Türkiye, Avrupa Birliği ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti müzakereler öncesi ve müzakereler süresince sıkıntılı bir sarmalın içinde olacak. Bu sarmalın herkesi aynı anda memnun edecek bir çıkış yolu da maalesef yok.
Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin aklında değişmez -5- istekleri var ve öncelikleri Türkiye tarafından tanınmak.
Kıbrıs’ta bir statü değişikliği olmadan veya Kıbrıs’ta Türklerin de içinde olacağı yeni bir devlet kurulmadan Türkiye’nin, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini tanıması olanaksız. Aksi takdirde kendi kuyruğunu yemeye başlamış bir yılan gibi eninde sonunda kendi kendisini yutar duruma düşmüş olacaktır. Türkiye , Kıbrıs’ta Türklerin de içinde olacağı yeni bir devlet kurulmadan, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini tanıdığı anda, adada işgalci durumuna düşmüş olacak ve hemen ve de derhal, anında askerlerini geri çekmek zorunda kalacaktır.
AB ise tarihi bir strateji hatası yapmış, BM’nin bin bir zorlukla, Annan Planını görüşmek ve “BİRLEŞİK KIBRIS CUMHURİYETİ’ni kurmak hedefi ile masaya oturtmayı başardığı Kıbrıs Rumları ve Türklerinden, Referandum da Rumların EVET oyu kullanacağını, Türklerin de HAYIR oyu kullanacağını var saymış. Bu nedenle de ikna çalışmalarını Türklerin üzerinde yoğunlaştırmış, ve de adaya barışın gelmesini beklemeden Rumları 1 Mayıs’ta bünyesine almakta bir sakınca görmemiştir. Düşünceleri ve öngörüleri maalesef yanlış çıkmış, adadaki barışın oyun bozancıları zannedilen Türkler referandumda EVET oyu kullanırken, yaptıkları planların aksine HAYIR oyu kullananlar Rumlar olmuş. Şimdi Avrupa Birliğinin içinde sınır sorunlarını halletmemiş bir Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti var.
Şimdi bu çıkmazla yüz yüze gelince, Türkiye’nin önüne ne gerekçe koyuyorlar. Masaya müzakere için oturduğun devletleri tanımalısın, bu nedenle de müzakereler başlamadan önce Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ni tanıman gerekmektedir diyorlar.
Bu hassas sarmalın çözümü, Annan planı görüşmelerinin tekrar başlaması, referandumda Rumların EVET demesi, “BİRLEŞİK KIBRIS CUMHURİYETİ’nin kurulması ve Türkiye’nin, AB üyesi bu yeni Kıbrıs devletini tanıması ile AB-Türkiye müzakerelerinin eş zamanlı olarak başlaması şeklinde gözükmektedir.
Bu çözüm gerçekleşmez ise neler olabilir.
Türkiye, AB ile yapacağı müzakerelerde, Rumların oyunlarına hedef olmamak ve Rumların arka bahçesinde oyun oynamak zorunda kalmamak için Kıbrıs uyuşmazlığının BİRLEŞMİŞ MİLLETLER çatısı altında çözülmesi gerektiğini öne sürmeli ve bu konuda hiç taviz vermemelidir. Bu yöntemle, AB-Türkiye müzakereleri ile Kıbrıs sorunu ayrı platformlarda görüşülüyor olup, müzakereler süresince Kıbrıs konusu Türkiye’nin önüne AB koşulu veya isteği olarak konamayacaktır.
17 Aralık, Avrupa Birliği için de çok önemli bir gün. Yüzyılların Avrupa kıtası, kendi kaderini etkileyecek bir gelişme ile yüz yüze. Avrupa’lıların içleri kıpır kıpır. Türkiye’nin aralarına katılması gerçeği ile karşı karşıyalar ve hala daha kesin kararlarını verebilmiş değiller.
Büyük gün olan 17 Aralık’ta, Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet başkanları Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlayıp başlamamak veya Türkiye’yi aralarına alıp almamak konusunda karar verecekler. Bu Avrupa’nın kaderini değiştirecek karar öncesinde Avrupa Komisyonu bir tavsiye kararı yayınlamış durumda. Buna göre üyelik müzakereleri, devlet sınırları Avrupa kıtasının mevcut karasal ve coğrafi dış sınırlarının dışında bulunan ve Asya kıtasının en batı ucunda yer alan Türkiye ile yapılacak. AB Türkiye’yi içine alırsa, sınırları Ermenistan, Gürcistan, Nahçıvan, İran, Irak ve Suriye’ye kadar genişlemiş olacak.
Bu nedenle Avrupa Komisyonunun tavsiye kararı tüm bu endişeleri, şüpheleri, kafalardaki soruları ve itirazları içeren bir tarzda yazılmış. Gerçek şu ki bu güne dek AB genişleme sürecinde buna benzer sınırlı bir tavsiye kararı hiç yayınlanmadı. Kararın içinde sınırlamalar ve müzakereleri durdurma mantığı dahi var.
Aslında, kibarca kaleme alınmış, karar şablonuna uygun kelimelerle ifade edilen şüpheler ve sorular, kritik ve ortak bir soruna dikkat çekiyor. Günümüzde 25 + 2 + Türkiye’den oluşan ve gelecekte Türkiye’nin de içinde olacağı Avrupa Birliği, buna dayanabilecek bir siyası yapıda ve güçte midir? Tarihten kökenlenen korku içerikli duygusal mirasını Avrupa yenebilmiş midir? AB, Türkiye ile bütünleşme adımını atarken, kendi kurumsal, mali ve siyasi taleplerinden kaynaklanan riskleri minimuma indirirken, Türkiye’nin artan jeopolitik önemini göz önünde bulundurmuşmudur?. Bence hala daha büyük tereddütleri vardır ve korkularını da hala yenememiştir.
Uzun yıllardan beridir belirli kriterleri başardığı takdirde Türkiye’ye üyelik verileceği yönünde sözler verildiği inkar edilemez bir gerçektir. Türkiye’ye 1963 yılında kurulmuş olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET ) üyelik sözü verildiğinde, Avrupa’nın bütünleşme süreci, şimdiki durumundan ve bu düzeyden oldukça uzaktı ve farklı kavramdaydı. Bugün Türkiye’nin Avrupa’nın içine girmek isteği birlik veya topluluk, 60’lı yılların AET’si değil, 2000’li yılların Avrupa Birliği. Aslında 60’lı yıllarda “Avrupa Ekonomik Topluluğu” kavramı ile yola çıkmış Avrupa Birliği bu gün bir ekonomik yönetim birliğinden çok daha kapsamlı bir yapıda. Adeta tek vücut olmuş, “Avrupa Birleşik Devletleri” adına daha çok layık, belli tarihî değerlere ve ortak bir dine dayanan Avrupa halk ve devletlerinin Siyasi ve Ekonomik Birliğidir.
Türkiye ile yapılacak göstermelik ve sonuçsuz müzakereler AB içindeki uyumu engelleyecek ve Birliğin bütünleşme gücünü ezecektir. Türkiye’nin AB ile üyelik müzakerelerinde sonuç alınamaması veya müzakerelerin sonuç alınması güç bir yola girmesi durumunda, başarısızlık taraflardan birine mal edilecek ve o tarafta kaçınılmaz olarak Türkiye olacaktır. Bu da hiç şüphesiz AB ile Türkiye arasındaki yakın ilişkileri, kontrol edilemez problemleri içeren bir çıkmaza sokacaktır. Bu çok hassas ve Avrupa’nın geleceğine değişik ve kapsamlı bir yön çizecek konuda, başarısızlık asla bir seçeneklerden bir tanesi olmamalıdır.
Bence “AL ya da bırak” stratejisi, her iki tarafı çıkmaza sokacak ve her iki tarafa da ağır cezalar yükleyecek bir hamle görünümündedir. Müzakereler süresince, bu hamleyi Avrupa ve Türkiye asla kullanmamalı, hiçbir zaman da masaya koymamalıdır. Bu taraflardan hiç birinin çıkarına olacak bir strateji değildir ve asla da tercih edilmemelidir.
Son birkaç yıldır Cumhurbaşkanımız Sayın Rauf R. Denktaş, silahlı mücadele döneminin 1974 Mutlu Barış Harekatı ile kapandığını, Federe Meclisin açılması ile toplumumuzda gerçek Demokrasinin hayata geçirildiğini ve yıllar önce tohumları atılan Demokratik yaşam tarzının ilk adımı olan Parlamenter sistemin, yani “Yasama ve İcraatın Parlamento tarafından yapıldığı dönemin”, miadını doldurduğunu ve artık Başkanlık sistemine geçilmesi zamanının geldiğini söylemektedir. Bu düşüncesini de her fırsatta ve olanakta dile getirmektedir.
Dün de Türkiye’de Adalet Bakanı Cemil Çiçek, “Başkanlık Sistemi” ne değindi ve artık Başkanlık Sisteminin Türkiye için en ideal demokrasi yöntemi olacağını vurguladı.
Bizdeki ve Türkiye’deki mevcut parlamenter sistem içinde, “bazı siyasi partilerin Genel Başkanları” “tek adam”, “tek seçici”, “tek karar verici” konumundadırlar. Milletvekilleri adeta robot durumundadır. Parti içi demokrasi diye bir şey söz konusu değildir. Bu aşamaya, lider diktası ya da lider sultası denmektedir ve her iki ülkenin parlamenter sistemi de artık bu noktaya ulaşmıştır.
Başkanlık sisteminde, Liderlerin, Milletvekilleri üzerinde bu kadar yetkileri, baskıları ve seçicicilik hakları yoktur.
Güncel bir konu haline gelmekte olan bu Başkanlık sistemi, örnek olarak, bizlerin dikkatini çekebilecek aşağıdaki ülkeler tarafından halen uygulanmaktadır.
Kıbrıs’ın güneyindeki hükümet sistemi, 1960 yılında kurulduğundan beri Başkanlık sistemidir.
ABD’de kurulduğu günden beri Başkanlık sistemi yürürlüktedir. Bu sistemin yapısında tek turlu bir Başkanlık seçimi uygulaması vardır. Başkan olmak için illaki seçimde %50den fazla oy almak şart değil. Kim seçimde en çok oyu alırsa o Başkan olmaktadır. Amerikan sisteminde, siyasi hizipler az ya da çok, kendilerini iki ana parti içinde çalışmak zorunluluğunda bulmaktadırlar. Aksi takdirde demokratik sistemin dışında kalmaktadırlar.
Fransa’da da Başkanlık sistemi vardır. Bu sistemin yapısında iki turlu bir Başkanlık seçimi uygulaması vardır. İlk turda tüm adaylar Başkanlık için yarışa girmektedirler. İlk turda %50’den yukarı oy alan aday varsa, ikinci tura gerek kalmadan Başkan olmaktadır. Ama ilk turda %50 oydan fazla alan aday yoksa, en fazla oy alan 2 aday ikinci turda yarışmakta ve doğal olarak adaylardan 1 tanesi %50’den fazla oy alıp Başkan seçilmektedir. Bu sistem hizipleri, güçlerini ilk turda göstermeye ve ikinci turda da en üstteki iki sistem içi adaya oy vermeye teşvik etmektedir.
Nedir bu BAŞKANLIK sistemi.
Başkanlık sistemi, Yasama, Yürütme ve Yargı organları arasında kesin bir ayrıma ve dengeye dayanan, Yasama ve Yargı organlarının demokratik denetimi içinde, Yürütmenin iktidar olanaklarını genişleten bir hükümet sistemidir. Başkanlık sistemi, Başkanlık hükümeti sistemi olarak da adlandırılmaktadır. Bu tanım çerçevesinde dünyada hepsi birbirinden farklı, kendi tarihi, sosyolojik ve siyasal koşullarının ürünü olan başkanlık rejimleri mevcuttur. Bütün bu rejimlerin içinde herkes tarafından en başarılı bulunan örnek, ABD başkanlık sistemidir.
Devleti yöneten Hükümet tamamen dışarıdan kurulmakta, yani Bakanlar dışardan atanmaktadır. Yasama ile yürütme arasındaki müdahale ortadan kalkmaktadır. Milletvekili Bakan olamamaktadır. Milletvekilinin görevi sadece yasa yapmak ve Hükümeti denetlemekle sınırlı kalmaktadır. Milletvekili eğer Bakan olduysa, Milletvekilliğini bırakmakta ve sadece Bakanlık yapmaktadır. Bakanlık görevi sona erince de, tekrar Milletvekilliğine geri dönememektedir.
Devlet Başkanını doğrudan halk seçmektedir. Devlet Başkanı, her dönemi 5 yıl olmak üzere iki dönemden fazla seçilememektedir. Daha uzun bir süre seçilmek, kötü ellerde Devlet Başkanının Hükümetin tepesinde kemikleşmiş bir örgüt kurmasına yol açabileceği ve siyasi irade ile kişisel yetkilerin bir biri içinde bütünleşmesine yol açabileceği için sakıncalı görülmektedir.
Başkanlık sisteminin en büyük özelliği istikrarı sağlaması ve Hükümet üzerinde devamlı olarak halkın seçtiği Milletvekilleri tarafından denetimin bulunmasıdır. Milletvekilleri kişisel oylara gebe kalmadıkları için, toplumun çıkarın olan en iyi yasaları yapmak için gayret göstermekte, icrada olan hükümet de, halk oyu ile başa gelmediği için hiç kimseye oy borcu bulunmamakta ve oy kaygısı taşımadığı için de, popülist uygulamalar yerine toplumun geneli ve tümü için en uygun icraatı yapmaktan çekinmemektedir.
Heybeliada Ruhban Okulu 19. yüzyılın başlarından itibaren Fener Rum Patrikhanesinin, Ortodoks milletler arasında dinî birliği korumak amacıyla bir teoloji okulunun açılmasını isteği ile gündeme gelmiş ve Patrikhane’nin bu yoldaki girişimlerinin ardından, 9. yüzyılda Patrik Fotios’nun yaptırmış olduğu Heybeliada’daki Ayia Triada Manastırı’nın 1821’de yanan kısımları Patrik IV. Germanos tarafından 1842’de tamir ettirilerek, 1 Ekim 1844’te açılmıştır.
Ruhban Okulu, açılışından 1923 yılına kadar Yüksek Ortodoks Teoloji Okulu adını taşıdı . Yedi sınıfı bulunan okulun ilk dört sınıfında liselerde okutulan bütün Fen dersleri, son üç sınıfında da Ortodoks Teoloji Bilimleri okutuldu. Fener Patrikhanesi’nin yetki alanında olan Heybeliada Ruhban Okulu’nda okul müdürü, metropolitler arasından atanır ve bu müdür aynı zamanda Ayia Triada Manastırı’nın da sorumlusudur .
Heybeliada Ruhban Okulu, 5 Haziran 1935 tarih ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereği mülhak vakıflar kapsamına alındı ve aynı kanunun geçici maddesi gereğince 12 Mart 1936 tarihinde Tarabya Metropolidi Iovakom ve Bursa Metropolidi Polikarpos tarafından Kadıköy Evkâf İdaresine vakfın beyannâmesi verildi . Bununla birlikte Fener Rum Patrikhanesi tarafından Heybeliada Ruhban Okulu’na yabancı öğretmen ve yurt dışından öğrenci getirilmesi konusunda, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri nezdinde bir çok defa girişimlerde bulunuldu. 1947’de Patrikhane’nin yapmış olduğu girişim ve istekler, 26 Ekim 1949’da toplanan Hükümet Komisyonu tarafından; “Heybeliada Ruhban Okulu’nun yabancı uyruklu talebeyi okutmaya değil münhasıran Türkiye’deki azınlık için din ve kilise adamı yetiştirmeye mahsus bir müessesedir.” kararı gerekçesiyle reddedildi . Ancak 1950 seçimleri sırasında Patrikhane’nin istekleri o sıralarda İstanbul’da 100 bin civarında Rum’un yaşaması göz önünde bulundurularak (seçimlerde oy kaygısı nedeniyle) Demokrat Parti tarafından bir söz verilmiş ve iktidara geldiklerinde de Başbakan Adnan Menderes’in bakanlığa talimatı ile okula çok sayıda yabancı öğrenci gelmeye başlamıştır. Ruhban Okulunun bir İlahiyat Fakültesi haline getirilmesi için Patrik Athenagoras tarafından büyük gayretler sarfedilmiştir. Tüm bu girişimlere rağmen 625 Sayılı Özel Öğretim Kurumları Yasası’nın 1. ve 13. maddeleri ile 8. maddelerinin özel yüksek okullara ilişkin 2, 3 ve 4. fıkralarının ve 48. maddenin özel yüksek okullara ilişkin hükümlerinin iptal edilmesiyle, Türkiye’de 1844 yılından beri faaliyette bulunan, teoloji eğitimi veren ve bir yüksekokul statüsünde olan Heybeliada Ruhban Okulu kapatıldı.
Patrikhane’de rahip veya papaz olmak için T. C. vatandaşı olmak ve yüksek öğretim yapmak şarttır. Türkiye’deki Ortodoks aileler ise çoğunlukla çocuklarını rahip yapmak istememektedirler. Başka ülkelerden, özellikle Yunanistan’dan, rahip getirilmesi yasal olarak mümkün değildir. Bu nedenle Patrikhane, konuyu uluslararası bir sorun haline getirmeye çalışmakta ve kendisine taraftar aramaktadır. Patrikhane’nin bu çalışmaları neticesinde Avrupa Birliği ülkeleri başta olmak üzere hemen hemen bütün Hıristiyan ülkelerin temsilcileri, ne zaman Türkiye’yi ziyaret etseler ya da ne zaman Türkiye’nin bulunduğu herhangi bir platformda bulunsalar mutlaka Ruhban Okulu’nu gündeme getirmektedirler.
Patrik Bartholomeos 16 Ocak 1992’de okulun resmen açılması için Milli Eğitim Bakanı’ndan istekte bulundu. Bu girişiminin hemen ardından Avrupa Topluluğu Komisyonu Başkanı Jacques Delors, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na bir mesaj göndererek okulun açılması talebini iletmiş, Dünya Kiliseler Birliği ve Fransa Katolik Konseyi de Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti nezdinde aynı amaçla isteklerini dile getirmişlerdir.
Ayrıca, konuyla ilgili olarak ABD Dışişleri Bakanı’nın İnsan Haklarından Sorumlu Yardımcısı John Shattuck’ın çabalarıyla ABD Dışişleri Bakanlığı’nda “Din Özgürlüğü Danışma Komitesi” kurulmuştur. Bu komitenin temel amacı, ABD yönetimi ile dinî cemaatler arasındaki diyalogu geliştirmek ve bu cemaatlere dünya genelinde yapılan baskılar konusunda ABD yönetimine ulaşan bilgileri artırmaktır. Bu nedenle ABD, zaman zaman Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlerin istek ve arzularını Türkiye’ye iletmektedir.
Patrikhane, Ruhban Okulu ile ilgili istekleri konusunda Hıristiyan dünyanın çok duyarlı olduğu bu konunun, Türkiye’ye yönelik bir dış baskıya dönüşmesine yol açmıştır.
Elimizdeki tüm bu bilgilerle şimdi konuya değişik açılardan bakarsak;
Türkiye’ye göre Fener Rum Patrikhanesi, İstanbul’daki Ortodoks Rumların bir azınlık kilisesi durumundadır. Ekümenik değildir ve bugün halâ kendisini Osmanlı Devleti’nin kendisine vermiş olduğu statüde kabul etmekte ve bu şekilde uluslararası zeminlerde meşruiyet aramaktadır. Patriğin Türkiye’deki eşdeğeri İstanbul Valisi’dir.
Konuya AB, ABD, Rusya ve diğer Ortodoks ülkeler açısından bakarsak Fener Patriği tüm dünya Ortodokslarının lideridir ve eşdeğeri de Papa’dır. Patrik Ekümeniktir ve Patriğin başında olması gereken bir Ruhban okulu da açılmalıdır.
Türkiye AB üyesi olmak istiyorsa, AB ile görüşmesi gereken 31 Bölümden (Chapter) bir tanesinin içinde bu konu vardır. Müzakerelerin sonunda Patriğin Ekümenik olduğunu, Ruhban okulunun açılması gerektiğini ve Fener Patrikhanesinin Bağımsız Dini bir kuruluş olduğunu kabul etmek zorundadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda İstanbul patrikleri, devlete sadık kaldıkları müddetçe makamlarını, salahiyetlerini muhafaza ettiler. Patrikhane, Osmanlı Devleti’nin son 60 yılında, 1860-1862 Nizâmnâmesine göre idare edildi. Sultan Abdülaziz tarafından onaylanan bu Nizâmnâmeye göre Patrikhane, patriğin nezâretinde olup sivil işler için dört metropolit ve sekiz sivil kişiden meydana gelen karma bir meclisin de yardımını temin eden 12 kişilik Synode tarafından idare ediliyordu. Fener Rum Patrikhanesi, 1453’ten Lozan Antlaşması’na kadar geçen süre zarfında Türk kanunları himayesinde tam bir emniyet altında bulunmuştur.
Lozan görüşmelerinde Patrikhane konusu, “Azınlıklar Alt Komisyonu”nda gündeme geldi . Türkiye, Patrikhane’nin kesinlikle Türk topraklarından çıkarılmasını istiyordu, ancak Türk Heyeti, karşısında bu isteğe direnen çok sert bir muhalefet buldu. Görüşmeler süresince, Türk delegelerini en çok uğraştıran konuların başında gelen Patrikhane meselesi, yapılan yoğun tartışmaların ardından, Osmanlı döneminde bütün ayrıcalıkların kaldırılıp, yalnızca dini yetkileri ile sınırlı kalması koşuluyla, Patrikhane’nin İstanbul’da kalmasının kabul edilmesiyle sonuçlandı.
Lozan’da anlaşma metinleri içerisinde Patrikhane sözü geçmemekle birlikte, Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte Patrikhane, laik bir devlet içinde İstanbul’daki Rum azınlığın bir kilisesi olarak varlığını korumuştur. Lozan Andlaşması ile birlikte Patrikhane’nin idarî, siyasî ve yargısal yetkilerine son verilmiş ve sadece dini bir kurum olarak kalması sağlanmıştır.
Patrikhane’de işler, komisyonlarca yürütülür. Her komisyonun başında bir metropolit bulunmaktadır. Fener Patriği, 6 Aralık 1923 tarihli valilik tezkeresine dayanan bir prosedür içerisinde St. Synode tarafından seçilir. St. Synode, Patrik adayları listesini İstanbul Valiliğine sunar. Bu adaylar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup makamları, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan metropolitliklerdir. İstanbul Valiliği, gerekçe göstermeden seçilmesini istemediği adayları listeden çıkarabilir. Valilik’ten gelen listedeki adaylar, St. Synode’da oylanır ve biri Patrik seçilir. Fener Patrikleri, Türkiye Cumhuriyeti yasaları çerçevesinde idarî açıdan, Eyüp Kaymakamlığı’na, Fatih Savcılığı’na ve İstanbul Valiliği’ne bağlıdırlar. Çoğu cemaatsiz 18 metropolit tarafından yapılan seçimin onayını İstanbul Valiliği verir. Buna göre Patriğin Türkiye Cumhuriyeti Devleti içindeki en yüksek dereceli muhatabı İstanbul Valisi’dir.
Fener Rum Patrikhanesi, Lozan Andlaşması’na göre tamamen Türkiye Cumhuriyeti yasalarına ve Türk makamlarının denetimine tabiî olmasına rağmen Türk hükümetinin vakıfların kontrol ve denetlenmesi ile ilgili kanuna dayanarak, Patrikhane hesaplarının kontrolünü istemesi üzerine Patrikhane yetkilileri; “Bu müessese Lozan Andlaşmasınca tanınmıştır ve denetlenemez” diyerek kontrole karşı çıkmıştı.
Fener patriklerinin Ekümenik sıfatını taşıyıp taşımayacakları uzun yıllar tartışılmıştır. Türkiye, bu konudaki en tutarlı dış müdahalesini 1965 yılında Paris’teki Uluslararası Diplomasi Akademisi’nde yapmış ve Fener Patriği’nin bu sıfatı kullanmaya yetkisi olmadığını ileri sürmüştür . Buna rağmen Patrikhane, bu sıfatı taşımaya devam etmiştir. Patrikhane’nin iddiasına göre bu sıfat dünyevi değil ruhanî bir sıfattır. Evrensellik denildiğinde anlaşılması gereken ise Patrikhane’nin evrenselliğidir.
Athenagoras’ın 1972’deki ölümüne kadar süren Patrikliği döneminde Hıristiyan dünyası ile bir çok önemli olay meydana geldi. Patrik, Papa VI. Paul ile Kudüs’te görüştü, ardından Papa, İstanbul’u ziyaret etti ve Vatikan ile Fener karşılıklı olarak Aforozları kaldırdılar. Yine Athenagoras döneminde, Heybeliada Ruhban Okulu’nun yapısında ve statüsünde yeni düzenlemelerle, değişiklikler de yapıldı. Cumhuriyet döneminin en uzun süre görevde kalan Patriği olan Athenagoras kadar, hatta ondan daha faal bir görüntü sergileyen Bartholomeos (Dimitrios Archondonis), 22 Ekim 1991’de Patrikliğe seçildi.
1994 yılında bir sempozyumda Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol Patrik Bartholomeos ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Bartholomeos, Ekümenik Patrik unvanına sahip olur olmaz ilk icraat olarak Ruhban Okulu’nu açacaktır. Ruhbanlar için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma zorunluluğu kalkacak, dolayısıyla dışarıdan öğrenci ithal edecekler. En korkulan nokta ise bunun Vatikan usulü olmasıdır. Bu noktaya gelindiği an “İstanbul bizimdir” deyip mal varlıklarını talep edecekler. Atina’da Rum mal varlığı ile ilgili çalışmalar vardır. Uygun bir zamanda La Haye Adalet Divanı’na gideceklerdir.”
Bartholomeos’nun dünya Hıristiyanlarını birleştirme ve hepsini Fener Patrikhanesi’ne bağlama girişimlerini, düzenlenmesinde öncülük ettiği; Patmos Adası’nda “Vahiy ve Çevre” (1995) ve Karadeniz’de “Din, Bilim ve Çevre Sempozyumu” (1997) adındaki organizasyonundan açıkça anlaşılmaktadır.
(Patrikhane, Patrik ve Ekümenik konusu yarın devam edecektir.)