Stefanopulos’un Belçika’daki sözleri, bilinç altında yıllardır saklamak zorunda kaldığı düşüncelerini su yüzüne çıkardı.
Yunanistan Cumhurbaşkanı Kostis Stefanopulos’un görev süresi Mart ayında sona erecek. Görünen o ki Stefanobulos’un tekrar bu göreve gelmesi olanaksız.
Hepimizin de bildiği gibi Cumhurbaşkanları ülkelerini temsil etmekte ve söyledikleri her söz, ister katıldıkları resmi bir toplantıda olsun ister Yorgo’nun kahvesinde sohbet havasında olsun, ağızlarından çıkar çıkmaz resmi bir sıfat kazanmakta ve hem kendilerini hem de ülkelerini bağlamaktadır.
Bunun bilincinde olan ve yıllardır bu baskıyı omuzları üstünde hissetmiş olan Yunanistan Cumhurbaşkanı, yıllardır içinde sakladığı ve bir türlü dile getiremediği düşüncelerini, nasıl olsa yolun sonuna geldik diyerek söylemeye başladı.
Cumhurbaşkanı olarak son dış ziyaretini Belçika’ya yapan Yunanistan Cumhurbaşkanı Kostis Stefanopulos, çok alakasız bir yerde, büyük bir politik gaf yaparak, “Kıbrıs ile Kuzey Epir (Güney Arnavutluk) Yunanistan’ın esaret altında olan yerleridir (parçalarıdır)” sözlerini ağzından çıkarıverdi. Arkasından gaflarına devamla “Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Avrupalılaşması için Yunan hükümetlerinin izledikleri politikalara Türkiye’nin değişeceği umudu ile ben de katıldım. Ama Türkler şu ana dek ne bizim tavrımızı anladılar ne de kendi tavırlarını değiştirdiler” sözlerini söyledi.
Ve bu suçlama içerikli sözlerini, “Türkiye’nin tutumu yüzünden Yunanistan büyük askeri harcamalar yapmak zorunda kalmıştır” cümlesini ile sürdürüp en son olarak, “Türkiye, Lahey Adalet Divanı’na başvuru önerimizi kabul ederse, anlaşmazlıklarımız çok kolay halledilebilir. Ancak komşularımız bizim gibi hukuki dayanakları bulunmadığını bildiklerinden önerimizi reddediyorlar” ifadesini kullanarak sonlandırdı.
Bu sözleri okur okumaz aklıma hemen 1791 yılında Rigas Ferros’un ortaya attığı ve Rumların yüzyıllardır artık “genetik olarak beyinlerinde oluşan” ve bir türlü kurtulmayı başaramadıkları “MEGALO IDEA” doktrini veya ölüm pahasına da olsa her Yunanlı tarafından gerçekleştirilmesi şart olan “Megalo İdea” hedefler dizisi geliyor.
Sizde de aynı duygular oluştu mu yoksa ben mi yanılıyorum…?
Güney Kıbrıs’ta yayınlanan MAHİ gazetesi dün “Lefkoşa’nın 24 saat çalışan geneleve dönüştüğünü” belirterek, Asyalılar ve özellikle Çinliler tarafından yapılan fuhşun Lefkoşa surlarının hem içine ve hem de dışına taştığını yazdı.
Fuhşun artık geceleri değil, gündüze de taşındığını belirten gazete Asyalı kadınları pazarlayanların, “Piyasa” olarak kullandıkları Solomu Meydanı, Eleftheria Meydanı, OHİ Çarşısı ve bazı park alanlarında dolaştıklarını yazdı. Gazete, kadınları pazarlayanların polisi yanıltmak için arkasında “Satılık” yazılı ve cep telefonu numaraları bulunan araçlarda gezdiklerini ve böylelikle “Müşteri” ayarladıklarını belirterek, polisi de bu yöntemle aldattıklarını yazdı.
Geçen sene ABD, Güney Kıbrıs’ı fuhuş ve insan gücü sömürüsü ile yeterince mücadele etmediği gerekçesi ile “Gri Liste”ye yani “Gözetim altına alınan ülkeler” listesine koymuştu.
1990’ların başından beri Güney Kıbrıs kanalı ile yapılan fuhuş ve insan gücü sömürüsü büyük boyutlarda olmasına rağmen ABD Elçilik mensuplarına daha düne kadar ellerinde yeterince delil olmadığından, Güney Kıbrıs’ı 2000 yılında başlatılan “Trafficking in Persons” TIP (Yabancıları düşük ücretlerle çalıştırmak ve/veya fuhuşa zorlamak) raporuna yani “fuhuş ve insan gücü sömürü listesi”ne alamadıklarını söylediler.
ABD’de bulunan ve konu ile ilgili birimden iki tane üst düzey görevli birkaç gün evvel Güney Kıbrıs’a gelerek kendilerine rapor edilenlerin gerçek olup olmadığını ve Kıbrıs Rum Hükümetinin konu hakkında ne gibi tedbirler aldığını araştırmaya başladı.
Bunun üzerine dün Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Polis Genel Müdürü fuhuş ve insan gücü sömürüsü nedeni ile Güney Kıbrıs’ın bir takım Uluslar arası yaptırımlara maruz kalabileceğini raporlarla ortaya koydu ve Papadopulos hükümetini uyardı.
TIP raporu yani “fuhuş ve insan gücü sömürü listesi”, 140 ülkeyi kapsamaktadır. Bu liste kendi içinde de 3 bölüme ayrılmıştır.
1.ci Grup : Daha çok Avrupa ülkelerini kapsamaktadır. Söz konusu ülkelerde fuhuş ve insan gücü sömürüsü büyük bir endüstri halindedir ve ilgili ülkenin hükümeti de bu konu ile mücadele etmek için gerekli olan önlemleri uygulamaya koymamıştır. Bu grupta, aralarında Güney Kore, Fas, Gana ve Tayvan’ında bulunduğu 25 ülke yer almaktadır.
2.ci Grup : Bu grupta 54 ülke bulunmaktadır. Aralarında Güney Kıbrıs, Afganistan ve İran’ında bulunduğu bu ülkelerde, fuhuş ve insan gücü sömürüsü çok yoğun bir şekilde yapılmaktadır. Fakat buna karşın ilgili hükümetler dikkate değer bir mücadele ortaya koymuşlar ve bir evvelki rapora göre de gelişme sağlamışlardır.
3.cü Grup : Bu grupta, hiçbir araştırmanın yapılamadığı ve uluslar arası her hangi bir tedbirin alınamadığı Kuzey Kore, Küba ve Sudan yer almaktadır.
Yunanistan, Türkiye, Güney Kıbrıs, Nijerya, Rusya, Pakistan ve Kongo 2.ci grupta yer almaktadır.
KKTC ise beyaz listede olan ender ülkelerden bir tanesidir. Bu güne kadar her hangi bir fuhuş ve/veya insan gücü sömürüsü vakası ilgili uluslar arası birime rapor edilmemiştir.
Avrupa Birliğinin Kıbrıs’lı Türkleri destekleme sözleri yavaş yavaş uygulamaya dönüşmeye başlıyor. AB her ne kadar saat gibi çalışıyor gözükse de yapısı ve Parlamentosunun 25 üye ülkenin temsilcilerinden oluşması saatin biraz yavaş çalışmasına neden olmaktadır. AB Konseyinin oluşumunun görüşülecek konuya göre değişkenlik göstermesi, Parlamentoda milletler yerine siyasi görüş gruplarının temsil edilmesi, komisyonlar ve diğer kuruluşlar her ne kadar bir harmoni içinde çalışsalar da, yasalara yüzde yüz uyumlu, yavaş ve çok temkinli görev yapmaktadırlar.
Bu nedenle 24 Nisan öncesi ve sonrası Kıbrıs’lı Türklere verilen sözler ve yapılması düşünülenler ancak yavaş yavaş realize edilme aşamasına gelmeye başladı.
Hatırlarsanız geçen hafta, AB Komisyonu, Genişlemeden Sorumlu Komiser Olli Rehn’i, Kıbrıs’ı ayıran Yeşilhat’tan geçen bitki ve hayvan ürünlerinin sağlık kontrollerini yürütecek, on kişilik bir heyet kurmakla görevlendirmişti. Bende bu nedenle Yeşilhat üzerindeki kontrolün, yavaş yavaş Rumların hegemonyasından çıkıp AB denetimi altına gireceğinden bahsetmiştim.
Şimdi atılan adımlarda bir gelişme daha var. Kıbrıs’ta düzenlenen referandumdan bu yana Kıbrıs Türk toplumuna karşı Avrupa Birliği’nin diğer kurumlarına oranla daha olumlu bir çizgi benimseyen ve daha korkusuzca davranan AB Komisyonu, yeni bir açılım gerçekleştirerek, Genişleme Dairesini tekrar yapılandırdı ve “Kıbrıs Türk toplumu için özel bir birim” oluşturdu.
Bu yeni yapılanmaya göre, içinde Türkiye’nin de yer aldığı Aday Ülkeler Birimleri ve Katılım Sürecinde Olan Ülkeler Birimlerine ilaveten bir de Kıbrıs Türk Toplumu Görev Bölümü eklendi.
Tümü AB toprakları içinde olan Kıbrıs adasının güney kesiminde yer alan Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin AB üyesi olması nedeniyle Kıbrıs konusunu genişleme başlığı altında ele alamayan Komisyon, Kuzey Kıbrıs ile ilişkin sorunlarla uğraşabilmek için çareyi bu birimi oluşturmakta buldu.
Bölümün şefliğine, aynı zamanda Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti ile üyelik sonrası görüşmeleri sürdüren ekibin başkanı olan Leopold Maurer getirildi. Maurer dün sıcağı sıcağına KKTC’ye gelerek hem KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat’la hem de Dışişleri Bakanı Serdar Denktaş ile birer görüşme yaptı.
Bence bu Kıbrıs Türk Toplumu için özel bir birim oluşturma kararı bir tanıma anlamı içermese de Kıbrıslı Türklerin “farklı bir yapı” olduğunu bir kez daha teyit etmiş oluyor.
Bizim şimdi yapmamız gereken, Kıbrıslı Türklerin “farklı bir yapı” olduğunu Birlemiş Milletler genel kuruluna da kabul ettirmek olmalı. Kıbrıs’ta arzulanan “Barışa ve Çözüme” KKTC’nin engel oluşturmadığı 24 Nisan referandumu ile ispatlandığı için KKTC’nin tanınmamasını öngören 540 ve 541 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararını yeniden gündeme getirebilmeliyiz ve iptal ettirmeliyiz. Bence genel konjöktür şimdi buna çok uygun.
Anlaşılan Dünyanın sağ duyusu artık bizim tarafa geçmeye başlıyor.
24 Nisan Referandumunda “HAYIR” diyen Rumlar, sanki hiçbir şey olmamış gibi 17 Aralık AB Konseyi toplantısında Türkiye ile AB müzakerelerinin başlaması koşulu olarak Türkiye tarafından dolaylı da olsa tanınmayı talep ettikleri bir ortamda, bizim 25 Nisan günü yani referandumun ertesi günü, BM Genel Kurulu’na başvurmamız gerekirdi.
Çok iyi niyetli, tok gözlü ve kibar davrandık. Belki de bu kibar davranış, Türkiye’nin “Aman 17 Aralık’a kadar ses çıkarmayın, bir şey yapmayın” telkinlerinden kaynaklandı. Biz referandumdan sonra derhal BM’ye başvurarak Kıbrıs’ta Türklerin Annan Çözüm Planı’nın lehinde, Rumların da aleyhinde oy kullandığını belirterek, adada artık yeni bir durum bulunduğunu ve “Referandum” öncesi duruma dönüş olamayacağını BM kayıtlarına geçirmemiz gerekirdi. Gene de geç kalmış değiliz.
Türkiye ve KKTC, Kıbrıs konusunda beraberce attıkları cesur atılımları ve en önemlisi 24 Nisan halkoylaması sonuçlarını, KKTC’nin izolasyonlardan kurtarılması yönünde diplomatik bir kazanca dönüşmesini bir türlü gerçekleştiremedi. Aslında hepimiz çağdaş Avrupalıların ve ABD’nin hatalarını anlayarak derhal Kıbrıslı Türkleri izolasyondan kurtaracak önlemleri alabileceklerini sandık.
Türkiye Referandum sonrası, Türklerin %65’lik “EVET” oylarını ve Rumların’da %76’lık “HAYIR” oylarını öne sürüp, KKTC’nin tanınmasını talep etmeyi, adeta hakkı olmayan aşırı bir talep ve korkulacak bir davranış olarak gördü. Aynı hataya biz de düştük. Hepimize “Tanınmayı istemek” kavramı bir öcü gibi gösterildiğinden, bir türlü bunu terennüm edemedik (dile getiremedik), hatta düşünmek bile istemedik. Ama istemeliydik.
Türk tarafı olarak fazladan bir şey istemediğimiz için, azını da elde edemedik, hatta pazarlık bile yapamadık. Oysa, BM’nin hazırladığı ve organize ettiği Annan çözüm planını reddeden Rum liderliği, 1 Mayıs’ta AB üyeliğini elde ettikten sonra, uluslararası yargılara aldırış etmeden 17 Aralık AB Konsey zirvesinde 3 Ekim’de AB-Türkiye görüşmelerinin başlayabilmesi için Türkiye’nin kendisini “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tanımasını istemeyi denedi ve başarılı da oldu.
Hem Birleşmiş Milletlerin, hem AB’nin temel ilkeleri, demokratik haklara ve hukukun üstünlüğü üzerine kuruludur. Kıbrıs’ta gerçekleştirilen 24 Nisan 2004 halkoylamasıyla, Kıbrıs’lı Türklerin oluşturduğu “Kıbrıs Türk devletinin” veya KKTC’nin resmi bir varlık olduğu ortaya çıktı ve adada barış ve çözüm isteyen tarafın da Kıbrıs’lı Türkler olduğu tartışmasız ispatlandı. Artık BM kayıtlarına göre varlığı resmen kabul edilmiş bir tüzelliğimiz var.
Kıbrıs’ta arzulanan barışa ve çözüme KKTC’nin engel oluşturduğu ve bu nedenle de KKTC’nin tanınmamasını öngören 540 ve 541 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı yeniden gündeme getirilmeli ve iptal edilmelidir.
Bunun yolu Annan Raporunu BM Güvenlik Konseyinde VETO eden Putin’den geçiyor. Başbakan Erdoğan’ın Putin ile başlattığı sıcak ve samimi ilişkiler bize bu kapıyı açabilir.
Hadi Erdoğan. Bu güne kadar attığın olumlu ve yapıcı adımlara devam et. İpi göğüslemeye az kaldı…
Uluslararası gündemi belirleyen ve dünyanın her köşesindeki politik ve siyasi sorunlarda söz sahibi olan ABD, AB ve BM, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Başkanı Tasos Papadopulos’u, Kıbrıs sorununda gözlemlenmekte olan çıkmazın ana sorumlusu olarak görmeye başladılar.
Papadopulos’un, bir yandan Annan planı temelinde çözüm istediğini beyan ederken diğer taraftan planın temel yönlerini ortadan kaldırmak için çaba göstermesini kendi düşünce tarzlarına uygun bulmuyorlar ve Papadopulos’un Kıbrıs konusundaki siyasi manevrası ile mantığını takip etmekte zorlanıyorlar.
Bu nedenle de Kıbrıs sorununa yakın zamanda çözüm bulunmasına yönelik girişimlerini ve çabalarını rafa kaldırmış görünüyorlar ve bu konuda ellerinde tuttukları inisiyatifi de bir kenara koymayı düşünüyorlar.
Amerika Birleşik Devletlerine göre artık Kıbrıs konusu ve Kıbrıs’ın yarattığı siyasi sorun, kendi dış politika listelerindeki çözülmesi gereken sorunlar listesinde öncelikli bir yerde değil.
Birleşmiş Milletler başarı olanakları bulunduğuna dair açık işaretler ve Papadopulos’un taahütleri olmadan her hangi bir girişimde bulunmayı düşünmüyor. Özellikle Kofi Annan, başarısızlıkları listesini kabartmak niyetinde değil.
Kıbrıs sorununu istemeye istemeye miras alan Avrupa Birliği ise arabuluculuğa aktif katılımının söz konusu olmadığını ısrarla belirtiyor ve çözüm yerinin Birleşmiş Milletler olduğunu söylüyor.
Zaten Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Başkanı Tasos Papadopulos’un açıklamalarına bakarsanız, Papadopulos’un Annan planı çerçevesinde federal temelde bir çözüm istemediğini ve tam aksi yönde çaba göstererek Türkiye ile ticari bir anlaşma imzalamaya ve Türkiye’nin gümrük birliğini Güney Kıbrıs’a kadar genişletmesi konusuna öncelik verdiğini ve bunun için de her şeyi yapmaya ve her tür olumsuzluğu göze aldığını görürsünüz.
Bu nedenle gerek Washington gerekse de Brüksel, artık sorunun bugüne kadarki gibi federal temelde çözülmesinin Papadopulos’un kafasında ve gündeminde bulunmadığından emin. Buna ilaveten de Türkiye’nin Ankara Anlaşması Ek protokolünü geri kalan AB ülkelerine kapsayacak şekilde genişletmesinin, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini tanımasını da sağlamayacak veya gündeme bile getirmeyecek.
ABD ve AB, şimdiki mevcut koşullar altında Kıbrıs’ta barışa yönelik görüşmelerin başlamasından ümitlerini kestiklerinden, halen Kıbrıs sorununu Çin ve Milliyetçi Çin (Tayvan) şekline sokmak için KKTC ekonomisini ve Kıbrıslı Türklerin yaşam düzeyini iyileştirmek için çalışıyorlar.
Bu günkü gelişmeler ve uluslar arası konjöktüre göre görünen o ki, bu işin sonunda adada yan yana yaşayan 2 devlet olacak ve bir olasılıkla bu iki devlet, konfederasyon sistemi altında zayıf bir merkezi hükümet ve güçlü konfederal devletlerden oluşacak.