Dün Rum habercilerin sorularını yanıtlayan Tasos Papadopulos, “Sayın Talat Kıbrıslı Türklerin referandumda “EVET” demeleri için tutulmayan vaatler aldıklarını söylemektedir” diyerek Başbakan Mehmet Ali Talat’ı, referandumda Annan Planı’na, “Kıbrıs Türk toplumuna hizmet ettiğine inandığı için değil, bazı vaatler aldığı için” destek vermekle suçladı.
Bu sözlerinin arkasından da“ben şimdiye kadar Annan Planı’na, kendilerine hizmet etmesi açısından net seçenek olduğu için “EVET” dediklerini zannediyordum. Oylamanın arkasında vaatler satın alma da bulunduğunu bilmiyordum” diyerek Başbakan Talat’ı siyasi rüşvet almak ve menfaat vermek töhmeti altında bıraktı.
Ben bu suçlamalara asla katılmıyorum.
Bence Papadopulos, muhatabı Talat ve Serdar Denktaş’ın başarılı dış politikaları ve oluşturdukları dış baskılarından bunalarak bu sözleri söylemek zorunda kaldı.
Bakmayın siz horozlandığına, Papadopulos gün geçtikçe daha çok köşeye sıkışıyor. Yabancılar, (BM, ABD ve AB) Rum tarafının Annan Planı’nda yapılmasını istediği değişikleri biliyor ve kendisinden planda yapılmasını istediği değişiklikleri bildirmesini istiyorlar. Papadopulos, elindeki kozlarının veya gerileyeceği en son noktanın ortaya çıkmasından endişe ettiği, için bu talebi haksız ve bir yere kadar da şüpheli bulduğunu söylemekte ve itiraz etmekte. Tabii bundan kurtuluşu yok. İllaki bildirecek.
Aslında dış dünyada en önemli gelişme nedir biliyormusunuz?. Kıbrıs’ta birleşik bir devlet kurmak çabalarının son aşamaya geldiğini, yıllarca Rumların masaya oturmalarını bekleyemeyeceğimizi ve eğer bu son girişimler sonucunda “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti” kurulamaz ise adada iki ayrı devletin var olacağını ve biz Kıbrıs Türklerinin dünyada hak ettiğimiz yeri almak için mücadele edeceğimizi söylediğimiz vakit konu ile ilgili yabancı ülke Elçi veya temsilcilerinin, özellikle ABD, AB ve İngiltere’nin, bize “Haklısınız” demeleri.
Bu tavır değişimi çok önemlidir. Daha evvel bu konuda bizi konuşturmayan yabancı diplomatlar, şimdi bizlerin haklı olduğundan dem vurmaktadırlar.
Rumları masaya oturtmak ve Kıbrıs Türkü ile uzlaşma noktasına getirmek için Kıbrıs Türküne uygulanan izolasyonların kaldırılmasının, doğrudan ticaretin başlamasının ve Türk Askerinin Rum’a jest yapalım mantığı ile adadan zamansız çekilmemesinin ve olası bir anlaşmanın sonuna kadar adada kalmasının büyük etkisi olacağına inanan Serdar Denktaş ve DP, Kıbrıs Türk halkının, dünyada hak ettiği yeri alması için büyük bir çalışma içine girmiş, yeni ve gerçekçi bir hedef saptamıştır.
Bu hedef “Ya Birleşik Kıbrıs ya da İki ayrı Devlet”tir. Bu hedef, görüşme çabalarının sonucu ne olursa olsun bize “Saygın bir kimlik kazandıracaktır”..
Seçimlerden sonraki dönemde, Kıbrıs sorununa Annan Planı temelinde bir çözüm bulunması amacıyla iki toplum arasındaki görüşmelerin yeniden başlaması gündemde. Bunu BM, ABD ve AB kesinlikle istemektedir.
Bence bu konuda asıl önemli olan, tarafların yani Rumların ve Türklerin “Kıbrıs’ta çözümü hedefleyen barış görüşmeleri” konusuna nasıl baktıklarıdır.
Mantıklı düşünen her görüşmeci, eline her fırsat geçtiğinde, ortaya gerektiğinden fazla istek koyar ve pazarlık kapısı açar. Bu aşırı istekler ile kendisine, sıkıştığı vakit geriye doğru 1-2 adım atabilmek şansına sahip olmayı hedefler veya taviz veriyormuş havası yaratmak ister.
BM Genel Sekreteri Kofi Annan, iki taraf arasında bir anlaşmaya varılma belirtisi ortaya çıkarsa veya kendisine her iki taraftan da çağrı yapılırsa müzakere sürecini yeniden harekete geçirebileceği mesajını gönderdi. Ancak müzakere pozisyonlarının başlangıç noktalarında herhangi bir değişikliğin yapılması söz konusu olmadığına göre, mutabakatın güvence altına alınabilmesi için pek katı olmayan bir takvimin taraflarca kabul edilmesini şart koşacak.
Annan Planı temelinde müzakereler başlarsa, Rumların yüzde 76’sı tarafından reddedilenden pek de farklı olmayan bir plan üzerinde çözüm elde edilecek. Yunanistan ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti, planın AB ilkelerine ve AB müktesebatına uyumlu olması gereğini vurguluyor ama Annan Planı daha başından, Verheugen tarafından AB ilkelerine uyumlu olarak nitelendirilmişti.
Yunanistan ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti, Kıbrıs konusunun ağırlığını artık taşıyamayacaklarını biliyorlar. Referandumdan sonra “HAYIR” oyları nedeni ile yeteri kadar suçlandılar ve görünmez baskılar altında kaldılar. Annan Planı’nın düzeltilerek önlerine konması olasılığının da çok sınırlı olduğunu ve Planın temelinde hiçbir şeyin değişmeyeceğini çok iyi biliyorlar.
Bu nedenle, Atina ve Lefkoşa, Helen tarafının tezlerini Bizans’tan kalan diplomatik deneyimleri ile inceden inceye gözden geçiriyor. Ege krizinin Ankara’nın AB ile üyelik müzakerelerine başlamasına engel olmaması ve BM, ABD ve AB gibi güçlü ve yaptırım gücü olan tarafların Kıbrıs sorununun çözülmesini dilemelerine rağmen, acele etmemeleri, Helen tarafını, Yunanistan’ın Ege’deki stratejisini, aynen Kıbrıs konusunda da uygulamak yoluna götürebilir. Bu ince bir hesap ve Kıbrıs’ta çözüme yönelik görüşmeleri, sonsuza kadar değil ama en azından Türkiye’nin 10 yıl sonra AB üyesi olmasına kadar uzatabilir.
Türkiye’nin, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ni çözüm olmadan tanıması kendi içinde komplikasyonlar yaratacaktır. Böylesi erken bir tanıma, adanın bölünmüşlüğünün uluslararası değil, fakat bir iç mesele olduğunu ortaya koyacaktır. Bunun sonucunda da Türk Askerinin derhal adadan çekilmesi gerekecek ve sorun bir iç meseleye indirgendiğinden dolayı da sorunun çözümünde BM’nin oynadığı rol ister istemez sona erecektir.
Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin ve Yunanistan’ın arzuladıkları ve gerçekleşmesini hayal ettikleri çözüm, “Doğu Almanya” türü bir çözüm. Eğer Annan Planında yapılacak değişiklikler ile çözüm Doğu Almanya’da uygulanmış iki Almanya’nın birleşmesi yöntemi olacaksa hepimize geçmiş olsun demektir.
Böylesi bir çözüm sonucunda, adanın AB üyesi ve yegane uluslar arası tanınmış devleti olan Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti, statüsünde hiçbir değişiklik olmadan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni yutacak ve yok edecektir.
Tanınan ve egemen gene Rumlar, yok olan da biz olacağız…
Seçimler geldimi bir takım kişiler veya firmalar ellerini ovuşturmaya başlar. Ya onlar için gelir kapısı açılmıştır ya da sevmedikleri siyasi partilerden intikam almak vakti gelmiştir.
Bu tür kişiler veya firmalar, prestij kaybetmiş veya halk nazarında güvenilirliklerini yitirmiş siyasi partilerin gerçekte düşük olan oylarını, sanki yüksekmiş gibi göstermek için söz konusu partilerden para alırlar ve sonra da güya kamu oyu araştırması yapmış gibi sonuçları açıklarlar.
Veya söz konusu bu kişiler veya firmalar, iktidarları döneminde yüz göremedikleri siyasi partilerden veya haksız çıkarlarına çomak sokan siyasi kişilerden intikam almak için, söz konusu partilerin gerçekte yüksek olan oylarını, sanki düşükmüş gibi göstermek yoluna giderler.
Düzmece kamu oyu araştırmaları yaparlar ve soruları alacakları yanıttan emin oldukları taraflı kişilere sorarlar. Veya sorularını o denli ustalıklı bir şekilde alt alta dizerler ki, kendisine sorular sorulan kişi, elinde olmadan en sonuncu sorunun yanıtını, kamu oyu araştırmasını yapan art niyetli kişinin almak istediği doğrultuda vermek zorunda kalır veya bırakılır.
Bu tür kamu oyu yapan firmalar veya kişiler, bu yöntemleri ile güya halkı kandıracaklarını zannederler ve oy kullanacak halkımızın aklını çekmeye, kararını değiştirmeye çalışırlar.
Bu nedenle Yüksek Seçim Kurulu, art niyetli kişilerce vatandaşlarımızın kasten yanıltılmaması, aklının çelinmemesi ve demokratik düzenin olmazsa olmazı olan özgürce oyunu belirleme hakkına ipotek konmaması için seçimlere 15 gün kala kamu oyu yoklaması yapılmasını ve sonuçlarının açıklanmasını yasaklamıştır.
Geçmiş yıllarda yapılan bu tür art niyetli kamu oyu yoklamaları ve bu sahte yoklamaların sonucunda elde edilen yalana dayalı ve kasti sonuçları içeren açıklamalar halkımızı yanılttığı için Yüksek Seçim Kurulu bu tür yayınları yasaklamıştır.
Avrupa Birliği ülkelerinde, Amerika Birleşik Devletlerinde ve Türkiye’de de aynı kurallar yürürlüktedir. Seçimleri yöneten yetkili kurullar, güvenilir olmamaları, art niyete çok açık olmaları ve vatandaşların özgürce oylarını belirlemelerine müdahale edilmemesi için seçim döneminde, oy kullanma gününe belli bir zaman kaladan itibaren “Kamu Oyu Yoklaması yapılmasını ve gazetelerde veya radyolarda veya televizyonlarda sonuçların yayınlanmasını” yasaklamıştır.
20 Şubat 2005 Milletvekilliği Seçim takvimine göre kamu oyu yoklamalarının son açıklanabileceği gün 5 Şubat’tır.
Önümüzdeki 6 gün içerisinde ve özellikle de 5 Şubat Cumartesi günü, bir takım art niyetli yerel gazetelerde veya tarafsız geçinipte gerçekte bir siyasi partiye angaje olmuş gazetelerde, düzmece “Kamu Oyu Yoklamaları” açıklanacaktır.
Bunlardan bazıları, gittikçe popülaritesi artan ve seçimlerden sonra “İktidarın ortağı olacağı kesin olan” yegane parti durumundaki DP’nin oylarını olduğundan daha düşük, kendi destekledikleri partilerin oylarını da olduğundan daha yüksek göstermek uğraşısı içine gireceklerdir.
“Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” sözü misali, bu tür taraflı kamu oyu yoklamalarına itibar etmemek, en doğru hareket tarzı olacaktır…
Yeşilhat üzerindeki kontrol, yavaş yavaş Rumların hegemonyasından çıkıp AB denetimi altına giriyor.
AB Komisyonu, Genişlemeden Sorumlu Komiser Olli Rehn’i, Kıbrıs’ı ayıran Yeşilhat’tan geçen bitki ve hayvan ürünlerinin sağlık kontrollerini yürütecek, on kişilik bir heyet kurmakla görevlendirdi.
Bu bence çok önemli bir gelişme.
Hatırlarsanız 1 Kasım günü sürücüsü 39 yaşında bir bayan olan ve yanında biri 60 yaşında diğeri 62 yaşında iki akrabası ile birlikte Pile’den Larnaka’ya gitmekte olan Rum plakalı bir arabayı durdurarak arayan Avrupa Birliği üyesi Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Polisi, arabanın içinde Türk tarafından satın alınmış 7.5 kilo salyangoz bulunca arabaya el koymuş ve içindeki salyangozlara da el koyarak sürücü ile yanındaki iki bayana da dava okumuştu.
Yazımın sonunda “İşin gırgır yanı bir tarafa, şimdi siz bu salyangozları hayalinizde canlandırın. Kıbrıs’ın eşsiz doğasında yetişen bu salyangozlar, yağmur yağdığı vakit veya sabah çiği çok yoğun olarak çiçeklerin, bitkilerin ve toprağın üzerinde düştüğü vakit ortalara çıkmakta ve kendilerine göre tam da yaşanılacak bir gün olan bu yoğun nemli ortamın tadını çıkarmak için etrafta dolaşmaya başlamaktadırlar.
Bu dolaşma anında eğer kendileri, ne bir Türk’ün ve nede bir Rum’un, kısacası hiçbir kimsenin yardımı olmadan yeşil hattı geçerlerse ve kuzey topraklarından yola çıkıp güney topraklarına girerlerse sorun yok. Bu arada yollarına devam ederlerken bir Rum çoban veya köylü tarafından yakalanıp sakkullinin içine atılırlarsa, KKTC vatandaşı olmalarına bakılmaksızın onlara dava okunmaz ve polis istasyonunda alıkonulmazlar.
Amaaa…! Eğer doğanın bu güzel ve cennet gününde, adanın kuzey taraflarında bir Türk tarafından yakalanıp bir sakkulli içinde, adanın kuzey veya güney tarafında bir Rum’a verilirlerse, işte o zaman suç işlemiş olmaktalar ve derhal imha edilmeleri gerekmektedir.” demiştim.
Şimdi artık bu sahne değişiyor. Yeşilhat’ta kontrolü yapacak olanlar AB üyesi ülkelerden gelecek uzmanlar. Bu uzmanlar AB müktesebatının botanik patolojisi bölümünde iyi bir bilgiye sahip olacaklar. Yeterli iletişim deneyimleri, çok iyi İngilizce dil bilgileri ve özellikle narenciye meyveleri ve patates üzerinde botanik patolojisi bilgileri bulunacak. En önemlisi de Kıbrıs’lı Türklere karşı ön yargılı olmayacaklar ve Kuzey Kıbrıs’tan AB üyesi olan Rum tarafına geçen ürünlerin üzerinde bitki patolojisi kontrolünü Rumlar yerine bu uzmanlar yapacak.
AB Komisyonunun Genişleme Direktörlüğü, komitenin kurulmasında sıkı bir işbirliği içerisinde bulunduğu Sağlık ve Tüketiciyi Koruma Direktörlüğü ile birlikte çalışacak ve söz konusu uzman komitenin tüm masrafları, adanın kuzeyi (KKTC) için tahsis edilmesi onaylanan fonlardan karşılanacak.
Hem AB fiilen adaya el atıyor, hem de fonlar onayladı demektir…
Hatırlarsanız 21 Ocak Cuma günü, Kaymaklı bölgesinde Türk ve Rum kesimini ayıran sınırda nöbet bekleyen bir askerimiz nereden atıldığı bilinmeyen bir hava tüfeği kurşunu ile vurulmuştu.
Biz aslında nereden, niçin ve hangi duygularla atıldığını biliyorduk. Fakat Rum Savunma Bakanı Kiriakos Mavronikolas, Pazar günü yaptığı basın toplantısında bu konuya değinmiş ve neredeyse askerimizi olay yaratmak için bizim vurduğumuza getirmeyi ima ederek, askerimize saldırının Cuma günü sabaha karşı Lefkoşa’nın Kaymaklı bölgesindeki Yeşil Hat’ta yapıldığını belirtmiş, sözlerini de “BM ve biz bölgedeki tüm mevzileri araştırdık ve soruşturma başlattık. Bizim ateş açtığımız yönünde delil yoktur” cümlesi ile bitirmişti.
Arkasından Rum komutan Athanasios Nikolodimos, BM Barış Gücü’nün ikinci bir araştırma yaptığını ve askerimize Floper tipi bir hava tüfeğiyle ateş açıldığını söyleyerek “Türk askeri alnından yaralanmış. Durumu çok ciddi değilmiş. Bizim tarafımızdan ateş açılmış olsa bile, ateş açan sivil bir vatandaş olabilir” cümlesi ile en azından ateşin, Rum tarafından açıldığını kabul ettiklerini ortaya koymuştur.
Daha sonra yapılan araştırmalar ve soruşturmalar sonucunda Floper tipi hava tüfeği ile ateşi kimin açtığı nihayet ortaya çıktı. Bir Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) mensubu acemi er.
Bakanlığın yaptığı açıklamaya göre söz konusu er, sorumsuz bir şekilde kendisine verilen emirlere uymamış ve olayı gerçekleştirmeye kendi başına karar vermiş. Olaydan sonra derhal başka bir bölgeye aktarılmış ve hakkında disiplin soruşturması açılmış.
Rum Bakan ısrarla bunun herhangi bir talimatla yapılmadığını, böyle bir emir verilmediğini ve sadece söz konusu erin kendi (kindar) düşünceleri ve inisiyatifi ile ateş etme olayını gerçekleştiğini söylemektedir.
Zaten bence olayın gerçek noktası ve özü de, bu cümlenin son bölümündeki “erin kendi (kindar) düşünceleri ve inisiyatifi” kelimelerinde saklı.
Rumlar yıllardır, hatta yüzyıllardır bizleri çocuklarına, hep düşman olarak tanıttılar. Kilise bir taraftan, anne-babalar diğer taraftan hep çocuklara Türklerden nefret etmeyi ve Türklere kin tutmayı öğrettiler. Bıkmadan usanmadan bu duyguları aşıladılar. “En iyi Türk ölü Türktür” tanımı hala AB üyesi olacak kadar medenileşmiş zannedilen Rumlar arasında eski canlılığını koruyor. “Bello Turko” terimi ise artık günlük konuşulan Rumcada sık sık kullanılan bir tanımlama olmuş.
Belki de çözümsüzlüğün temelinde, Rumların hala daha şövenist, nefret dolu ve kindar duygularla iç içe yaşamalarından kökenlenen ve yok edilmesi mümkün olmayan endişeler yatmaktadır.
21.ci yüz yıldayız ve hala daha bizden nefret ediyorlar. Hala daha bizimle ortak bir devlet kurmayı ve yan yana yaşamayı kabullenemiyorlar.
Rumlar bu düşüncelerini ve duygusal olumsuzluklarını yenemezlerse, ki öyle gözüküyor, gelecekte Kıbrıs’ta ortak bir devlet yerine her halde, “Rumlar o yanı, Türkler bu yanı” denilerek yan yana oluşturulmuş iki devlet olacak…