Avrupa Parlamentosu AB ile Türkiye arasında çok koşullu müzakere düşünüyor.
Avrupa Parlamentosu kulislerinde son günlerde konuşulanlar müzakerelerin otomatik olarak üyelikle sonuçlanmaması gerektiği görüşünde. Bu müzakere döneminin son günü ve son aşaması belli olmadığı için de sonuç da garanti değil. Yani Türkiye’nin tam üye olarak Avrupa Birliği ailesine alınacağını hiç kimse kesinlikle söyleyemiyor. Bu olasılığa karşı Türkiye lehine üretilen çözüm ise müzakerelerin sonucunda gelecek olan tam üyeliğin diğer üye ülkeler tarafından onaylanması sürecinin sonuçları ne olursa olsun “Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin, Türkiye’nin Avrupa ailesi içine tam olarak girmesini güvence altına almak olmalıdır” fikri bu ara pek yaygın.
Alman Hıristiyan Demokrat Parti Başkanı Angelika Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac “İmtiyazlı Ortaklık” düşüncesini kronik hayırcılara karşı taviz olarak düşünmektedirler. Bu düşüncelerine ilaveten müzakerelere başlansa dahi, Türkiye’nin bugüne dek görülmedik bir siyasi denetim altına alınması ve olası üyeliğin 2014 sonrası gerçekleşmesini ciddi ciddi düşünüyorlar.
Kulislerde konuşulanlara göre Türkiye’en istenecek başlıca talepler arasında; Türk ordusunun en kısa sürede Kıbrıs’tan çekilmesi, Türkiye’nin Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini tanıması ve her tür işbirliğine başlaması, Türkiye ile Ermenistan’ın barışması, Alevilerin Müslüman azınlık olarak yasal korunmaya alınması ve Kürtçenin resmi dil olarak kabulü de var. Bunlara ilaveten Türkiye’nin henüz tam anlamıyla Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmediği düşüncesi hakim ve yukarıdaki ana taleplere ilaveten aşağıdaki masum yavru talepler de gündemde.
Bunlar; Yeni bir anayasa, Güneydoğu için özel bir ekonomik kalkınma programı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Savunma Bakanlığı’na bağlanması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının tam olarak yerine getirilmesi, Ermenistan sınırının açılması, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması ve Ortodoksların Bizans döneminden beri süre gelen, Katoliklerin Papası ile eşdeğerdeki, Fener Patriğinin Ekümenik unvanının Türkiye tarafından kabulü.
Bir şekilde artık Avrupa Parlamentosu’nda Aralık ayında oylanacak Türkiye raporunun taslağı ortaya yavaş yavaş çıkmaya başladı. Taslakta Ankara için çok koşullu bir müzakere süreci de öneriliyor.
Bütün bunlara ilaveten Türkiye’nin olası üyelik zamanı geldiğinde de, Avrupa kamuoyunun düşüncesinin dikkate alınması gerektiği görüşü de çok yaygın. Bu çok nazik bir tanımlama ama bana göre bunun tanımı Referandum’da olabilir. Avrupa Birliğinin 25 üyesi, Türkiye’nin olası üyelik günü geldiğinde kendi içinde ayrı ayrı Referanduma da gidebilir demektir.
Ben bu müzakereleri “Uzun bir görüşme ve Avrupa standardında yaşam ve yönetim sürecinin başlangıç noktası” olarak tanımlamaktayım. Aynen liseyi bitirmiş ve zorlu Üniversite giriş sınavında başarı gösterip Üniversitede bir bölüme girebilmiş bir öğrencinin önündeki çalışma dolu günler ve mezuniyet beklentisi gibi. Bu öğrencinin önünde bir diploma almak hedefi ve mezuniyet tarihi var. Türkiye’nin de önünde bir tarih olacak. Eğer öğrenci, kendisine verilen ev ödevlerini yaparsa, dersine çalışırsa ve de sınavlarda başarılı olursa, asgari 4 yıl sonra mezun olup diplomasını alacaktır.
Türkiye’de AB karşısında aynen bu koşullar altında. Eğer kendisine verilen ödevleri yapar, sınavlarda başarılı olursa, AB’ye girme olasılığı var ve bunun da en yakın tarihi 2014…….
Doğanın kendi sınırları ve koşulları içinde Kıbrıs’ın Kuzeyinde büyüyen salyangozlara bile maalesef Rum adadaşlarımızın tahammülü yok.
Sürücüsü 39 yaşında bir bayan olan ve yanında biri 60 yaşında diğeri 62 yaşında iki akrabası ile birlikte Pile’den Larnaka’ya gitmekte olan Rum plakalı bir arabayı durdurarak arayan Avrupa Birliği üyesi Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Polisi, arabanın içinde Türk tarafından satın alınmış 7.5 kilo salyangoz bulunca arabaya el koyarak hemen Oroklini Polis İstasyonuna çekmiş ve içindeki salyangozlara da el koyarak sürücü ile yanındaki iki bayana dava okumuştur.
Sürücü ile bayanları, kaçakçılıkla itham eden Rum polisi, hem yanlarında bulunan ve Türk tarafından satın aldıkları salyangozlara, imha etmek üzere el koymuş hem de üçünden de ayrı ayrı ifade almıştır. Birbirlerini görmeksizin ayrı ayrı oda ve masalarda verdikleri ifadelerde, sürücü ve yanındaki 2 bayan salyangozları Kıbrıs’ın Türk tarafındaki Mağusa şehrinden aldıklarını itiraf etmişlerdir. Bu itiraftan ve suçlarını kabulden sonra sürücüye ve yanındaki 2 orta yaşlı bayana hiçbir ayırım yapılmaksızın ayrı ayrı dava okunmuştur. Yukarıda bahsettiğim bütün bu işlemler bittikten sonra da sürücü ve yanındaki 2 akrabası, bindikleri otomobil ile birlikte serbest bırakılmış fakat sınırı izinsiz geçen ve yakalanan salyangozlar ise polis istasyonunda özel bir hücreye konmuşlardır.
Aslında bu çok özel içerikli olayda suç, yağmur yağınca yeşil hattı geçip Rum tarafına doğru sürünerek gitmeyen salyangozlardadır. Bunlar maalesef Türk tarafında doğup büyümüş, Türk aksanı ile salyangozca konuşan ve KKTC’nin kayda değer bulunmayan vatandaşları olduklarından, bir doğa suçu işlemişler ve Rum adadaşlarımız ile beraber aynı otomobilin içinde yolculuk yaparlarken yakalanarak aşağı indirilmişler ve imha edilme cezasına çarptırılmak için söz konusu Oroklini polis istasyonunda alıkonulmuşlardır.
İşin gırgır yanı bir tarafa, şimdi siz bu salyangozları hayalinizde canlandırın. Kıbrıs’ın eşsiz doğasında yetişen bu salyangozlar, yağmur yağdığı vakit veya sabah çiği çok yoğun olarak çiçeklerin, bitkilerin ve toprağın üzerinde düştüğü vakit ortalara çıkmakta ve kendilerine göre tam da yaşanılacak bir gün olan bu yoğun nemli ortamın tadını çıkarmak için etrafta dolaşmaya başlamaktadırlar.
Bu dolaşma anında eğer kendileri, ne bir Türk’ün ve nede bir Rum’un, kısacası hiçbir kimsenin yardımı olmadan yeşil hattı geçerlerse ve kuzey topraklarından yola çıkıp güney topraklarına girerlerse sorun yok. Bu arada yollarına devam ederlerken bir Rum çoban veya köylü tarafından yakalanıp sakkullinin içine atılırlarsa, KKTC vatandaşı olmalarına bakılmaksızın onlara dava okunmaz ve polis istasyonunda alıkonulmazlar.
Amaaa…! Eğer doğanın bu güzel ve cennet gününde, adanın kuzey taraflarında bir Türk tarafından yakalanıp bir sakkulli içinde, adanın kuzey veya güney tarafında bir Rum’a verilirlerse, işte o zaman suç işlemiş olmaktalar ve derhal imha edilmeleri gerekmektedir.
Sizce bu uygulamada, bu mantıkta ve bu düşüncede bir yanlışlık yok mu?. Bence bizler, KKTC halkı olarak bu konuyu ve bu mantığı Avrupa Birliğine şikayet etmeliyiz. Gerekirse, Rumların her konuda yaptıkları gibi, biz de hukuksal yollara baş vurmalıyız. Hayvanlara ırkçılık uygulayan ve onları yaşadıkları bölgelere göre sınıflayıp özgür veya kaçak diye ayırımcılık yapmaya, ne Rum tarafının ne de başka bir yönetimin hakkı olmadığı düşüncesindeyim.
Aynı adanın aynı doğasında yetişmiş bir sümüklüböceğe, ayrelliye, balığa ve diğer yabani canlılara niçin ayrımcılık uygulanıyor ben bir türlü anlayamıyorum. Rumların artık bu ayrımcılık zihniyetinden vazgeçmeleri gerekmektedir.
Bu adada yaşayan bizleri de, bölgemizi bizimle paylaşan, doğanın vaz geçilmez öğeleri olan ağaçlarıa da, çiçekleri de, ayrellileri de, sümüklüböcekleri de, balıkları da ve diğer tüm canlıları da, bu adanın bir parçası ve de Kıbrıs’lı olarak kabul etmeleri gerekmektedir.
Kıbrıs’lı olan bizlerle ve doğanın tüm canlıları ile beraber yaşamak ve bu adayı beraberce paylaşmak zorunda olduklarını kabul etmek mecburiyetindedirler…
Filistin çok uzağımızda değil. 1948’e kadar ipler, Yahudilere tahammül edemeyen Arapların elinde idi, şimdi roller değişti ama 2000 yıldır devam eden sorunlar, bir birlerine tahammül edemeyen bu iki toplumun anlaşamamazlığı nedeni ile bir türlü bitmedi, bitemedi ve bitmeyecek de.
İnşallah bizde de böyle olmaz ve bu nefret koşulları kökleşmez…
Avrupa Birliği Komisyonu’nun Avrupa Parlamentosu ve Konseyi için hazırladığı fikir alış verişi paketinde, Türkiye ile müzakerelerin üç ayaklı strateji çerçevesinde yürütülmesi öngörülmektedir. Bu müzakere döneminin son günü ve son aşaması belli olmadığı için de sonuç garanti değil. Yani Türkiye’nin tam üye olarak Avrupa Birliği ailesine alınacağını hiç kimse kesinlikle söyleyemiyor. Bu olasılığa karşı Türkiye lehine üretilen çözüm ise müzakerelerin sonucunda gelecek olan tam üyeliğin diğer üye ülkeler tarafından onaylanması sürecinin sonuçları ne olursa olsun “Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin, Türkiye’nin Avrupa ailesi içine tam olarak girmesini güvence altına almak olmalıdır” fikridir.
İşte bu cümle “İmtiyazlı Ortaklık” statüsüne kapı açarak bu fikre ve olasılığa yataklık yapmaktadır.
Bu görüşü sempatik ve mantıklı bulduğunu ilk açıklayan Alman Hıristiyan Demokrat Parti Başkanı Angelika Merkel oldu. Merkel Türkiye için, daimi ve tam bir AB üyelik yerine üstüne basa basa “İkinci sınıf” üye statüsünden veya diğer bir tanımla “İmtiyazlı Ortaklık” statüsünden bahsetti.
Düşünülen aynen şöyle: “İmtiyazlı ortaklık ifadesi tam üyeliğe alternatif değildir. Bu, önümüzdeki müzakere süreci için Türkiye için pratik bir çözümdür. Türkiye bu kadar uzun süre bekleyeceğine, imtiyazlı ortaklık statüsünden yararlanmalıdır. Bu Türkiye’nin uzun yıllar sonra elde edeceği üyeliğini tamamlayıcı bir adım olacaktır.”
Bu fikre ikinci ve çok önemli bir yerden bir destekçi daha çıktı. Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac. Chirac da “İmtiyazlı Ortaklık” olasılığını gündeme getirdi ve bunu taviz olarak tanımladı.
Yanlış duymadınız. “Taviz” kelimesini kullandı.
Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Fransa’daki Türkiye karşıtı baskıların karşısında takındığı tutumu değiştirip Ankara’nın AB üyeliği sorununun Avrupa Anayasası referandumunu olumsuz etkilemesine mani olmak için Türkiye karşıtlarına sürekli tavizler vermeye başlamıştır.
Chirac bu hassas konuda çok dikkatli davranmakta ve önce iktidardaki Halkın Hareketi Birliği (UMP) Başkanı Alain Juppe’ye, geçen Mayıs ayında bir parti toplantısında Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkmasına izin vererek havayı yumuşattı, daha sonra da referandum yapılacağına söz verdi ve bunun ardından da Ulusal Meclis’te Türkiye’nin üyeliğine ilişkin bir görüşme yapılmasını kabul etti.
29 Ekim günü Roma’da imzalanan Avrupa Anayasa Antlaşması evvelinde Bakanlar Kurulu toplantısında bir konuşma yaptı. Konuşmasında Berlin’deki müzakerelerde, Türkiye ile yapılacak müzakerelerin “Türkiye’nin üyeliği” ile sonuçlanmasını arzu ettiğini dile getirmiştir. Bu iyi niyet temennisi ile yapılacak müzakerelerin sonuçlarının “önceden kesinleşmediği” mesajını vermiş ve “olumsuz bir sonuç çıkabileceğini” de açıkça ortaya koymuştur.
Bence bu konuşması ile Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, katılım ile başarısızlık arasında bir orta yol olan ve Türkiye’nin AB üyeliğine kabul edilmeme olasılığını tamamen ortadan kaldıran “İmtiyazlı Ortaklık” kavramına destek vermiş ve ilk olarak Merkel’in ortaya attığı bu görüşün taraftar bulmasına kapı açmış olmaktadır.
Alman-Kıbrıs Forumunun 25 Ekim tarihli açıklama yazısını okumanızı isterim. Bu günkü köşe yazımda size bu yazının ana temasından bahsedip, içinden de belirli yerleri aktaracağım ve birlikte niçin Sivil Toplum Örgütlerinin ortak çabalarının ve çalışmalarının olumlu bir sonuca gidemediğini göreceğiz.
Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti, Alman-Kıbrıs Forumu’nun, DZF (Deutsch-Zyprisches Forum) 15 ve 16 Ekim’de Lefkoşa’da gerçekleştirdiği İki Toplumlu Atölye çalışmasına mani olabilmek için bir dizi politik müdahale girişimlerinde bulunmuş.
Açıklamaya göre bunun Resmi nedeni ise DZF’nin diğer uzmanlar ile birlikte Kuzey Kıbrıs’taki Üniversitelerden ve Devlet Dairelerinden de çeşitli uzmanları söz konusu atölye çalışmasına davet etmesi. Gerekçe, Berlin’de bulunan Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Elçiliğinin gönderdiği bir mektubun içeriğinde, “KKTC Temsilcilerinin Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin yasal temsilcileri ile eşit düzeye gelmesi” iması ile açık olarak ortaya konmuş.
DZF, organize ettiği “Kıbrıs için Sürdürülebilirlik” atölye çalışmasını, Kıbrıs’ın bütünü içinde adanın her iki kesiminde yaşayan toplumların sürdürülebilirlik yöntemine başlangıç noktası veya işareti olarak kullanmak amacı içinde idi. Fakat Lefkoşa’daki söz konusu toplantı, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin bu mantıkla engellemelerde bulunması nedeni ile Kıbrıs Rum tarafından hiçbir hükümet görevlisinin katılımı olmadan gerçekleştirildi.
DZF, bu tür bir düşüncenin ve uygulamanın, Lefkoşa’daki atölye çalışmasının Kıbrıs Rum Yönetiminde görev yapan özellikle bilgili çevre ve turizm uzmanlarından yoksun olarak yapılacağı manasına geldiğinden dolayı Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin bu davranışını, üzüntü ile karşıladıklarını açıkladı.
Tüm bunlara rağmen, adanın güney kesimindeki Sivil Toplum Örgütlerinin ve iş adamlarının, çevre ve turizm konusundaki son gelişmeler hakkında raporlar vermeleri nedeni ile söz konusu atölye çalışması yaklaşık 70 kişiye ulaşan katılımcısı ile gene de başarılı oldu. Böylece Almanya ve Kıbrıs arasındaki diyalogu güçlendirme hedefine ve adada yaşayan iki toplum arasındaki fikir ve deneyim alış verişi yapılması amacına ulaşılmış oldu.
Aralarında, Alman Parlamentosundaki Sosyal Demokrat Grubunun Ekolojik Politikası Sözcüsü Bayan Ulrike Mehl’inde bulunduğu tanınmış Alman uzmanlar, sürdürülebilirlik konusunun kapsadığı Su Yönetimi, Enerji Temini, Çevresel İletişim, Sürdürülebilir Turizm, Doğayı Koruma ve yerel “Gündem 21 Grubu” ile olan deneyimleri hakkında bilgiler verdiler.
DZF, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti hükümetini, çalışanlarının halkın önüne çıkmalarına mani olmakla, 2000 yılı sonbaharında, DZF’nin düzenlediği Lefkoşa’nın Su Yönetimi Konferansına Kıbrıs’lı Türk temsilcilerin katılımına izin vermeyen KKTC yetkilileri gibi hareket ettiklerini dile getirdi.
DZF, Kıbrıs (Rum) Hükümetini eleştiriye devamla, K.R. Hükümetinin tavırlarının “Karşılıklı görüşmelere mani olmak” olduğunu ve buna katlanmalarının çok zor olduğunu vurgulayarak Avrupa Birliği üyesi bir ülkenin, bu şekilde uluslararası seviyede çalışan bir sivil Toplum Örgütünün faaliyetlerine mani olmasını hiç alışılmadık bir davranış olarak gördüklerini belirtmiştir.
Bu yazı içindeki tüm yorumlar DZF’ye ait. Sadece adadaşımız Rumları daha iyi tanımanız ve perde arkasında bizlere karşı nasıl tavır aldıklarını ve bizler hakkında neler düşündüklerini bilmeniz için köşeme aldım….
Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu’nda konuşan, AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Guenther Verheugen, 24 Nisan’da Kıbrıs’ta mevcut iki toplum içinde ayrı ayrı yapılan referandumun ardından, izolasyonların kaldırılacağı yönünde Kıbrıslı Türklere verilen sözlerin tutulmadığını ve üyesi olduğu Komisyon’un yaptığı önerilerin, AB Konseyi’nin ve Avrupa Parlamentosu’nun engeline takıldığından bahsetmiş ve bundan dolayı da hayal kırıklığına uğradığını belirtmiştir. Bu sözlerinin ardından AB ülkelerine bir çağrıda bulunan Verheugen, Kıbrıslı Türklere verilen sözleri yerine getirmeleri için hala daha geç olmadığını özellikle vurgulamış ve lütfen tutalım diyerek de bu isteğini pekiştirerek, adeta Kıbrıs’lı Türklerden özür dilemiştir.
Arkasından sanki eş zamanlı olarak AB dönem başkanı Hollanda’nın Avrupa İşleri Bakanı Atzo Nicolai’nin Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, Kıbrıslı Türklerin AB tarafından terk edilmediğini ve terk edilmeyeceğini vurgulamış ve ülkesi Hollanda’nın, Konseyin dönem başkanı olarak, Kıbrıslı Türklere verilmesi gereken doğrudan mali yardımların serbest bırakılması gerektiği görüşünde olduğunu belirtmiştir.
Avrupa Parlamentosu Genel Kurulunda yukarıdaki iki mesajın resmi kürsüden dile getirilmesi çok düşündürücü ve bir o kadar da ilginç.
Bence Avrupa Birliği Konseyi ve Parlamentosu Kıbrıs’lı Türkler konusunu rafa kaldırmamış, sümen altına sokmamış ve AB’nin Kıbrıs’la ilgili çalışma grupları özellikle genişlemeden sorumlu üye Guenther Verheugen’in dürtüleri ile konu üzerinde çalışmalarını sürdürmekte ve hukuksal ile teknik sorunların üzerinden gelebilmek için çaba göstermektedirler.
Doğal olarak Avrupa Parlamentosunun ve Konseyinin söz sahibi ve ileri gelen kişilerinin Kıbrıs’lı Türkler ile ilgili Parlamentoda ve Konseyde yapılan çalışmalar hakkında zaman zaman mesaj vermeleri toplumumuz üzerinde iyi bir etki yapmakta ve olumlu izlenimler yaratmaktadır.
Tabi bu çalışmaların önüne çıkarılan engellerin, konan feliklerin nereden geldiğini veya kaynaklandığını araştırmamıza gerek yok. Doğru adres Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti ve başındaki siyasilerdir.
Genelleme yapmamak için “Genel olarak” kelimesini kullanmayacağım ve söylemek istediklerime daha uygun olan ve daha kesin bir tanımla, Rum adadaşlarımız, her koşulda, her fırsatta ve her olasılıkta bizlerin menfaat ve çıkarlarına olabilecek, bizim kimliğimizi ve varlığımızı öne çıkarabilecek her girişime, her adıma ve her tür çözüme derhal mani olmakta, önüne set çekmekte veya olayın akışını yavaşlatmak için elden geleni yapmaktadırlar.
Bu girişimleri maalesef, eğitimden tutun spora, havada veya denizde direk seferlerden uluslar arası ticarete, direk uluslar arası postadan telefon iletişimine veya aklınıza gelebilecek her alanda görmekteyiz veya yaşamaktayız.
Adada barış istiyorsak bence, Rumlar bizi kendilerinin zorla sahiplendikleri Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetine yama olarak görmekten vazgeçmeliler ve bizleri azınlık olarak değil bu ada üzerinde birlikte barış içinde yaşamak için ORTAKLARI olarak görmeye başlamaları gerekmektedir.