Loizidou, Tazminat ve İade
Kıbrıs Rum tarafı Loizidou konusunda bilinçli girişimler yapıyor, çok akıllıca siyasi oyunlar oynuyor ve uzun vadeli politik tuzaklar kuruyor. Zaten başka bir seçeneği de yok. Hiçbir zaman ve hiçbir koşulda Türklere karşı askeri bir zafer kazanması mümkün değil. Tek çaresi her zaman yaptığı gibi bir Hristiyan kulübü olan Avrupa Birliği’ne sığınmak, bu topluluğun bir parçası olmak, Avrupa’nın Haçlılarını arkasına alarak Türkiye’den Kıbrıs’ı ve 1796 yılında Rigas Ferreos’un kurallarını ilan ettiği ve haritasını çizdiği Megali İdea’da (Büyük ülkü) belirtilen toprakları almak.
Türkiye’nin AB ile hukuksal bağı sırası ile 1987 ve 1990 yıllarında başladı. Gerçekte bu Turgut Özal’ın Türkiye’nin uluslararası savunma sisteminin altyapısını oluşturmadan attığı bir adım oldu. Özal hükümeti Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu’na (Komisyon) bireysel başvuru hakkını 28 Ocak 1987’de, Avrupa İnsan Hakları Divanı’nın (Divan) zorunlu yargı yetkisini ise, 22 Ocak 1990’da imzalayarak yürürlüğe koydu.
Avrupa Birliği’nde 1989 yılında 11 No.lu Protokol’ün yürürlüğe girmesinden sonra yargı sistemi değişti ve Komisyon ile Divan birleşerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) olarak tek bir çatı altında faaliyete başladı.
Bu gelişme tam da Kıbrıs Rumların yana yana bekledikleri, Türkiye’nin bireysel başvuru yetkisini tanıma kararını da içerdiğinden, Kıbrıs’ta mülkiyet ile ilgili davaların Türkiye aleyhine yağmur gibi açılmasına yol açtı.
Girne’de iki katlı taştan bir binası olan Titina Loizidou Kıbrıslı Rumların uluslararası hukuk konusunda uzmanlaşmış avukatı Achilleas Demetriades’ı tutarak bu davalara öncülük etti ve kısa bir geçiş ve hazırlık döneminden sonra dava için AİHM’ye başvuru yapıldı. Loizidou söz konusu davasında mülkiyet hakkının ihlal edilmesine ilaveten 19 Mart 1989 tarihinde Akıncılar köyüne doğru yapılan bir protesto yürüyüşünde Türk askerleri tarafından engellendiği ve tartaklandığı iddiasında bulundu. Komisyon “Mülkiyet Hakkı” ile “Serbest Dolaşım” hakkını ayırarak Loizidou’yu talebinde haksız buldu. Rum Yönetimi bu sefer konuyu Divan’a götürdü. Divan başkanı Yunanlı hakim, ailesi ile birlikte Kıbrıs’a davet edildi, yedirildi, içirildi, en üst düzeyde konuk edildi, altın liyakat madalyası verildi.
Duruşmada Türkiye, Rum Yönetimini ilk kez muhatap alarak stratejik bir hata yaptı. Divan’ın 18 Aralık 1996 tarihinde verdiği karara 17 yargıcın 6’sı olumsuz not düştü. Kararda KKTC tanınmış bir devlet olmadığı ve TSK’nın adadaki varlığı ile Türkiye’nin adanın kuzey kesiminde söz ve kontrol hakkı bulunması nedeni ile her tür ihlalden sorumlu olduğu belirtildi. Bu karara göre Loizidou’nun talep ettiği mülkiyet hakkının ihlal edilmesi 1974 yılından başlamak üzere “süreklilik” kazanmış oldu ki, hukukçu değilim ama bence bu yanlış bir karardı ve 22 Ocak 1990 tarihinin gerisini kapsayamamalıydı. Davanın tazminat kararı ise 28 Temmuz 1998 tarihinde alındı.
Türkiye, dava konusunun siyasi bir sorun olduğu ve Divan’ın kendi yetkisini aştığı görüşünde olmasına rağmen Aralık 2003 tarihinde Loizidou’nun tazminatını yüklü faiziyle birlikte ödedi ancak Loizidou yerine Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Walter Schwimme’ye ödeyerek Rum Yönetimini veya Loizidou’yu muhatap almadığını açıkça ortaya koydu. Davacı Loizidou ve Avukatı Demetriades Rum Yönetiminin telkinleri ile istenilen hedefe ulaşamadıkları için gidip bu tazminatı almadılar, akıllarındaki hinoğlu hinliği yerine getirmek uğruna.
Bu davranışları tam da Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmaya benzedi ve siyasi kazanım dengesi zaman içinde aleyhlerine döndü. AİHM’nin karar gerekçesi ile kuruluşu AB nezdinde yasallaşan “Mal Tazmin Komisyonu” devreye girerek Loizidou’nun komisyona müracaat etmesi için davet yaparak konuyu sonlandırma talebinde bulundu. Loizidou’ya gönderilen resmi yazıda müracaat etmesi halinde ise mevcut araştırma çerçevesinde “67/2005 sayılı yasanın 8’inci maddesinin (1) ve (2). fıkraları altında iadelerinin mümkün olmadığını tazminat veya takaslarının yapılabileceği ve talep etmesi halinde kullanım kaybının da ödenebileceği” kendisine bildirildi.
Bu son “Mal iadesinin yapılmayacağı” adımı gerek Loizidou’da gerekse de Dimitriades ve Rum Yönetiminde şok etkisi yarattı. Artık Loizidou ve benzerlerine mal iadesi yapılmayacağı kesinleşmiş oldu ancak bana göre, Loizidou davasının 28 Temmuz 1998 tarihinde alınan tazminat kararına karşı, Türkiye’nin ve KKTC’nin, tam da Rumların yaptığı gibi, “müzakereler sonucunda Kıbrıslı Türklerin hükümet yönetiminde, Mecliste ve Bakanlar kurulunda eşit haklara sahip kurucu ortak olacakları yeni devletin kuruluşundan sonra mülkiyet konuları sonuca bağlanacaktır” kararını alması ve her tür tazminatı ve iadeyi anlaşma sonrasına ertelemesi daha doğru bir uygulama olacaktı.
Tüm okuyucularımın mübarek Ramazan Bayramını en içten dileklerimle kutlarım.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata@ataatun.com veya ataatun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
“On Bir Ayın Sultanı” Rahmet ayı Ramazan’ın ilk günü de yarın. Oruç tutabilenlerin orucunu Allah kabul etsin. Bugün Yatsı namazından sonra mübarek Ramazan ayının ilk teravih namazı kılınacak. İlk sahuru ise bugünü yarına bağlayan gece yapacağız. Atalarımızın tabiri ile sahur vaktinin bittiği an, beyaz ipliğin siyah iplikten ayırt edilebildiği andır. Diğer bir tanımlama ile de sahur, sabaha karşı doğu ufkunda tan yeri boyunca genişleyerek yayılan dağınık ve enlemesine bir aydınlığın gözle görülebildiği an olan İmsak vaktinde bitiyor.
Tarih kitaplarımı karıştırarak eski ramazan adetlerini derlemeye çalıştım. Atalarımızın nasıl rafine birer insan olduklarını, dinlerine bağlı, mükemmel gelenek ve görenekleri olduğunu görüyoruz biraz araştırınca…
Güzel bir Ramazan adeti olarak “az yiyen melek olur, çok yiyen helak olur”, “az yiyen her gün yer, çok yiyen bir gün yer” gibi vurgulu sözler, hat sanatçılarına yazdırılıp yemek odalarına asılırdı. İftar sofralarında bunu görenler yemede ölçüyü kaçırmaz, doymadan sofradan kalkmayı bilir ve Peygamber Efendimizin (sav) sünnetini de yerine getirmiş olurdu.
Osmanlının en güzel âdetlerinden biri de Akşam Ezanı okununca adı “iftariye” olan hurma ve zemzem’e ilaveten çörek, hoşaf, komposto ve reçel gibi hafif yiyeceklerle orucun açılmasıydı. Oruç iftariye ile açıldıktan sonra akşam namazı kılınır daha sonra da asıl yemek faslı başlardı. Böylece akşama kadar boş duran mide birden tıka basa doldurulmamış olurdu.
Osmanlı’da fakirlerin gözdesi, zengin konakları idi. İsteyen istediği vakit hiç bir davet beklemeden, beğendiği bir konağın kapısını çalıp, “İftara Allah misafiri!” diyebilirdi ve bu asla o dönemde yadırganmazdı. Çünkü bu tür davetsiz misafirler için de ayrı ayrı sofralar hazırlanırdı. Evlerde iftar için 3 ayrı sofra kurulurdu. Birincisi evin beyi ve misafirleri, ikincisi evin hanımı ve misafirleri, üçüncüsü ise evin uşakları, misafirleri ve davetsiz misafirler içindi. Lakin her üç sofradaki yemekler de aynı olurdu. Orta halli ailelerde de yedi akşam komşulara iftar verilirdi.
Ramazanda evsizler, kimsesizler ve yoksullar unutulmaz, onların da iftar ve sahur yemekleri davulcular ve bekçiler eliyle zengin konaklardan gönderilirdi. Hatta ramazan başlamadan dileyen zenginlerin konakları numaralanır, sırası gelen iftarını sahurunu hazırlayıp bekçi veya davulcu vasıtasıyla yoksullara gönderirdi. Ramazanın sahavetinden hayvanlar da nasipsiz kalmaz, iftar ve sahur artıklarından başka, özel olarak kendileri için hazırlanan yiyeceklerden nasiplenirlerdi.
Ramazan’da halk, eşine-dostuna iftar vermeyi büyük bir ibadet kabul eder, misafir ağırlamak için çırpınılırdı. Ramazan boyunca iftar vakitlerinde kapılar açık tutulurdu. Böylece yolda kalan ve ihtiyacı olan herkes istediği eve girer iftar sofrasına dahil olurdu. Bunun için tanıdık olmaya gerek yoktu ve iftar için gelenin kim olduğu da asla sorulmazdı.
Osmanlıdan gelen hoş bir âdet de Zimem defteridir. Bakkal, manav, kasap gibi esnafların tuttuğu borç defteri. Ramazanda zengin biri bakkala gelir ve zenginliği ölçüsünde “İlk 20 kişinin borcunu hesapla” der ve bu şahısların borcunu öderdi. Bazen de tek bir şahıs tarafından bu borç defteri kapatılırdı. Böylece fakirler borçlarından kurtarılırdı. Burada bir başka letâfet daha vardı ki, o da ne borçlu borcunu kimin ödediğini bilir, ne de ödeyen kimin borcunu ödediğini bilirdi. Böylece ne zenginde gurur, ne fakirde minnet olurdu. Büyük bir incelik gerçekten….
Osmanlı’da Ramazan-ı şerifin yaklaşmasından dolayı gerek ekmek, gerekse eşya fiyatlarının inip çıkmaması konusunda devlet tarafından sabit fiyatlar belirleniyor ve belgelerde kayda geçiyordu. Bu çıkan fiyat belgelerine narh defteri deniliyordu. Bu fiyat belgelerini mahalle imamlarının bakkallara iletmeleri emrediliyordu. Bu şekilde Ramazan ayından özellikle gıda maddelerinin fiyatları düşük tutulması ve fakir ailelerin de Ramazanda rahat alış veriş yapması sağlanırdı…
Teknolojik gelişmeler ve sosyolojik değişim bu güzel adetlerin birçoğunu unutturmuş, bir kısmını da -toplum olarak yozlaştığımızdan- biz unutmayı tercih etmişiz maalesef…
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata@ataatun.com veya ataatun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Kıbrıslı Rum lider Anastasiadis gerçek bir şovmen. Yalan söylemenin de kitabını yazmış.
Çok değil daha bir ay öncesi, “Türkiye’nin ve Akıncı’nın, Guterres Çerçeve Belgesini kabul etmesine çok sevindim, takdirle karşıladım” derken sanki de kendisi kabul etmiş de, Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türklerin kabul etmesini bekliyormuş havasını yaratmaya ve uluslararası topluluğun kafasını karıştırmaya çalışıyordu. Birazcık sıkıştırılınca, zorda kalıp “Guterres Çerçeve Belgesini Stratejik belge olarak kabul etmem söz konusu değil çünkü artık Kıbrıs Helenizmi’nin katı görüşleri, yoğun endişeleri olan bir şeyi, yani güvenliği müzakere olanağım olmaz” demek zorunda kaldı ve kimin müzakerelerde oyunbozan olduğu bir kez daha çıktı ortaya.
Anastasiadis’in bu açıklamasını Türkiye ve KKTC Dışişleri Bakanlıkları ortak bir çalışmayla kazanıma çevirmeleri gerekmekte. Son altı aydır, Crans Montana görüşmeleri Rumların çözüm ve barışı isteksizlikleri nedeni ile çöktükten sonra gerek Türkiye Dışişlerinin, gerekse de KKTC Cumhurbaşkanı ve KKTC Dışişlerinin birlikte söyledikleri “Elli yıl daha bu müzakereler ucu açık olarak devam edemez. Kıbrıs sorununa yeni çözüm parametreleri getirilmelidir” savını uygulamaya koymanın zamanı geldi.
Çok akıllıca bir kullanımla, Anastasiadis’in Guterres Çerçeve Belgesini reddetmesini Kıbrıs konusunda yeni yol haritasına geçiş kapısına dönüştürülmesinin tam zamanıdır. Özellikle de Anastasiadis’in BM Parametreleri içeriğinde yer alan siyasi eşitlik kavramını ve tarafların yönetime etkin katılımını bir kez daha reddederek, kararların basit çoğunlukla alınabileceği bir düzeni istediğini açıklaması, Türk tarafı için bulunmaz bir siyasi nimet ve altından bir koz değerindedir. Türk tarafı, müzakerelere bu istek doğrultusunda devam edilemeyeceğini ve son noktanın da Anastasiadis tarafından konulduğu iddiası ile şikayetini başta Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği olmak üzere uluslararası ilgili devletlere ve taraflara iletmesi ve yeni bir yol haritası belirlemesi, Kıbrıslı Türkler ve Türkiye için büyük bir kazanım ve siyasi üstünlük olacaktır.
Rum tarafının ne istediği çok açık. Tüm Rum liderler gibi Anastasiadis de aklını garantilere ve güvenliğe takmış. Arkasını da tanınmış bir devlet olmaya, AB üyesi bulunmaya ve İsrail ile kurduğu müttefikliğe dayamış. Zannediyor ki, kendisi ne isterse olacak ve Türkiye ile Kıbrıs Türk tarafı istese de istemese de kabul edecek.
Anastasiadis diyor ki; “Yeni bir güvenlik rejimi gerekir, eskisi değil. Tek taraflı müdahale haklarının ve Garanti Anlaşmalarının kaldırılması gerekir. Bu nedenle ben güvenliği sağlamak ve toplumlararası çatışmaları önlemek için iki bin kişilik çokuluslu bir polis gücü oluşturulmasını önerdim ama kabul edilmedi.”
Bir de önerisini ekliyor; “Türk askerinin çekilmesi ışığı altında, bir süreliğine iki bin kişilik çokuluslu bir polis gücü olabileceğini ve olası toplumlararası çatışmaları – tescilli organ olarak- göğüsleyebileceğini ifade ettim!”
Diyor da, BM kuruluş ilkelerinde, 1964-1974 yılları arasında Kıbrıs’ta kan gövdeyi götürürken yaşandığı gibi, BM Barış Gücünün veya da BM’nin görevlendireceği bir Polis gücünün gözlemcilikten ve rapor yazmaktan öteye, silahlı müdahale gibi bir yetkisi olamayacağını söylemiyor.
Devamla “nüfusu daha küçük olan Kıbrıs Türk toplumunun imtiyazlı toplum haline geleceği ve nüfusu fazla toplumu kontrol edeceği bir rejime doğru sürükleniyoruz. Özde ‘çoğunluk yönetir azınlık garanti edilir’i, ‘çoğunluk yönetir’e, ‘azınlık ta azınlık haklarına sahip olur’a dönüştürecektik, hedefimiz de budur” diyor.
Kısaca Anastasiadis, “biz Kıbrıs adasının mutlak yöneticisi olacağız, Türkler de bizim idaremiz altında azınlık haklarına sahip AB vatandaşları olacaklar, aynen Batı Trakya’da Türkler gibi” demekten artık çekinmiyor.
BM’nin 1977 Şubatında Makarios ile Denktaş arasında gerçekleştirilen “Birinci Zirve Toplantısı”ndan sonra geliştirdiği “Federasyon Parametreleri”nden vazgeçmesi ve sürdürülebilir başka bir çözüm yolu üretmesi gerekmektedir. Bunun aksinin, kesin ve kadife bir ayrılık olacağından kimsenin şüphesi olmasın.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata@ataatun.com veya ataatun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Okumanın, öğrenmenin yaşı yok derler, çok doğrudur. 2011 yılında başladığım ikinci anadal eğitimim geçtiğimiz gün itibarıyla doktora payesiyle –şimdilik-tamamlandı. Araştırmacı ve yazar yönümden ötürü birçokları benim anabilim dalımın inşaat mühendisliği olduğunu bilmez, siyaset bilimci sanır. O nedenle de gece gündüz okuyarak/araştırarak edindiğim bilgileri taçlandırmam, bilgilerime bilimsel bir paye kazandırmam gerekiyordu ki, onu yaptım. ALES’le, YDS’yle yeniden sınav heyecanları yaşarken öğrencilerimi anladım, geleceğe dair umutlar/amaçlar yeşerttim. “Bu yaştan sonra…”yla başlayan cümleler kurmak yerine, “yapacağım” dedim. “Sen profesörsün, ne gerek var” diyenlere hayatta öğrenilecek çok bilgi olduğunu, bir konuda etrafa bilgi veriyorsak bunun bilimsel temelli olması gerektiğini anlatmaya çalıştım dilim döndüğünce… Hoca olmanın bana yüklediği sorumluluğun emrettiği gibi bir öğrenci oldum ve 70. Yaşımda GAÜ Siyaset Bilimi ve Uluslararası bölümünden doktoramı aldım. Keplerimizi, doktorasını GAÜ İletişim Fakültesi, Medya Yöneticiliği bölümünden geçen ay alan eşimle birlikte atacağız Allah’ın izniyle. Bitti mi; hayır! Bundan sonrası akademik makalelere yoğunlaşıp, gideceğimiz yere kadar gitmek…
Bu arada, GAÜ Chancellor’u (Başkanı) Serhat Akpınar’a, Fakülte Dekanı Prof. Dr. Aykut Toros’a, Tez danışmanıma, Jüri üyelerime ve emeği geçen tüm hocalarıma sonsuz teşekkürler.