2005 yılının ilk günü olan bu gün cebimizdeki paranın şekli değişmiş ve sıfırları gitmiş olacak. Yeni bir yıla yeni bir para ile ve yeni bir para kavramı ile girdik.
Türkiye Dünya Ekonomi Tarihine parasından sıfır atan 50’nci ülke olarak geçti.
Parasından sıfır atan ülkelerin bazıları bunda başarılı olurken ve de uzun yıllar parasına sıfırlar eklemeden ekonomik hayatlarını sürdürürken, bazıları da belli bir zaman dilimi sonra para politikalarında başarısız olmaları nedeni ile paralarından tekrar sıfır atmak zorunda kaldılar.
Parasından sıfır atan ülkelerden Arjantin, Meksika, Peru, Polonya ve Bulgaristan, Türkiye’nin yaptığı gibi, enflasyonu önce aşağıya çekmişler ve aynı zamanda da fiyat artışlarını sıkı para politikaları durdurduktan sonra sıfırları atmışlardır. Buna karşın Brezilya, Bolivya, İsrail, İzlanda, Moldova ve Polonya ise paradan sıfır atma işini enflasyonu aşağı çekme politikaları ile birlikte eş anlı uygulamışlardır.
Bu deneyimi yaşayan ülkelerin ne yaptığına bir bakarsak belki kendi geleceğimizi de bir parça görebiliriz.
ARJANTİN : 1970 yılından günümüze tam 13 sıfır attı. 1970 Ocak ayında 2 sıfır, 1983 Haziran’ında 4 sıfır, 1985 Haziran’ında 3 sıfır ve en son olarak 1992 Ocak’ında 4 sıfır attı. Arjantin deneyiminde para operasyonu, enflasyon sıkı para politikası ile kontrol edilebilir hale getirildikten sonra ancak uygulanabildi. Şu anda enflasyon tek haneli rakamlardadır.
BOLİVYA : 1963 yılından günümüze tam 9 sıfır attı. 1963 Ocak ayında 3 sıfır ve son olarak 1987 Ocak’ında 6 sıfır attı. Bolivya’nın temel makroekonomik göstergelerine bakıldığı vakit, ekonomik büyüme performansının 1987 yılı sonrasında göreli olarak düzelme eğilimine girdiği söylenebilir. Şu anda enflasyon tek haneli rakamlardadır.
BREZİLYA : Paradan en çok sıfır atan ülkedir. Son olarak 1993 yılından günümüze tam 6 sıfır attı ve ardından sıkı para politikası ile birlikte enflasyonu
hızla düşürerek tek haneli rakamlara indirebildi. Brezilya paradan sıfır atmak için enflasyonun düşüş eğilimine girerek tek haneli rakamlara inmesini beklememiş ve paradan sıfırları attıktan sonra sıkı para politikası ile enflasyonu düşürmek mücadelesini başlatmıştır. Şu anda enflasyon tek haneli rakamlardadır.
İSRAİL : 1967 Yom Kippur ile savaşı ile başlayan ekonomik bozulma, Arapların İsrail ile işbirliği yapan şirketleri boykot etmeleri ile doruk noktasına ulaşmış ve günümüze kadar 4 kez parasından sıfır atmıştır. En son 1985 Eylül’ünde parasında 3 sıfır atmış ve paradan sıfır atma kararını alırken de aynı zamanda sıkı para politikası uygulaması da başlatmıştır. Şu anda enflasyon tek haneli rakamlardadır.
RUSYA : 1947 yılından günümüze tam 5 sıfır attı. 1947 Aralık ayında 1 sıfır, 1961 Ocak’ında 1 sıfır ve en son olarak 1998 Ocak’ında 3 sıfır attı. Paradan sıfırların atıldığı yıl olan 1998’den sonraki dönemde Rusya’nın gerek büyüme performansında gerekse cari işlemler hesabında olumlu gelişmeler yaşandı. Şu anda enflasyon tek haneli rakamlardadır.
UKRAYNA : 1996 Eylül’ünde 5 sıfır attı. Yeni paraya geçilen dönemde enflasyondaki düşüş eğilimi, dalgalanmalara uğramakla birlikte, devam etti. Bu süreçte ekonomik büyüme performansında gözle görülür bir iyileşme görüldü ve reel faizler ve reel döviz kurları düzeni bir düşüşe geçti. Şu anda enflasyon tek haneli rakamlardadır.
Ve AB üyesi POLONYA : 1995 Ocak’ında 4 sıfır attı. Paradan sıfır atmak için enflasyonun bütünüyle kontrol altına alınmasını beklemeden, enflasyonda düşüşün kalıcı olarak sağlandığını düşündüğü bir noktada bunu gerçekleştirdi. Sıkı para politikasını tavizsiz sürdürdü ve şu anda enflasyon tek haneli rakamlardadır.
Erdoğan Hükümetinin son derece başarılı bir para politikası izlediği kesin. Darısı bizim başımıza….
Akademisyen olmam ve Araştırmacı yeteneklerimden dolayı ben gazetede çıkan haberlere çok farklı bakarım ve çok farklı algılarım. Genelde İnşaat Mühendisleri konularına 360 dereceyi tamamlayan her açıdan bakmak zorunluluğunda olduklarından belki de bu farklı bakışın ve algılamanın kökeninde İnşaat Mühendisi olmam da yatmaktadır.
Genelde her kazadan sonra gazetelerde çıkan haberlerde önce arabanın modeline ve plakasına bakarım veya haberin satırları arasında bu bilgileri bulmaya çalışırım. Benim bu güne kadar dikkatimi çeken detay, kaza yapan arabaların büyük çoğunluğunun 15-20 yaş üzeri araçlar olmasıdır. Benim bu haberimden sonra siz de okuduğunuz gazetelerin eski tarihli olanlarına bir göz atın ve kaza yapan araçların plakalarına bakın. Göreceksiniz ki gözlemlerimde %65’e yakın doğruluk payı bulunmaktadır.
Bu pay %25 bile olsa dikkate alınması gereken bir orandır. Kaza yapan her dört araçtan bir tanesi belli bir yaşın üzerinde demektir ve de dikkate alınması gereken bir faktör olarak ortaya çıkmaktadır.
20 yaşında veya daha yaşlı araçlarda kazaya neden olabilecek aşağıdaki belirteceğim bazı faktörler öncelikle kaza anında etkin rol oynamaktadır.
1. Metal yorgunluğu : Genelde hurda veya yorgun demirlerin haddanelerde eritilip tekrar imalata sokularak elde edilmiş saçlardan yapılmış “ekonomik sınıftaki” araçlar, daha işin başında dünyaya gözlerini demirin doğal gücünün yarı sağlamlığında açmaktadırlar. Aradan 20 yıl geçince, yaşamları boyunca etkisi altında kaldıkları gerilmelerden dolayı iyice yorulup ihtiyarlamaktadırlar. Artık darbelere karşı koruyucu güçleri kalmamakta, sadece atmosferik olaylara ve hırsızlığa karşı mal sahiplerini koruyabilmektedirler. Bir kaza anında ise maalesef “maççez” hale gelmektedirler.
2. 20 yıllık genel aşınma : Aracın tüm parçaları 20 yıl sonunda iyice aşınmış ve görevlerini tam manası ile yapamayacak duruma gelmektedir. Parçalar arasındaki hassasiyet mikrometrik ölçülerden milimetrik ölçülere çıkmaktadır. Aşınmalar artık gözle görülebilir hale gelmekte ve arabada daha evvel alışılmadık sesler, titreşimler ve sallanmalar olmaktadır.
3. Frenler (İstoplar) : Bu yaşta bir arabada frenler büyük bir olasılıkla balata veya disk frendir. Bu araçlarda ABS fren sistemi bulunmamakta ve ani bir fren durumunda, eğer araçların tekerlekleri tam dengeli (Balans) ise gidiş istikametinde kızak gibi kaymaktadır. Yok eğer tekerlekler dengesiz ise ayarı kaçık taraf merkez olmak üzere fırıldak gibi dönmekte veya o tarafa doğru yön değiştirmektedir. Veya durması gereken mesafe içinde duramamaktadır ve kazaya neden olmaktadır.
Bir kaza olasılığı anında bu faktörler ve saymadığım yaşlılık kökenli diğer faktörler bir araya gelince, kazayı savuşturmak mümkün olmamakta ve hem can kaybı hem de mal kaybı (milli hazine) olmaktadır.
20 yaş ve yukarısı araçları trafikten çekmek için ülkemizde Türkiye’de olduğu gibi 4962 sayılı Kanun ile 7 Ağustos 2003 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanan “yaşlı araç indirimi” uygulaması başlatılabilir.
Söz konusu bu uygulamada, kayıt ve tescile tabi 20 ve daha büyük yaştaki taşıt araçlarının bir daha kullanılmamak üzere hurdaya çıkarılması ve hurdaya çıkarılan araçla aynı cinsten araç alınması halinde, 5 milyar lira (5,000 YTL) özel gümrük vergisi veya kayıt vergisi indirimi yapılabilir.
Bu uygulama ile trafikte dolaşan ve kaza yapmak olasılığı yüksek olan 20 yaş ve üzeri araçlar, yollardan çekilmiş olur ve yerlerini yeni, en son teknoloji ile imal edilmiş, daha genç ve güvenli, insanlarımızın can güvenliğini daha üst düzeyde sağlayabilecek araçlar almış olur.
Ekonomik açıdan yaptığım basit hesaplamalarda, uzun vadede toplumumuzun yaşlı araçlara ödeyeceği yedek parça ve bakım parasının, böylesi bir uygulama ile eskisini hurdaya çıkarıp indirimli olarak alacağı yeni araca ödeyeceği paradan daha fazla olduğunu görmekteyim.
En önemlisi, böylesi bir uygulama ile toplumsal olarak elde edeceğimiz parasal karımızın yanında, gencecik insanlarımızın yaşlı araçların içinde ölmelerini veya sakat kalmalarını olası en düşük düzeye indirmiş olacağız ki, bu kazancı maddi olarak ölçebilmemiz mümkün değildir.
Bu gün 2004’ün son günü. Tüm okuyucularıma “Mutluluk ve Sağlık dolu yeni bir yıl dilerim.”
Birkaç hafta öncesine geri gidersek, Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin’in B.M. Genel Sekereteri Kofi Annan’la yaptığı telefon konuşması sırasında, Rusya’nın, B.M. Genel Sekreteri’nin Kıbrıs sorunundaki raporunu onaylayacak kararın benimsemesine rıza göstermesi konusunda Annan’ın kendisine götürdüğü talebi reddettiğini ve Kıbrıs sorununa, üzerinde uzlaşılacak bir çözüm bulunması gerektiği yanıtı verdiğini görürüz.
Aradan kısa bir müddet geçtikten sonra, Rusya Cumhurbaşkanı Putin Ankara’yı ziyaret etti. Putin ile Erdoğan arasında yapılan ikili görüşmelerde Erdoğan büyük bir politik manevra ve girişimle, Kıbrıs sorununa ilişkin raporun BM Güvenlik Konseyi’nde benimsenmesi konusunda Ruslar’dan yardım istedi ve başarılı da oldu.
Türkiye ziyaretinden sonra Rusya Cumhurbaşkanı Putin ile Genel Sekreter Annan arasında telefon görüşmesi gerçekleşti ve bu görüşme sırasında Rusya, yeni gelişmeler ışığında Kıbrıs konusunun çözülmesi doğrultusundaki B.M.’nin iyi niyet misyonuna destek vereceğini açıkça belirtti.
Bu görüşmelerden sonra dün bir açıklamada bulunan Rusya Büyükelçisi Müsteşarı Valery Maslin, Rusya’nın, Kıbrıs sorununun B.M. şemsiyesi altında bir an önce çözümlenmesini istediğini ve çözüm yönünde atılan adımları her zaman desteklediklerini yineledi. Masli, Kıbrıs konusundaki müzakerelerin B.M. organizasyonu içinde ve Annan Planı zemininde gelecek yıl içinde yeniden başlamasına destek vereceklerini söyledi.
Kıbrıs Türk tarafına uygulanan izolasyonların kaldırılmasıyla ilgili değerlendirmede de bulunan Valery Maslin, Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın bu konudaki tutumunu birkaç kez ortaya koyduğunu ve Rusya’nın, Kıbrıs Türk tarafının ekonomik bakımdan geliştirilmesinden yana olduğunu ve Türk tarafının uluslararası camiayla yakın ilişki içerisine girmesini arzuladıklarını belirtti.
Tüm bunlar, B.M. Güvenlik konseyi daimi delegesi olan Rusya’nın Erdoğan’ın sıcak yaklaşım ve girişimleri ile Türkiye ile olan şimdiki dostluğuna ve gelecekteki iş birliğine önem vererek Kıbrıs konusundaki düşüncelerini ve stratejisini değiştirdiğini göstermektedir.
Bu gelişmelere ilaveten Kıbrıs konusunda daima aktif rol üstelenen ve çözülmesi için her tür çabayı gösteren Amerika’nın, Lefkoşa görevli Büyükelçisi Michael Klosson, dün yaptığı söyleşide Kıbrıs sorununda çözüm için adadaki tarafların, özelikle de Rum tarafının bir insiyatif ortaya koyması gerektiğini vurgulayarak, ABD’nin Annan Planı’nı Kıbrıs sorununun çözüm müzakereleri için hala bir zemin olduğuna inandığını ve desteklediğini söyledi.
Bu iki devlet, ABD ve Rusya, B.M. Güvenlik Konseyinin Çin, Fransa ve İngiltere ile birlikte sürekli (daimi) üyeleridirler. Bu son gelişmelerden sonra B.M. Güvenlik Konseyi daimi üyeleri arasında Çin hariç diğerleri, Kıbrıs konusunun B.M. şemsiyesi altında ve Annan Planı zemininde çözülmesi kararındadılar.
Bundan sonra yapacakları “Madde 29 : Güvenlik Konseyi, görevini yerine getirmek için gerekli gördüğü yardımcı organları oluşturabilir.” uyarınca adada kalıcı bir çözüm için Genel Sekreter Kofi Annan’ı görevlendirmek olacaktır.
Bu görevlendirmeden ve B.M. Genel Kurulunun Annan’ın 2005 yılında Kıbrıs ekibi giderlerini karşılamak için talep ettiği $576,000 onaylamasından sonra, Kıbrıs konusunda, Papadopulos bütün “Hayır”cılığına ve isteksizliğine rağmen “Madde 24 : 1. Birleşmiş Milletler’in üyeleri, örgütün hızlı ve etkili hareket etmesini sağlamak için, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında başlıca sorumluluğu Güvenlik Konseyi’ne bırakırlar ve bu sorumluluk gereğince görevlerini yerine getirirken Güvenlik Konseyi’nin kendi adlarına hareket ettiğini kabul ederler.” uyarınca masaya oturmak zorundadır.
B.M. kararının aksine bir davranışa ne kendisinin ne de Yunanistan’ın gücü yetmeyecektir.
KKTC halkı ve Kıbrıs Türk Toplumu olarak görüşmelere hazır olmalıyız. Şimdiden Teknik Komitelerimizi ve Delegasyonlarımızı oluşturup bu günden ev ödevlerimizi yapmaya başlamamız gerekmektedir.
“Ne sahte devlet tanındı, ne de başka bir şey oldu, Türkiye, işgale son versin, yaptığı istilayı da kınasın” sözleri Papadopulos’a ait ve sıcağı sıcağına daha dün ağzından döküldü bu cümleler. Arkasından da “Biz taleplerimizin tatmin edilmesi için Türkiye’nin sürekli AB denetiminde olmasını istiyoruz” sözleri geldi.
Dünkü konuşmasında 24 Nisan referandumunda Rumların Annan Planı’na “Hayır”demesini sağlayan ve muhalefetin beklentilerinin aksine Rumların AB’de tercit edilmediğinin, aksine geniş bir destek bulunduğunun altını çizen Rum lideri, “Brüksel’deki sonuç, hiç de önemsiz değildir. Ancak baştan ortaya attığımız taleplerle kıyaslanırsa beklentilerimizin gerisindedir” diyerek düşüncesini açıkça ortaya koydu. Brüksel’deki AB zirvesinde Rum tarafının, Türkiye’nin Ankara Anlaşması gereği AB’ye karşı üstlendiği yükümlülükleri yerine getirmemesi halinde, 3 Ekim 2005 için tarih verilen üyelik müzakerelerinin başlamasını reddetme hakkını saklı tuttuğunu belirterek, hakemlerin maçlarda sert hareketler yapan futbolculara gösterdikleri “Kırmızı kartı” her zaman cebinde taşıdığını ve gerektiği zaman göstermekten de hiç çekinmeyeceğini ima ederek nihai hedefini ortaya koydu; “Müzakereleri fırsat bilip AB’yi arkasına alarak Türkiye’ye her istediğini yaptırmak”….. Güzel bir rüya.
Peki kim bu “Hayırcı Tasos” lakaplı Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Tasos Papadopulos?
7 Ocak 1934’de Lefkoşa’da doğan Tasos İngiltere’de hukuk eğitimi gördükten sonra adaya döndü. 50’li yılların ortalarında İngilizlere karşı mücadele vermek için kurulan EOKA isimli yer altı teşkilatında Lefkoşa bölge sorumluluğu görevi başta olmak üzere çeşitli üst düzey görevlerde bulundu. O dönemde EOKA teşkilatı adını daha EOKA B olarak değiştirmemiş ve silahlarının namlularını Kıbrıslı Türklere çevirmemişti.
Başpiskopos Makarios, sorumluluk üstlenmekten kaçınmayan, zeki ve cesur bu genci farketmekte geç kalmadı ve koltuğunun altına aldı. Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmasıyla sonuçlanan Londra müzakerelerinde, 35 kişilik Rum heyetinde görüşmecilik görevi yaptı. Türkiye Başbakanı Adnan Menderes ve Yunanistan Başbakanı Konstantinos Karamanlis tarafından Zürih’te imzalanan anlaşmaya imzasını atması için Londra’ya çağrılan Makarios 35 kişilik müzakerecei heyetini toplayıp “Ne yapmamı tavsiye edersiniz” diye sorduğu vakit 27 kişi, “Sen bildiğin gibi yap” derken aralarında Papadopulos’un da bulunduğu geriye kalan sek sekiz kişi “Varılan anlaşmayı imzalamasına karşı çıktı”. Papadopulos’un “Hayırcı Tasos” lakabı buradan yeşermeye başladı.
Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra 12 yıl süre ile İişleri, Maliye, Çalışma, Sağlık ve Tarım Bakanlıkları görevlerini yaptı. Makarios’a olan körü körüne bağlılığı nedeni ile adı “Başpiskoposun demir yumruğu”na çıktı.
1974 sonrasında başlayan, BM himayesindeki müzakerelerde 1978’e dek Rum heyetinde yer aldı ve bir süre “Başmüzakereci” lik görevi yaptı. Rum Temsilciler Meclisinde bağımsız milletvekili olarak, 2000’de Başkanı seçildiği Demokratik Parti’nin yönetiminde Kıbrıs’ın çözümü için her gayrete “Hayır” diyerek karşı çıktı. Bu dönemde lakabı değişti ve “Mister No” (Hayırcı Tasos) oldu.
Tasos için çözüm, 1974’ten öncesine dönülmesiydi. Makarios’a karşı olan düşkünlüğünü ona benzeyebilmek çabaları ile belli etmektedir. 16 Şubat 2003 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini 26 yıldan beridir ilk kez birinci turda kazanan kişi oldu.
Seçim öncesi “Karpaz’ı isteriz”, “119 bin Türkiyelinin adada kalmasını öngören Annan Planı çözüm olarak kabul edilemez” ve “Klerides’in kabul ettikleri beni bağlamaz. Her şey sıfırdan başlayacak” diyen Tasos, artık başroldedir ve yazımın en başında yazdığım cümleleride daha dün söyledi.
AB’nin, her zirve sonrasında bir “Aile Fotoğrafı” çekmek geleneği vardır. AB liderleri, kendilerine ayrılan yere konan çemberin içinde durarak kameralara gülümseyerek poz verirler. Son zirvenin fotoğrafına bir göz atarsanız, bir kişinin “gruba uymadığını” ve günümüzün en ciddi uzlaşım platformu “AB” ailesi ile pek bağdaşmadığı izlenimini edinebilirsiniz. Sanki büyük bir ailenin içindeki “Kara kedi” lakaplı pek de sevilmeyen üvey evlat gibi. Dikkatli bakın, “hamisi” her zaman arkasında durur.
Bunun kim olduğunu tahmin etmeyi size bırakıyorum….!
AB’nin 24 Nisan Referandumundan beri sürdürdüğü Kıbrıs siyaseti, 17 Aralık müzakerelerinden sonraki süreç için de hiç umut verici değil. Rumların “artık AB ailesinin’ bir parçası olduğunu ve Türkiye’nin üyeliğine Yunanistan ile birlikte soğuk bakan ülkelerin “Hayırcı Tasos”un arkasına sığınabileceği, veya tam tersine “Hayırcı Tasos”un AB içinde Türkiye’nin üyeliğine soğuk bakan ülkeleri arkasına alacağı ve Türkiye’nin atacağı her adımda VETO kartını göstereceği varsayımından ve gerçeğinden hareket edildiğinde, bu kritik süreçte Washington’un çok kilit bir rol oynaması gerektiği ortaya çıkmaktadır.
“Hayırcı Tasos”un ikna edilmesi konusunda AB’nin de kesinlikle görev alması gerekmektedir. Her halükarda ikna işinin büyük kısmı ABD’nin sırtına kalmıştır.
Ellerinde “HAYIR” denek için her türlü olumlu kozları tutan Rumların Türkiye’den ve Türklerden gelecek hiçbir teklife yanaşmayacakları çok açıkken “Hayırcı Tasos”da zaten 3 Ekim’e kadar olan süreyi kesinlikle bir mühlet olarak kabul etmeyeceğini devamlı olarak dile getirmektedir. “Hayırcı Tasos”un 4 Ekim sabahı diplomatik tanınmayı isteyeceği şimdiden garanti edilebilecek bir konudur.
Rumların önümüzdeki 9 ay içerisinde bir şekilde “birleşik Kıbrıs cumhuriyeti”nin kurulabilmesi konusunda ikna edilmeleri gerekmektedir.
24 Nisan öncesi ABD’nin Kıbrıs temsilcisi, Brüksel’de Rumların Referandumda “HAYIR” demeleri durumunda KKTC’nin tanınabileceğini ima etmesine rağmen ABD bu güne kadar bu yönde hiçbir adım atmadı. Türkiye’nin üyeliğine Yunanistan ile birlikte soğuk bakan ülkeleri araklarına alarak ellerini şimdiden güçlendirmeye başlayan Rumları harekete geçirebilecek en önemli korkutucu faktörlerden bir tanesi ABD’nin KKTC’yi tanıyabileceği sinyalidir.
Washington geçen kasımda Atina’nın şiddetli itirazlarına rağmen Makedonya’yı anayasal ismi ile tanımış ve etnik Arnavutlara eşit haklar veren anayasa maddelerinin değişmesini talep eden referandumu akamete uğratmıştı. Papadopulos’u ancak ABD’nin buna benzer net bir tavrı adada barışa yöneltebilir.
Tabii artık çözüm yanlısı olmak da çözümü tetiklemek ve çözüme katkı koymak için yetmemektedir. 20 Şubat seçimlerinde çözüm yanlısı partilerin tekrar çoğunluğu elde edip hükümeti kuracakları varsayılsa bile “Adada kalıcı bir çözüm için” Kıbrıs Rumlarının da çözümden yana tavır almalarını sağlamak gerekmektedir. Kıbrıs Rumlarının aksine davranmaları durumunda bir şekilde cezalandırılacaklarının da kendilerine hissettirilmesi lazımdır.
Komiser Verheugen’in AB adına Papadopulos’un kendisini aldattığını açıklamasına, Rumların 24 Nisan’da referandumda “HAYIR” demesine ve KKTC’ye uygulanan izolasyonlara son verecek paketleri AB içinde veto etmesine rağmen, AB ciddi olarak Kıbrıs konusunda şimdiye kadar hiç sesini çıkarmadı. Çıkarmadığı gibi 3 Ekim’de Türkiye’nin AB ile müzakerelere başlaması koşulları içine Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’inin dolaylı veya fiilen tanınması koşulunu da koydu. Brüksel Ankara’nın Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti ile ilgili şikayetlerini “artık onlar aileden” yanıtı ile geçiştiriyor.
17 Aralık müzakereleri ve 3 Ekim koşulları Kıbrıs konusunda şantaj ve tehdit dönemini başlattı. Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin başlatmak için çok hevesli olduğunu fark eden “Hayırcı Tasos”, bu hevesten faydalanmak için tüm plan ve stratejilerini bunun üstüne kurdu. Halkına daha şimdiden AB sayesinde Türkiye’yi dize getireceği vaadinde bulunmaya ve eninde sonunda, Kıbrıs’lı Türkleri, AB üyesi Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetine ortak etmeden, Kıbrıs’ın kuzeyini topraklarına katacağını söylemeye başladı.
Zannedersem yanlış düşünceler üzerine kurduğu yanlış stratejisi, 3 Ekim’den evvel hüsranla son bulacak.