BİZ TMT’yi LAV ETTİK
AMA
EOKA-B HALA YAŞIYOR.
Geçenlerde bir Rum ile tanıştım. Hoş beşten sonra bir ara belinde bir kabarıklık gözüme çarptı. Belindekinin cep telefonu olduğunu varsayarak, şaka yollu niye tabanca taşıdığını sordum. Aslında sorma amacım kendisini birazcık kızdırmak idi ve tabanca lafını sırf kendisini dürtmek için ortaya atmıştım. Hatta biraz da ileri giderek, Türkleri öldürmeye gerek kalmadığını, her iki toplumda da barış rüzgarlarının estiğini ve artık 2004 yılında bir Türk öldürmek ile her hangi bir kahramanlık payesinin de kazanılmadığını söyledim. Cep telefonu olduğunu varsaydığım belindeki kabarıklık konusunda kem küm etmeye başladı. Bana, onun bir telefon olduğunu bir türlü söyleyemedi, ceketinin düğmelerini açıp telefonunu da gösteremedi.
Aklıma hemen EOKA ile EOKA-B geldi. Sonra da TMT geldi.
Biz TMT’yi 1976’da lav etmiştik. O dönemde ben de Milletvekili idim ve 23 Kasım 1976 günü yapılan oturumda, resmen TMT’yi lav eden ve Güvenlik Kuvvetlerini yasal olarak kuran 29/76 No.lu yasayı oy birliği ile geçirmiştik. 1 Ağustos 1976’da kurulan Güvenlik Kuvvetlerimiz, 23 Kasım 1976 günü kabul edilen 29/76 No.lu bu yasa ile de yasal bir statü kazanmıştı.
Ama… Rum tarafındaki EOKA-B örgütü halen daha faaliyette ve kapatılmadı. Önce EOKA’nın açılımına bir bakalım. Ethniki Organosis Kyprion Agoniston (Kıbrıslı savaşçıların Milli Örgütü). EOKA-B’de onun varisi. Peki bu EOKA-B kime karşı hala daha canlı ve faaliyette. Şimdi, Avrupa Birliği içinde silahlı bir grubun hala daha faaliyet içinde olabileceğini, benim aklım bir türlü almıyor ve kabul edemiyor. Namlusu ucunda olan da bizleriz, yani Kıbrıs Türk’leri.
Gelin hep birlikte EOKA-B’nin kuruluş amacına ve faaliyetlerine bakalım.
1968 yılı içinde başlayan toplumlararası görüşmeler sürerken, Kıbrıs Rum Toplumu içinde iki esas görüşün belirginleştiği gözlenir… Bu görüşmelerden biri, ani bir askeri harekat ile Kıbrıs Türk direnişinin kısa yoldan kırılarak Enosis’in ilan edilmesini; diğeri de uzun vadeli bir program çerçevesinde ekonomik ve siyasi baskılarla Türk direnişinin kırılarak, Enosis’e ulaşılmasını öngörmekteydi… Bu görüşlerden birincisini eski EOKA’cılar ve Cunta yanlısı güçler, ikincisini de askeri bir harekatın Türk müdahalesi ile başarısızlığa mahkum olacağını iyi kavramış olan Makarios savunmakta idi… Nitekim Makarios Türkler üzerinde ekonomik baskıyı ağırlaştırırken, adadan göç etmek isteyen Türklere her türlü kolaylığı sağlıyor, bir yandan da süren Toplumlararası görüşmeleri uzatarak, Türklere otonomi verilmesini dahi kabule yanaşmıyordu…
Enosis konusunda askeri kısa yolu tercih edenler EOKA’yı canlandırarak “EOKA B” adlı Cunta destekli ve Yunanistan tarafından yönetilen gizli bir örgüt kurdular. Gizli örgüt adada bulunan ve RMMO’yu yöneten Yunanlı subayların yönetimindeydi. İlk etkili eylem olarak 1970 yılı Mart ayı başlarında Makarios’un bindiği helikoptere ateş edildi. Helikopter zorunlu iniş yaptı, Makarios kurtuldu. Bunun üzerine 11 eski EOKA’cı tutuklandı, İçişleri eski Bakanı Yorgacis bu olaydan sonra şüpheli şekilde öldürüldü…
Bunun ardından 28 Ağustos 1971’de Grivas gizlice adaya döndü ve EOKA-B’nin başına geçti. RMMO kamplarından silah çalmalar, sabotajlar başladı. Kilisenin Sen-Sinod Meclisi üyesi 3 papaz, Makarios’a karşı cephe aldı, Grivas, Enosis demeçleri vermeye başladı. Makarios 21 Şubat 1971 ‘de Grivas’a bir mektup yazarak işbirliği yapmalarını istedi. Grivas ise bunu reddetti. 29 Ekim 1971’de bir başka açıklama yapan Makarios, “bütün Yunan hükümetlerinin rızası bulunduğu taktirde, Enosis’i ilan etmekte tereddüt etmeyeceğini, fakat bu tür bir girişimin başarısına ve başarısızlığına yol açacak çeşitli faktörler makul olarak değerlendirildikten sonra bunun olanaksız olduğunu” belirtti. Makarios’u devirip kısa yoldan Enosis’e ulaşmayı isteyen EOKA B ise, sabotaj eylemlerini yoğunlaştırdı.
Bu arada şiddet ve terör olayları artarken, 31 Ocak 1973’de yeni bir açıklama yapan Makarios, EOKA B’nin eylemlerini “Enosis’in mezar kazıcıları” olarak nitelendirdi.
Grivas’m ölümü üzerine alınan bir kararla EOKA-B karargâhı, Yunan Kontenjan Alayı Kışlası’na taşındı. Bu durumdan rahatsız olan Makarios ile Yunan ordusu arasıda sürtüşme başladı. 2 Temmuz 1974’de Yunan Cumhurbaşkanı General Ghizikis’e bir mektup yollayan Makarıos, kendisinin, “Vali değil, devlet başkanı olduğunu” hatırlattı” ve EOKA-B militanlarının önemli bir bölümünün yakalanması için harekete geçti. 15 Temmuz’da duruma el koyan R.M.M.O. milislerine bağlı tanklar Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na taarruz ettiler ve Nıkhos Sampson’u Cumhurbaşkanlığına getirdiler.
Hikaye burada bitmiyor ama ben burada EOKA-B’nin tanımına bir nokta koyuyorum. Şimdi, yani 2004 yılında hala daha EOKA-B ile Yunan Kontenjan Alayı ve RMMO organik bağlarla birbirlerine bağlı ve nihai hedefleri de Kıbrıs Türkleri, Türk kanı içmek ve Girne’ye Yunan bayrağı çekmek.
AB içinde bir devlette bunların olabileceğini bir türlü düşünemiyorum.
KKTC bence bu konuda İHM’ye başvurmalı ve AB’ye de şikayet mektupları göndermeli. Mektubun giriş bölümü ve ilk paragrafı da mesela şöyle olabilir..
”Sevgili Avrupa Birliği,
Sen Kıbrıs’ta barış için elden geleni yapıyorsun ve Kıbrıs’a barışı getirmek için her yolu deniyorsun. Bizi de zamanı gelince AB ailesine katmak istiyorsun ama sana üye olan Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinde, terör örgütü olarak sınıflandırılmış EOKA-B örgütü hala daha kapatılmamış ve faaliyette. Üstelik bu örgütün hedefi de bizleriz. BU konuda ne yapmayı düşünüyorsun?” ……
Türkiye’nin Avrupa Birliğine girme hazırlıkları, Türkiye’de Osmanlının yıkılmasından beri yerleşmiş “Türk” veya “Türküm” kavramlarına değişiklik getirmek üzere.
Türkiye, Osmanlı yıkıldıktan sonra onun yerine geçerken, onda bulunan altkimlikleri (çeşitli etnik, dinsel vs. grupları) olduğu gibi miras almıştır. Fakat imparatorluktaki üstkimlik (devletin yurttaşına verdiği kimlik) “Osmanlılık” iken, Türkiye Cumhuriyeti’nde bu üstkimlik “Türklük’ olarak ortaya çıkmış ve bu güne kadar da bu şekilde devam etmiştir.
Konuyu irdelemeden evvel söz konusu bu “Üstkimlik” konusunda Avrupa Birliğinin veya Avrupa’nın ne yaptığına bakalım.
1950’de imzalanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) doğrudan doğruya “Azınlık hakları’na” ilişkin hükümlere yer verilmemişti. Sözleşmenin yürürlüğe girmesinden sonra, (AB’yi oluşturan devletlerin de üyesi olduğu) Avrupa Konseyi bünyesinde “Ulusal Azınlıkların Korunmasını” öngören bir ek protokolün veya sözleşmenin hazırlanmasına yönelik tartışmalar başladı. Söz konusu tartışmalar da 40 yılı aşkın bir süre devam etti ve 1995’te “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme’nin” imzaya açılması ve 1998’de yürürlüğe girmesiyle sonuçlandı. Sözleşmeyi 42 devlet imzaladı. Türkiye ve Fransa bu güne kadar bu sözleşmeyi imzalamadı.
Çerçeve Sözleşme’de “Ulusal Azınlık” deyimi (kavramda bir anlaşmaya varılamadığı için) tanımlanmadı. Ancak, uygulamada “Giriş” bölümündeki ifadeden esinlenerek, ulusal azınlığın belirlenmesinde “Etnik, Kültürel, Dilsel ve Dinsel açıdan farklı bir kimliğin söz konusu olmasının” kavramı karakterize eden bir kriter olarak kabul edilebileceği görüşü benimsendi.
İmzacı devletlerden bir kısmı, Avrupa Konseyi genel sekreterine yaptıkları bildirimde, sözleşmede “Ulusal Azınlık” kavramının tanımlanmamış olmasından hareket ederek, “Ulusal Azınlık” kavramını “Vatandaş Azınlık” ile sınırladı. Bu arada, örneğin Almanya yaptığı bildirimde, “Ulusal Azınlık” olarak kabul ettiği Alman vatandaşı olan belli grupları tek tek sayarak ülkesindeki Türkleri sözleşmede öngörülen korumanın dışında bıraktı. Alman vatandaşı olan Türkler kendilerini tanımlarken, “Türk kökenli Alman vatandaşı” diye tanımlamaya başladılar.
Peki, bu konuda Amerika ne yaptı. Amerika’da Amerikan milleti diye bir kavram yoktur. Her kes Amerikan vatandaşıdır ve bunu övünçle dile getirir. Kendisine kökenini sorarsanız; İtalyan kökenli Amerikalı veya Afrika kökenli Amerikalı ve benzeri şekilde atalarının kökenini dile getiren bir kimlikle sizi yanıtlar. Amerika’nın 1789’da seçimli demokrasiye geçmesi üzerinden 215 yıl geçmesine rağmen bu “Amerikalılık” olarak tanımlanan “Üstkimlik”leri ve “İtalyan kökenli Amerikalı” gibi atalarının köklerini dile getiren “Altkimlik”leri ve bu kavramlar hiç değişmedi.
Sıra Türkiye’de;
AB koşulları ve ABD örneği kapının önünde. Kürtlerin ve Türkiye’deki diğer etnik grupların istekleri, Avrupa Parlamentosunda dile getirilmeye başlandı. Buna örnek olarak Leyla Zana’nın, 14 Ekim 2004’te Avrupa Parlamentosunda yaptığı konuşmayı örnek verebiliriz. Konuşmasında “Kürtler, sorunun, Türkiye’nin coğrafi bütünlüğü içinde barışçıl bir şekilde çözümünde kararlıdır. Kürtler, Türkiye Cumhuriyet’inin kurucu asli unsurudur. Kürtlerin azınlık değil, çoğunluğun bir öğesi olduğu yeni bir anayasaya ihtiyaç vardır” görüşünü dile getirmiştir.
Bu aşamada 1950’de imzalanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) geri dönersek ve onu baz alırsak, Türkiye, AB’ye girmeden evvel veya müzakereler sürecinde, “Türk” üstkimliğinin yerine “Türkiyelilik” üstkimliğinin benimsemesi ve bu üstkimlik altında çok kültürlü yeni bir toplum modelini kabul etmesi gerekecektir, yani bir “Anayasa” değişikliğine gitmek zorunda kalacaktır.
Avrupa Birliğine giriş, Türkiye’de bir çok taşları yerinden oynatacak. Alışmadığımız ve bilmediğimiz, demokratik ve insan haklarına saygılı yeni kurallara hazır olmakta fayda var.
Dünkü köşe yazımda, Yasser Arafat Abu Amar’ın ölümünden sonra Filistin’de tufan kaçınılmazdır ve Örgütler tek başlarına İsrail ile savaşma kararı alacaklar demiştim. Aradan daha 24 saat geçmeden öngörülerim doğrulandı.
6 ana örgütten bir tanesi olan El Aksa Şehitleri Tugayı, bütün taraftarlarına çağrı yaparak destek istedi ve tüm personelinden, kendi çabaları ile İsrail’i vurmalarını emretti. Örgüt Arafat’ın ölümünün ardından aldığı karar ile ismini Şehit Yaser Arafat Tugayları olarak değiştirdi.
6 ana örgütten diğer bir tanesi olan Hamas, “liderimizin ölümü, kararlılığımızı artırdı. Siyonizme karşı direniş, özgürlük elde edilene kadar devam edecektir. Bu nedenle İsrail’e yönelik saldırılar sürdürülecektir” açıklamasını yaptı.
İsrail tarafında ise Yasser Arafat Abu Amar’ın ölümüne bazı üst düzey siyasiler yapıcı yaklaşırken bazıları da acımasız duygularını dile getirmektedir.
İsrail Devlet Başkanı Moşe Katzav, Filistin lideri Yaser Arafat’ın ölümüyle yeni bir sayfa açılacağı ümidini dile getirerek yeni Filistin yönetiminin, terörizme ve şiddete son vermek için yeni bir yola girerek müzakereleri yeniden başlatması temennisinde bulundu. İstediklerinin Filistin’de barış olduğunu belirtti. Buna karşın İsrail Adalet Bakanı Yosef Lapid, Arafat’ın ölüm haberine sevindiğini belirterek Ordu radyosundaki konuşmasında “’Dünyanın Arafat’tan kurtulmasının sevindirici olduğundan ve Ortadoğu’da artık güneşin pırıl pırıl parladığından bahsederek Arafat’ı, sadece İsrail’e yönelik terörizmin lideri değil, bütün dünyayı kasıp kavuran terörizmin, El Kaide örgütünün babası olmakla suçladı.
İsrail muhalefet lideri Şimon Peres ise iyi ya da kötü Arafat’ın ölümü ile bir dönemin kapandığını söyleyerek, Arafat’ı terörizme dönmekle büyük hata yaptığını fakat barışı inşa etmeye çalıştığı zaman da büyük bir başarıya imza attığını söyledi.
İsrail’li üst düzey siyasilerin bu sözleri ile Hamas, Al-Fetih, Al-Aksa Şehitleri tugayı, Hizbullah ve Katib Al-Kassam örgütlerinin beyanlarını yan yana koyarsanız ateşlenmiş barut fitilini çok kolay görebilirsiniz.
Bundan sonra neler olacak.
Benim tanıdığım Filistin’liler;
Bu hafta AB içinde Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesi ile ilgili huzursuzluklar baş göstermeye başladı. Yarınki köşe yazım AB’deki bu durum ile ilgili olacak.
29 Ekim’de Fransa’nın başkenti Paris yakınlarındaki Percy Askeri Eğitim Hastanesi’ne kaldırılan 75 yaşındaki Yaser Arafat Abu Amar’ın sağlık durumunun ağırlaşması ve yaşam destek ünitelerine bağlı olarak hayatının biraz daha uzatılmasına gayret edilmesi nedeni ile dün akşam “Mukata” denilen Ramallah’taki karargahında Filistin Kurtuluş Örgütü yürütme kurulu ve El Fetih merkez komitesi genişletilmiş ortak bir toplantı yaptı. Toplantıya Filistin Devletinin önde gelen kişileri olan Filistin Başbakanı Ahmed Kurey, eski başbakan Mahmud Abbas, Filistin Parlamento Başkanı Ruhi Fettuh, Parlamento Başkan Yardımcısı Hasan Hreyşe, Filistin’in İsrail ile görüşmelerden sorumlu bakanı Saib Erakat, Dış İşleri Bakanı Nebil Şaat, diğer Bakanlar ile üyeler, eski güvenlik şefi Muhammed Dahlan, Tayyip Abdülrahim, Arafat’ın danışmanlarından Cibril Racub, Mısır konsolosu ve FKÖ şemsiyesi altındaki diğer örgütlerin ileri gelen kişileri katıldı.
Alınan kararlara göre;
Abu Amar’ın ölmesi durumunda, naaşı Ramallah’ta gömülmeden önce, cenaze töreni için çocukluğunun bir kısmını ve üniversite yıllarını yaşadığı Kahire’ye gönderilecek ve Cenaze törenin uluslararası Kahire havaalanında düzenlendikten sonra Ramallah’taki karargaha yani Mukata’ya defnedilecek.
FKÖ’den Mahmud Abbas, Hükümet ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nden Ahmed Kurey sorumlu olacak ve Filistin Anayasasına göre Parlamento Başkanı Ruhi Fettuh, Abu Amar’ın ölümünden sonra 60 gün müddetle Filistin Başkanlığı yetkilerini devralacak. Bu süre içinde de Filistin Hükümetinin seçim kararı alması beklenmektedir.
Yalnız bu noktada bir sorun var. Bence biraz da büyük bir sorun. Gelen haberlere göre bazı Filistinli üst düzey yetkililer, Fattuh’un çok kısa bir zaman süreci olan 60 gün için dahi olsa, bu görev için yeterli vasıflara sahip olmadığını düşünmekteler. Bu nedenle de, da, geçici Devlet Başkanlığı için bir başka kişinin geçici Filistin Başkanı olmasını arzulamaktalar ve bunu gerçekleştirmek için de yasayı değiştirmeyi dahi gündeme getirmişler.
Bence bu yetersizlik iddiası, FKÖ’nün çatısı altında birleşmiş aşağıda isimlerini verdiğim, örgütlerin liderlik savaşından kaynaklanmaktadır.
Abu Amar’ın özelliği, kişiliğinin bu örgütlerin üstünde bir yerde olması ve hepsini adeta koltuğu altında toplayarak onlara babalık yapması idi. Baba ölünce ufak ufak çatlaklar ortaya çıkacak. İlk çatlağın Devlet Başkanının kim olacağı konusunda olduğu apaçık aşikar. Geçici Devlet Başkanı olması nedeni ile, diğer adaylara kıyasla daha fazla bir seçilme şansı ile seçime girecek olan Fattuh’ın seçimleri kazanma olasılığı daha çok olacak ve seçimleri kazandığı takdirde de bu defa Filistin Devletinin kalıcı Başkanı olacak. Hangi örgüt kendi liderini Filistin Devlet Başkanı olarak görmek istemez. Siyasi partiler de, özgürlük için mücadele eden silahlı gruplar da kendi başkanlarının devlet başkanı olması için mücadele vermektedir. Ama genelde siyasi partiler seçimi sonuçlarını ağır başlılıkla karşılamaktalar ve bir sonraki seçimde kazanmak için hemen hazırlanmaya başlamaktadırlar. Buna karşılık tarihe baktığımızda görmekteyiz ki, silahlı özgürlük savaşçıları grupları, liderleri devlet başkanlığı seçimlerini veya olasılığını kaybedince, pek de ağır başlı bir şekilde yerlerine oturmamakta ve anladıkları dil olan silahlarla mücadeleyi sürdürmeyi devam ettirmektedirler. Ben kaybeden grubun, lideri devlet başkanı olsun diye 4-5 yıl bekleyeceğini hiç sanmıyorum
Nerden baksanız, Arafat sonrasına Filistin’de büyük bir tufan var.
4 Kasım seçimleri Amerikan Orta Doğu Politikasında bir takım değişiklikleri de beraber getirdi. Seçimden sonraki ilk 4 günde gerçekleşen olaylara ve değişikliklere hep beraber bakalım;
– ABD Makedonya Cumhuriyetini ismen olarak da tanıdı.
– Ermenistan, dünyanın değişik ülkelerinde Soykırım iddialarını yaymak için her yıl bütçesine koyduğu ödeneği 2005 yılı bütçesine koymadı.
– Yasser Arafat komaya girdi.
– ABD Felluce’de sokak savaşına girişti.
– Ercan’dan uçuş dedikoduları başladı.
Bence ABD Orta Doğu’da kalıcı ve barışcı bir çözümü hedeflemiş ve son süratle düşündüklerini gerçekleştirme yoluna gitmektedir.
Dünkü köşe yazımda Ermenistan konusuna detaylı olarak değinmiştim. Bu gün özellikle Makedonya, KKTC, Kürdistan ve Filistin sorunlarına değinmek istiyorum.
Yaser Arafat’ın vefatı ile Filistin’de büyük bir yetki kargaşası doğacaktır ve Arafat’ın bir tutkal gibi birleştirmeyi başardığı Filistinli fraksiyonlar birbirinden koparak, tek başlarına İsrail ile mücadele etmek yolunu seçeceklerdir. Bu yanlış tutumları da sonları olacaktır. Gene de ufukta ve ABD’nin yeni Orta Doğu haritasında bağımsız bir Filistin Devleti gözükmektedir. Zayıf ve güçsüz de olsa önümüzdeki yıllarda, İsrail’e komşu bir Filistin Devleti kurulacaktır.
Kuzey İrak’ta bir Kürdistan Devletinin kurulması ise ABD’nin olmaz ise olmaz kararlarından bir tanesi. Ufukta ve ABD’nin yeni Orta Doğu haritasında bağımsız bir Kürdistan Devleti gözükmektedir. Bu konuya en çok karşı çıkan ülke Türkiye olduğu için, kurulacak bu devlete karşılık Türkiye’ye verilecek taviz bence KKTC olacaktır.
KKTC’ye uygulanan izolasyonları kaldırmak konusunda yaşanan sorunlar, ABD’nin ve AB’nin 1980’li yıllarda KKTC tanınmasın diye almış oldukları sıkı sıkıya tedbirlerden kaynaklanmaktadır. Vaktiyle Ercan’dan direk uçuşu önlemek için her yolu tıkayan önlemler aldıklarından dolayı, şimdi yana yana, 20-25 yıl evvel aldıkları bu tedbirleri aşacak veya yanından dolaşacak çözümleri bulmak peşindeler. Zannederim direk uçuş konusunda nihayet bir açık kapı yakaladılar. Yakında direk uçuşların başladığını görürseniz hiç şaşırmayın.
Aynı şekilde, AB ve dünya ile direk ticaret konusunda da, AB üyesi Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin haklarına halel getirmeyecek şekilde ama Kıbrıs’lı Türklere verilen sözleri de yerine getirecek şekilde hukuksal bir çıkış noktası ve çözüm bulmak peşindeler. Ağustos ayında çıkarılan Yeşil Hat Tüzüğü ile ve ileriki günlerde bu tüzükte yapılacak tadilatlar ile bu sorunun çözüleceğine inanıyorum.
Aslında bu tür gelişmeler tanınmanın tersten başlangıcıdır. Doğru olan tanınma, diğer ülkelerin sizi politik olarak tanımasından sonra, sportif, kültürel, ekonomik temaslar ile hukuksal ilişkilerin başlamasıdır. Bizim konumuzda yapılması gereken ise önce diğer ülkelerle sportif, kültürel, ekonomik ve hukuksal ilişkileri başlatmak olmalıdır. Bence arkasında tanınmanın gelmesi veya gelmemesi pek de büyük bir sorun olmayacaktır. Zaten tanınmanın getireceği olanakları tanınmadan kullanıyor olacağımızdan, tanınmayı istemeye gerek de kalmayacaktır.