçbir şey kabul etmeden, (görüşmelerde) kabahati Türk tarafına yükleyerek AB üyeliği amacımıza ulaştık.” itirafını yayımladı.
23 Aralık 2003 tarihli Politis gazetesi, Papadopulos’un, “Denktaş “EVET” deseydi dahi ben BM belgesini (Annan Planı) imzalamayacaktım. Denktaş imzalarsa ben de imzalarım şeklinde bir beyanım asla olmadı” dediğini yazdı. Hatırlarsanız bu konuda Sayın Denktaş’ı haksızca suçlayanlar olmuştu.
Referandum döneminin AB’nin genişlemeden sorumlu komisyon üyesi Verheugen, 24 Nisan halkoylamasında Rumların BM planını ezici çoğunlukla reddetmelerinden sonra, “Aldatıldım” diyerek isyanları oynamıştı.
Papadopulos’un bu aldatıcı tutumu, referandumdan çok önce Kıbrıs’taki çözüm yanlısı Rumlar tarafından da acı bir dille eleştirilmişti.
Nitekim, 10 Mart’ta Lahey’de yapılan toplantıda planı kabule hazır olduğu izlenimini veren Papadopulos, daha sonra Annan planının kabul edildiği takdirde “Türk işgalini” yasal hale getireceğini öne sürerek vatandaşlarını Referandumda “HAYIR”a yönelten kaos’un temelini oluşturmuştur.
Papadopulos’un bu kaypak yaklaşımına kıyasla, Annan planına başından beri olumsuz baktığını söyleyen Denktaş, daha dürüst ve tutarlı bir yaklaşım ortaya koymuştur.
Asıl en önemlisi, bir hukuk adamı olan Rum Eski Başsavcısı Alekos Markidis, 30/01/2005 tarihinde Alithia gazetesinde gönderdiği yazıda Papadopulos’u sert bir dille eleştirdi ve uyguladığı siyasetin Kıbrıs’ı çözüme doğru götürmediğini belirtmesidir.
Markidis, Papadopulos’un Kıbrıs politikasının “Adanın şu anki sınırlarıyla de facto bölünmesine götürdüğünü ve geçen zamanın ise yeni hoş olmayan durumların oluşması imkanını sağladığını” vurguladı.
Papadopulos sürekli olarak, Annan Planı’nı reddettiğini, zaman kısıtlaması kabul etmediğini ve Annan’ın arabuluculuğunu istemediğini belirtiyor.
Eski ve yeni Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanları Klerides ve Papadopulos’un net ve açık “olumsuz” niyetleri bizzat çözüm isteyen bazı Rumlarca dahi anlaşılmışken, bazı kişilerin sorunu sürekli şekilde Türkiye’de ve KKTC’de görmesi ve “Denktaş sendromu”na kapılmaları bana çok mantıksız geliyor.
Bundan kurtulup, doğruları görmemiz ve ona göre mücadelemizi yönlendirmemiz gerekmektedir… Artık herkes biliyor, çözümü istemeyen biz değiliz, Rumlar…