Avrupa’nın medeniyeti nereye kadar
Mart 2016’da, Ankara ve Brüksel arasında imzalanan ve Ege’deki insan kaçakçılığına son vermek için imzalanan anlaşma, birçok AB üyesi ülkenin kendi paylarına düşen miktarı ödemeyi reddetmesi nedeni ile sıkıntıya girdi. Bu ülkeler Türkiye’ye ödeme sözü veren Avrupa Komisyonu’nun bir sonraki 3 milyar avroluk fonun finansmanını sağlayacağına inandıklarından ellerini ceplerine atmıyorlar.
Almanya, Fransa, Avusturya, İsveç, Danimarka ve Finlandiya’dan yetkililer Avrupa Komisyonuna gönderdikleri resmi mektupta daha fazla kaynak sağlamaya karşı olduklarını ifade ettiler. Etmesine ettiler ama Başkan Jean-Claude Juncker anında reddetti bu talebi. Türkiye’den fazlasıyla gıcık almış durumda olan Almanya hükümeti, Türkiye’nin, sınırları içinde yaşamlarını sürdüren milyonlarca Suriye’linin insani yaşam için gerekli her tür gereksinimini karşıladığını görmezlikten gelerek, bu paranın verilmesini, alt yapı çalışmalarını tamamlanmasına bağlamak istiyor.
Açıkça “ipe un serdim, yardım parası vermek istemiyorum”a getirmek istiyor konuyu. İşte Batı denilen, Ulusal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşımızda “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diye tanımladığı ve son yüzyıldır bize medeni insanlar ve medeniyet diye kakalanmaya çalışılan Avrupa böyle bir yer, böylesi bir insan topluluğu. Demokrasi anlayışı da hep kendilerine. Türk askerinin başarısını perdeye aksettiren Can Feda filmini, içinde savaş sahneleri var diye sadece gece geç saatlerde yayınlanmasına izin verir ama Rambo benzeri filmlere hiç ses çıkarmaz.
Yunanistan, tembel insanların ülkesi olduğundan, kendileri bir elleri yağda, diğeri balda AB’den iç ettikleri paralarla rahat rahat yaşamak ve Orta Doğu’dan gelecek mültecilere kucak açmak istemiyor. Midilli (Lesvos), Sakız (Chios), ve Sisam (Samos) adalarındaki mülteci kamplarındaki yaşam koşulları, IIci Dünya Savaşındaki Nazi Esir Kamplarından daha kötü. Mültecilerin sağlık koşulları yok. Mülteciler ve özellikle de kadınlar geceleri kendilerini konteynerlerine kilitliyorlar. Kadınlar geceleri tecavüze uğramaktan korktukları için tuvalete gitmeye çekinip altlarını bağlıyorlar. Tecavüz, soygun, yaralama almış başını gitmiş bu kamplarda.
Türkiye ve AB arasında imzalanan ve Türkiye üzerinden AB’ye yapılan insan kaçakçılığına son vermek için imzalanan anlaşmanın çöküşü, 2016 yılında Avrupa’ya seyahat etmek isteyen yüz binlerce mültecinin yaşadığı Yunanistan için korkulu bir rüya, adeta kabus haline geldi.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerginlik, hafta içinde yaşanan Kardak krizi benzeri, Didim açıklarındaki kayalığa Yunan bayrağının dikilmesi, Edirne’de iki Yunan askerinin tutuklanması, göç krizi ve Kıbrıs gibi kangrenleşmiş diğer konulardaki gerginlik gün geçtikçe artma eğilimine girmiş durumda.
Türkiye ile baş edemeyeceğinin bilincinde olan ve neredeyse 2 asırdır sırtını Avrupa Devletlerine ve 20 yüzyıl itibarı ile de ABD’ye de yaslayarak Türkiye’ye kafa tutmaya çalışan Yunanistan, Türkiye konusunda artık ABD ve AB’nin pek bir şey yapamayacağını anlamış olmalı ki, çareyi devreye Rusya’yı sokmakta görüyor. Yunanistan Başbakanı Çipras (Tsipras) geçen hafta Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i telefonla arayarak Türkiye ile aralarında sürmekte olan gerginliğin yumuşatılması konusunda Başkan Putin’den yardım istemesi, bir AB ve NATO üyesi ülkenin yapabileceği iş değil. Belli ki, Yunanistan fena sıkışmış…
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata@ataatun.com veya ataatun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Suriye’deki iç savaş, ABD ve AB’nin istediği gibi gitmiyor.
Beklentileri ve emelleri hiç gerçekleşmedi. Orta Doğu ile ilgili uzun vadeli planları da suya düştü. Yırtıp attılar.
Türkiye-Rusya-İran ittifakı ABD ve AB’nin kısa ve uzun vadeli bütün planlarını fena bozdu.
Rusya’nın ABD’ye kıyasla teknolojik üstünlüğü, Türk Ordusunun inanılmaz başarısı, İran’ın kararlılığı kara kara düşündürtüyor ABD ve AB’li yöneticileri.
Önce İran’a, sonra Rusya’ya ve şimdi de Türkiye’ye uyguladıkları kur baskısı ve enflasyon zorlamasının kısa vadede başarılı gözükse de, uzun vadede işe yaramadığı ortaya çıktı.
ABD son çareyi, aklınca kaba güç gösterisi veya da uygulamasında buldu gözüküyor.
Bölgeye müdahale edebilmesi için artık kabak tadı vermiş bir yönteme gene dört elle sarıldığı belli. Irak’ı, tek taraflı “kitle imha silahı var” bahanesi ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı olmadan, sudan ve sonradan da yalan olduğu ortaya çıkan bir gerekçe ile işgal etmesinden sonra ortaya çıkan bulgular ve sonuç tam bir insanlık yüz karası. Ne “kitle imha silahı” bulabildiler, ne de Irak’a barış getirebildiler. Dolar ile petrol satışı yapmayacağını açıklayan Saddam Hüseyin’i, kötü örnek olmasın ve bu düşüncede olanlara da gözdağı verilsin diye yok ettikten sonra arkalarında darmadağın bir Irak bırakarak bölgeden çekildi.
Aynı şekilde Dolar ile petrol satışı yapmayacağını açıklayan Venezuella lideri Hugo Chavez ve Libya lideri Muammer Muhammed Ebu Münyar el-Kaddafi de aynı akıbete uğradılar. Libya halkı daha yeni yeni Kaddafi’nin kıymetini anlamaya başladı, Libya’nın refahı için neleri göze aldığını daha şimdilerde anlamaya başladılar.
Günümüzde Türkiye’nin çıkarları ile sözde Atlantik Paktı’nın, gerçekte de ABD’nin çıkarları güçlü bir şekilde çatışıyor. ABD’nin bölgesel çıkarı, Türkiye’yı parçalayıp toprak kopardıktan sonra bölgede birazı Iran’dan, birazı Irak’tan, birazı da Suriye’den zorla koparılacak topraklar üzerinde bir Kürt devleti kurmaktan geçerken, Türkiye’nin çıkarı da 24 Temmuz 1923 tarihinde son bulan Lozan Antlaşması ile son şekli verilen Misakı Milli hudutlarını korumaktan ve toprak bütünlüğüne dokundurtmamaktan geçiyor.
ABD, Irak’tan koparılacak kısmı garanti altına aldıktan sonra Suriye’den koparılacak toprak parçası için kolları sıvadı ve Suriye üzerine yoğunlaştı. PKK, PYD ve DAEŞ’in bölgede faaliyet göstermesi boşuna değil. Hepsinin de kurucusu ABD’nin farklı istihbarat birimleri.
ABD’nin Türkiye üzerindeki yıpratma, bölme ve toprak koparma faaliyetleri önce 1975 tarihinde ASALA (Ermenistan’ın Özgürlüğü İçin Gizli Ermeni Ordusu) ile başladı. Kıbrıs Rum Yönetimi, özellikle de Meclis Başkanı Vassos Lissaridis döneminde ASALA’ya Kıbrıs adasında kamp yerleri vermesi ile doruğa ulaşan ASALA’nın faaliyetleri, 1985 yılında Türkiye’nin kökünü kazıması ile son buldu.
ABD’nin desteği ile 27 Kasım 1978’de resmen kurulan ve 30 Temmuz 1979 tarihinde ilk kanlı eylemini başlatan PKK (Kürdistan İşçi Partisi), 12 Eylül 1980 darbesinden sonra iş başına gelenlerin göz yummasını fırsat bilip Türkiye’den toprak kopartmak eylemlerine hız verdiler. Günümüzde Türkiye Hükümetinin kararlı tutumu ve TSK’nın başarısı, Türkiye’de ve hudut bölgelerinde PKK’nın varlığı büyük darbe yemiş durumda.
Orta Doğu’ya hakim olmak, petrolü yönetmek ve İsrail’le müttefik bir devlet kurmak planları Türkiye, Rusya ve İran ittifakı nedeni ile tamamen çöken ABD ve AB, geçmişteki yalan bahanelerine bir tanesini daha eklemek yolunda ve Suriye Arap Devleti kimyasal kullandı yalanı ile Suriye’ye saldırmak hazırlığında.
Bu sefer karizmayı çizdireceği kesin. Vietnam’da, Çin-Vietnam ittifakı karşısında aldığı yüz karası yenilginin benzerini Suriye’de, Türkiye-Rusya-İran ittifakı karşısında alacağı çok açık. Belli ki ABD gerileme sürecine girmiş ve bunun farkında değil. Dünya ticareti üzerinde baskı ile 1944 yılında Bretton Woods anlaşması ile kurduğu Dolar hakimiyeti son bulunca, çöküşü çok kısa bir zaman dilimi içerisinde olacak…. Kaçması da olanaksız artık.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata@ataatun.com veya ataatun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
2 Nisan Pazartesi günü Türkiye’nin amiral gemisi olarak tanımlanan bir gazetesinde yer alan “Kıbrıs’ta 110 bin Türk Rum vatandaşı oldu” başlıklı haber gerçekten de hem yanıltıcı hem de üzücü. Söz konusu gazeteyi kınıyorum.
Başlığın devamında yer alan “110 bin 734 Kıbrıslı Türk, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nden kaynaklanan hakları nedeniyle Avrupa Birliği (AB) vatandaşlığı aldı.” cümlesi de gazete tarafından yapılan yanlışın ve bilgisizliğin ne boyutlarda olduğunu gözler önüne sermekte. Böylesi büyük isimli ve Kıbrıs davasına büyük hizmeti geçmiş bir gazetenin bu denli bilgisizce/araştırmadan yaptığı bu habere diyecek bir söz bulamıyorum zira Kıbrıslı bir Türk olarak benim kendi geçmişim, yazılanlara tamamen zıt ve bu habere konulan başlığa uymamakta.
Doğduğumda, Kıbrıs adası İngiliz Sömürge Yönetimi tarafından yönetildiğinden İngiliz toprağı olarak kabul edilmekteydi. Yürürlükte olan yasalar, mahkemeler, idari yapılaşma ve bütün idari kurallar, Türkçe adı ile “Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda’nın Birleşik Krallığı” (United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland) olan, halk dilindeki adı ile İngiltere’de fiilen uygulananlardı. Paramız İngiliz Lirası, şilin ve kuruş, uzunluk ölçüleri inç (25.4 mm), çarşı arşını (68 cm), inşaat arşını – yarda- (61 cm), mil (1609 m.), ağırlık ölçüleri de okka (1282 gr), libra ve pound (454 gr) idi. Devlet dairelerindeki resmi dil İngilizce, bizler de İngiliz Sömürge İdaresi vatandaşları idik. Pasaportlarımız İngiliz Pasaportu, kimliklerimiz de İngiliz Sömürge İdaresi Kimliği idi. İngiltere’ye veya Ortak Refah (Common wealth) topluluğu üyesi herhangi bir ülkeye gidip yerleşmek, çalışmak, iş kurmak vb. serbestti bu pasaportlarla.
İngiliz vatandaşlığımız, 16 Ağustos 1960 tarihinde, yüzde 70 Rum ve yüzde 30 Türk ortaklığı ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti ile son buldu. Anayasada var olan bir madde nedeni ile Kıbrıslı Türkler ve Rumlar, İngiliz vatandaşlığı ve Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşlığı arasında bir seçim yapmak zorunda bırakıldı. Babamın “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucusuyuz. Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı olarak hayata devam edelim” kararı ile ailecek Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı olduk. Yani 1960 yılında ailecek hepimiz Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı olarak kayda geçtik, isimlerimiz Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşları listesinde yerini aldı.
Kıbrıslı Rumlar adanın yönetimini ele geçirmek için 21 Aralık 1963, Cumartesi günü sabahı Kıbrıslı Türklere organize saldırılar başlatınca, bizleri Türkiye halkına “Rum Vatandaşı” olarak tanıtan gazetenin iddialarının aksine, derme çatma silahlarla Rumlarla çatışmalara girdik ve kahramanca karşı koyduk. Anavatanımız Türkiye’nin desteği ve yardımları sayesinde, yüzlerce şehit ve evlerimizin yakılmasına, taşınabilir eşyalarımızın Rumlar tarafından yağmalanması pahasına, Kıbrıs adasının tüm Türk yerleşim yerlerinde dimdik ayakta durabildik ve Rum egemenliğini kabul etmedik. Çok eziyetler çektik. Aramızda 3-4 kez göçmen olan aileler oldu. Bu aileler her seferinde hayata sıfırdan başlayıp tırnakları ile toprağı kazıyarak hayata tutundular ama “Rum olmayı veya da Rum vatandaşı olmayı” asla kabul etmediler. Ne pahasına olursa olsun ata yadigarı Kıbrıs adasını da asla terk etmediler.
15 Temmuz 1974 günü adayı Yunanistan’a bağlamak için adadaki Yunan subayları tarafından darbe yapılıp sıra Kıbrıs Türklerini yok etmeye gelince, Türkiye Enosis’e giden bu hamleyi kabul etmedi ve askeri müdahale de bulundu. Ben dahil hepimiz, Mücahit olarak kahraman Türk Ordusu ile, Mehmetçik ile omuz omuza, bizleri “Rum Vatandaşı” olarak Türkiye halkına tanıtan gazetenin iddialarının aksine, Rumlara karşı birlikte savaştık. Mehmetçik 20 Temmuz 1974’de, Cumhuriyet tarihimizin en büyük destanını yazdı Kıbrıs’ta.
Benim, ailemin ve benim durumumda olan tüm Kıbrıslı Türklerin adları 16 Ağustos 1960 yılından beridir Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşları arasında yer almakta. Rumlar kendilerini, silah zoru ile 21 Aralık 1963 günü el koydukları Kıbrıs Cumhuriyetinin sahibi zannediyorlarsa ve 16 Ağustos 1960 tarihinde kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinin vatandaş olan Kıbrıslı Türkleri kendi vatandaşları addediyorlarsa, hem kendileri, hem de bizleri Türkiye halkına “Rum Vatandaşı” olarak tanıtan gazetenin sözde yazar ve editörleri çok yanılıyor.
Özetle; Aramızda her ne kadar Rum aşığı hainler olsa da biz Rum değiliz, olmadık, olmayacağız. Rumlarla, İngilizlerle yaşadığımız 400 küsur sene boyunca ne dilimizi unuttuk, ne dinimizi. Bu pasaport/kimlik bize 1960 yılında kurucu ortağı olduğumuz cumhuriyet tarafından verilmiş olup, Rumlarla hiçbir ilgisi yoktur. Türkiye’nin bu sözde lider gazetesi, Kıbrıslı Türkleri aşağılayıcı ve kamuoyunu yanıltıcı haber başlığından dolayı özür dilemelidir ki, ben artık bu gazeteyi, bizlerden özür dileyene kadar almayacağım ve okumayacağım. Tüm Kıbrıslı Türkleri ve bizlere inanan, güvenen, yıllarca desteklerini esirgemeyen Türkiyeli kardeşlerimizi de bu gazeteyi bizlerden özür dileyene kadar boykot etmeye davet ediyorum.
Yazıklar olsun böylesi çirkin, aşağılayıcı ve yanıltıcı başlığı kullanan yazara ve buna onay veren editöre.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata@ataatun.com veya ataatun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Türkiye, Afrin kanalı ile AB ve ABD’ye son mesajını verdi.
Mesaj çok açık ve Türkçe. “Ben bu bölgede söz sahibiyim ve sınırsız destek verdiğiniz Kürtlerin yönetimi ve denetimi altında hiçbir oluşuma, idareye veya da yapılaşmaya asla izin vermeyeceğim” dedi Türkiye. Tabii anlayana…
ABD’nin ve AB’nin bu mesajı anladığından son derece eminim ama ilk başlarda anlamamış gözükecekleri ve bildiklerini okumak isteyecekleri kesin. Sonrası hüsran olacak ama hala geçmişte yaşadıkları için şimdilik bunu düşünmek bile istemiyorlar.
FETÖ kalkışma girişiminden sonra sayısal anlamla eksilen Türk Hava Kuvvetleri, bir buçuk yıl gibi kısacık bir dönem içinde tekrardan toparlanıp yapılandı. Sonrasında da Afrin’de Cumhuriyet tarihinin en büyük hava harekâtını başarı ile gerçekleştirerek Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı dünyasına vermek istediği mesajın altına Kara kuvvetleri ile birlikte imzasını attı.
Türkiye, ABD ile yaşanacak askeri veya da ekonomik bir krizi göze almış durumda ve an itibarı ile jeopolitik konumunun avantajının, jeostratejik öneminin farkında. Buna ilaveten sanayisinin gelişmişliğinin özellikle de silah sanayisinin son teknolojiyi yakalamış olmasının ve yaratıcılığının bilincinde olmasından ötürü, krizden artık korkmuyor. Bu nedenle de Batı ile ilişkilerinin kopmasından veya zayıflamasından pek çekinmiyor.
AB’nin geçmişte, Rusya’ya karşı hayata geçirdiği yaptırımların hiçbir olumsuz etki yaratmamasından dolayı, bu sefer Türkiye’ye Kıbrıs Rum Yönetiminin aklı ile yaptırım uygulaması söz konusu değil. Yirminci Yüzyılının ilk çeyreğindeki Osmanlı Devleti ve son çeyreğindeki “Evet efendimci” Türkiye yok artık Batı dünyasının karşısında. Dolayısıyla Brüksel akıllı ise Türkiye ile olan ilişkilerini koparmak veya da yaptırımlar uygulamak yerine geliştirmek için kafa patlatmalı, yollar ve çözümler aramalı.
AB’nin lokomotifi Almanya, PKK’yı şantaj ve tehditle para toplaması, özellikle Suriye’de onbinlerce dönümlük arazilerin içinde uyuşturucu bitkiler yetiştirerek uyuşturucu üretip satması ve uyuşturucu etki yaratan kimyasal hapları üreten fabrikalar kurarak elde ettiği gelirle silah kaçakçılığı yapması nedeni ile “Terör Örgütü” sınıfına sokup Almanya’daki faaliyetlerini yasaklaması, PKK gerçeğini gözler önüne sermekte.
Türkiye’nin, PKK içeriğinde bir terör örgütünün yönetimi ve idaresi altında sınırlarına komşu bir Kürt devletinin kurulmasına izin vermek istemediğini ABD’nin ve AB’nin çok iyi anlaması gerekmekte. Bu anlayış fiiliyatta gerçekleşmediği sürece Türkiye’nin Rusya ve İran ile birlikte bölgede, üstesinden gelinmesi ve alt edilmesi çok zor bir güç oluşturacağı kesin. Zaten gidişat da onu göstermekte.
Türkiye’nin Rusya’dan S400 füzelerini almak kararına karşın ABD’nin en gelişmiş savaş uçağı olan F-35’leri vermemek tehdidi çok da etkili olmadı. Proje başladığından bu yana Türkiye’nin üretimine ortak olduğu beşinci nesil F-35 uçaklarının verilmemesi halinde T.C. Hükümeti bir dizi karşı hamleyi gündeme getirmeye hazırlanıyor. Bunların başında ABD’nin bölgede gözü ve kulağı olan bir dizi tesisin kapatılması geliyor. Zaten Türkiye’nin kendi üreteceği savaş uçağının tasarımları da bitmiş durumda. ABD’nin uçak satmama şantajının süresinin geçerliliği bugünden itibaren sadece beş yıl. Sonra herkes yoluna. Dahası an itibarı ile Türkiye Rusya ile silahlanma işbirliğini gündeme almış durumda.
Zamanı gelince, ABD, İngiltere ve AB’deki yöneticilerin gözlerindeki perdeyi ve kafalarındaki “dünyayı biz yönetiriz” kavramını kaldırabildiklerinde, bambaşka bir dünyayı görecekleri kesin. Özellikle de Türkiye’nin Batı’dan ve ABD ile NATO’dan kopmasının yaratacağı olumsuzlukların boyutunu ancak o vakit görebilecek ve anlayabilecekler.
Umarım erken uyanırlar megalomani rüyalarından…
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Afrin Harekatı, KKTC de dahil, dünyanın birçok yerindeki Türkiye düşmanlarını rahatsız etti. “İşgal” olarak göstermek isteyenler de oldu, sivil halkın katledildiği yönünde algı operasyonu yürütenler de…
Öncelikle şunu söyleyelim; Afrin asla ve asla bir işgal harekatı değil bir zorunluluktu, tıpkı 1974 gibi…
1974’te gerçekleştirilen Barış Harekatının neden gerekli olduğunun açıklamasını bir başka yazıya bırakarak, Afrin’e dönelim. Afrin Harekatı, çok iyi yönetilmiş ve dünyada eşi benzeri olmayan bir harekattı zira Türk Silahlı Kuvvetleri, dünyada hiç görünmedik şekilde, sivilleri ayıklayarak rasyonel bir strateji ile ilerledi. Zaten harekatın uzun sürmesinin nedeni buydu. Amerika gibi, şehre tepeden bombalar yağdırıp dümdüz etseydi, hem üç günde bölgeyi tüm terörist unsurlardan temizler, hem de hiç askeri zayiat vermezdi. Nitekim Türk istihbaratının teröristle halkı ayırma konusunda gösterdiği büyük başarı, harekatın nokta atışlarla ve en az zayiatla başarıya ulaşmasına neden oldu. Türkiye’nin iradesini gören PYD de çareyi, ABD ve Rusya’ya söve söve kaçmakta buldu.
***
Gelelim harekatın neden gerekli olduğu meselesine; Kaynak sormazsanız, size ilk ağızdan duyduğum bilgileri aktaracağım. Gerçi bir kısmı herkesçe bilenen şeyler ama onun dışında çok önemli ayrıntılar var. Şimdi arkanıza yaslanın;
Bilindiği üzere Afrin, Suriye’deki iç savaşın başlamasıyla birlikte YPG’nin kontrolünde. Bölge terörist Kürt gruplar tarafından, yasadışılığın ve uyuşturucu ticaretinin merkezi olmuş. Gazetelerde de okuduğumuz üzere, binlerce dönüm araziye uyuşturucu imalatında kullanılan bitkiler ekiliyor. Uyuşturucunun kontrolü terör örgütü ağalarında. Oturdukları malikaneler dünyanın hiçbir yerinde rastlamadığınız lükse sahip. Bölgeye uyuşturucu hap imal eden fabrikalar kurulmuş ve bu fabrikalardan Afrika ülkeleri başta olmak üzere dünyanın tüm ülkelerine sevkiyat yapılıyor. Burada üretilen/işlenen uyuşturucular, Güneydoğu’nun teröre teslim olması ve kontrol zafiyetinden ötürü açılan tünellerden kolayca diğer ülkelere ulaştırılabiliyor(du.) Uyuşturucu baronları, Güneydoğu’da başlayan temizlik operasyonları, ardından da Zeytin Dalı Operasyonu nedeniyle yeni güzergah bulma peşine düştü. Yeni plana göre uyuşturucu, Kaibe Köyü ve Azez Siccu üzerinden Mersin Taşucu’na ulaştırılacaktı ancak alınan önlemler PYD’li uyuşturucu tacirlerinin planlarına darbe vurdu.
Şimdi konuyu biraz daha genişletelim; Güneydoğu’da, 1983 yılından itibaren hız kazanan terörün nedeni aslında bu ticarete yol açmak. (Hani eşikyalı dizide olduğu gibi.) Terörist unsurları destekleyen ABD, ticaret kanallarını açık tutmak adına kontrolsüz bölgeler yaratma peşinde. Güneydoğu’ya “özerklik”, diğer Ortadoğu ülkelerine “özgürlük” adı altında silaha davranması ve Kürtleri de bu yönde manipüle etmesi tam da bu yüzden.
ABD’nin, PYD‘ye verdiği silahların 4 bin TIR’ı geçtiğini hepimiz biliyoruz. ABD’nin, utanmayı atarak, hiç çekinmeden Türklerin önünden geçirdiği konvoylarda, üstü kapalı tırlar, iş makineleri, personel taşıyıcı araçlar da vardı. Peki ABD Kürtleri çok sevdiği için mi destek verdi? Onun için mi iş makineleri, tırlar gönderdi silahların yanında? Tabi ki değil. Ticaretinin yürütülebilmesi için tünellerin kazılması, sevkiyatların sürmesi gerekiyordu. Yukarıda da söylediğim gibi, ABD, kendinin kontrol edebileceği insanlarla iş yapmak istedi, Kürtlerin zayıf noktalarına dokundu, “özerklik” sözü verdi. Onlar da ABD’nin, kara kaşlarına, kara gözlerine yardım ettiğini sandı, yanıldıklarını anlamak kendilerine pahalıya maloldu.
İşte tam bu noktada Türkiye yapılması gerekeni yaptı. Türkiye için büyük tehlike arzeden Afrin bölgesini terörist unsurlardan temizledi, uluslararası uyuşturucu masasını çökertti. Türkiye’yi bölünmekten kurtardı. Tabi ki bu örgütlerin ABD’de olduğu kadar Avrupa’da da bağlantıları vardı. Bu dostlar da Afrin Harekatını işgal harekatı olarak göstererek, Türkiye’yi durdurmayı denediler. Ajanlar gönderdiler, kara propagandalar yaptılar. Irak savaşından, Suriye’deki katliamlardan, Arap Baharı günlerinden fotoğrafları çıkarıp servis etmeye çalıştılar ancak gerçeklerin er-geç ortaya çıkmak gibi bir huyu olduğunu ve masum Afrin halkının, Türk askerine kucak açacağını hesap edemediler.
Merak edenler için son söz; Türkiye Afrin’i işgal etmedi, orayı yönetmek niyetinde de değil. Kısa zamanda bölgede üçlü olması muhtemel bir yönetim kurulacak ve Afrin halkı kendi kendini yönetecek. Afrin’i yeniden imar etmek için kollarını sıvayan Türkiye’nin tek amacı, Afrin ve sınırlarına tehlike arzeden diğer bölgelerde güvenlik çemberi oluşturarak toprak bütünlüğünü korumak. Sınırlarımız, hilal şeklindeki güvenlik çemberiyle korunacak, teröriste göz açtırılmayacak. Şimdi elinizi vicdanınıza koyun, Erdoğanafobiyi bir kenara bırakın ve düşünün Allahaşkına; Afrin Harekatı emperyalist güçlere karşı yapılmadı mı? 50 yıllık vesayetin sona erdirilmesi suç mu? Gerekli değil miydi? Kimleri niçin rahatsız etti? Anlı şanlı ünlü solcular, nasıl oldu da ABD ile aynı çizgide buluştular? Bunların cevabını verebildiğimiz an PKK’nın da, PYD’nin de, DAEŞ’in de kimin kuklaları olduğu ve Türkiye’nin masumiyeti ortaya çıkacak.