Rum liderin timsah gözyaşları
Rum Yönetimi eski başkanlarından Yorgos Vasiliu’nun otobiyografisinin ikinci cildini yayınlaması nedeniyle Politis gazetesinde yayınlanan özel söyleşisi tam bir aldatmaca. Özellikle de Ghali Fikirler dizisinin kabulü ve üzerinde mutabakata varılması konusundaki sözleri tam bir softa yanıltması içeriğinde.
Rum eski lider Vasiliu’nun, başkanlığı döneminde Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ile New York’ta yaptıkları son müzakerelerde “Denktaş ya Ghali Fikirleri’ni kabul edecek veya Maraş’ın iadesi de dahil yaptırım uygulanacak” denilen meşhur 789 sayılı kararın çıktığını ancak ardından Rum başkanlık seçimlerini kaybettiği için bu hareketliliğin sonlandığını söylemesi tam bir hikaye. Belli ki kendini aklamaya çalışmış Vasiliu.
İşin gerçeği Vasiliu’nun anlattığı gibi değil.
Dönemin BM Genel Sekreteri Butros Butros Ghali, adı ile bilinen Gali Fikirler Dizisini masaya koyduğu ve tartışmaya açtığı vakit, dönemin Rum lideri Yorgo Vasiliu hemen bir kahraman gibi ortaya atılmış, 100 maddelik olan Fikirler Dizisinin tümünü kabul ettiğini, konuyu görüşmek üzere Kıbrıs’a gidip geldikten sonra altına derhal imzasını atabileceğini açıklarken, Kurucu Cumhurbaşkanımız Rauf R. Denktaş, 100 maddelik Gali Fikirler Dizisi’nin 92 maddesini tartışmasız kabul ettiğini, geriye kalan 8 maddeyi ise tartışabileceğini açıklamıştı.
Barış Kahramanı Yorgo Vasiliu, ertesi gün uçakla Kıbrıs’a dönmüş ve Rum Ulusal Konseyi’ni toplayarak konuyu açmış ve Fikirler Dizisinin kendilerinin çok lehine olduğunu belirterek onaylanmasını talep etmişti. Dönemim Ulusal Konsey Ruhani Başkanı Başpiskopos Ici Hrisostomos’tan azar işitince ve Kıbrıslı Türkleri adanın yönetimine ortak etmekle “Vatan Hanini” olarak ilan edileceği kendisine belirtilip, Gali Fikirler Dizisi tümüyle Ulusal Konsey tarafından reddedilince, kuyruğunu bacaklarının arasına sokmuş, altına imzamı atarım dediği Ghali Fikirler Dizisini imzalamaya mecbur kalmamak için New York’a dönmemişti bile.
Ben kendisine kaç kere “New York’ta bir barış kahraman gibi ilk başta ‘Ghali Fikirler dizisinin altına imzamı atarım’ dedikten sonra neden caydığını ve New York’a dönmediğini” sormuşsam, her seferinde “Ben hepsini kabul ettim ama Rauf bey kabul etmedi, bu nedenle New York’a geri dönmedim” gibi softa şaşırtması yanıtlar vermişti, sanki bir gerçek nedenini bilmiyormuşuz gibi.
Rum lider kim olursa olsun, kim seçilirse seçilsin, Rum Ortodoks Kilisesi tarafından “Aforoz” edilmemek ve “Vatan Haini” olarak Helen tarihine geçmemek için asla Kıbrıslı Türkleri adanın yönetimine ortak edecek ve Kıbrıslı Türklere adanın belli bir bölgesinin mutlak yönetimi olacağı bir anlaşmaya imzasını atamaz. Zaten, özellikle de Ortodoks Rumların dini inanışlarına göre Kilise tarafından aforoz edilmek demek, öldükten sonra cenaze duasının yapılmaması ve Cennete kabul edilmemesi olduğundan hiçbir Ortodoks Rum kilise tarafından aforoz edilmeyi göze alamadığı gibi asırlar boyunca Helen tarihinde adının “Vatan Haini” olarak yer almasını ve kendisi ile birlikte ailesinin de lanetle anılmasını istemez.
Örneği de Rumların III. Cumhurbaşkanı Yorgo Vasiliu. İş adamı olan ve adadaki soruna adanın yönetimine Türklerin de ortak olacağı bir çözüm bulunursa, her iki halkın neleri kazanacağını çok iyi bilmesine rağmen, Gali Fikirler Dizisini kabul etmeyi ve altına imza atmayı göze alamadı…
Söyleşide söylediklerinin tümü timsah göz yaşı ve pembe bir hikaye. Doğrusu yukarıda…
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Birinci ve İkinci Dünya savaşları genelde ticari nedenlerle başlamış, sonra da içerik değiştirmişti. Bugün de dünyada aynı gerekçelerle savaşlar yürütüldüğünü söylemek olası. Açıklayalım;
ABD’nin ticaret açığı yıllık 800 milyar Dolar boyutunda ve ABD Başkanı Trump, özel sektörden gelmesi nedeni ile ticari gerçekleri çok daha iyi görebilme deneyimine ve yeteneğine sahip. ABD ekonomisinin şu anda kâğıttan bir kaplan olduğunun farkında ve 1947 yılında bütün dünyaya zorla kabul ettirilen Dolar hegemonyasının da bir gün aniden çökeceğinin bilincinde. Şu anda karşılıksız basılan ve dünyada BM’ye üye tüm devletlerin Merkez Bankalarında ticaret, alım ve satım amaçlı stoklanan Dolarların, bir gün piyasaya düşeceği ve ekonomistlerin dili ile “çöp” olacağını biliyor ve şimdiden tedbir almaya ve ABD ekonomisini gerçek ve geçerli temeller üzerine oturtmaya çalışıyor.
Trump’ın seçim döneminde verdiği sözler de var. Bunlardan bir tanesi, yerli üretimi teşvikti. Seçildikten sonra bu sözlerini gerçekleştirebilmek için de, iç dinamikleri hareket geçirmek, yerli hammadde üretimini arttırmak, istihdamı çoğaltmak, yurt dışındaki ABD sermayeli fabrikaları kapatmak ve ithalatı kısıtlamak uygulamasına gitmeyi tercih etti. Tabi ki bu tedbirlerin anti tedbirlerini de bu uygulamalara maruz kalacak devletlerin uygulayacağını da biliyor. Bunun adına da kısa ve öz olarak “Ticaret Savaşları” da denilebilir.
Başkan Trump çelik ürünlerine yüzde 25, alüminyum ürünlerine de yüzde 10 ilave gümrük koymak niyetinde ve işe çelikle başladı ancak yıllık 35 milyon ton çelik üreten AB’nin en iyi ve en sağlam müşterisi yıllık 5 milyonluk ithalatı ile ABD olması nedeni ile, Trump’ın iç piyasayı korumak için çelik ithalatına kota koyması ve vergilerini yüzde 10’a çıkarması AB’yi çok olumsuz etkileyecek.
ABD, AB ekonomisinde büyük yer tutan otomotiv endüstrisinin, özellikle de Alman otomobil ve araba parçalarının en büyük pazarı. Başkan Trump, AB’den ithal edilecek araçlara yüzde 35 vergi konulması düşüncesinde. ABD’nin Avrupa’dan yapılacak otomobil ve oto yedek parça ithalatına yüzde 25 vergi koyması durumunda bile Alman otomotiv sanayisi büyük darbe alacak. Alman otomobil üreticilerinin ABD’de 36 bin 500 çalışanı bulunmakta. Alman otomobil parçaları endüstrisinde ise 80 bin kişi çalışmakta.
Sıkıntı tam da burada başlıyor. Alman hükümetinin, AB’nin söz konusu yeni vergilerin konmaması yönündeki çalışmalarında başarılı olamaması halinde, gümrük vergilerinden muafiyet sağlamak için karşı tedbirler almak yoluna gideceği kesin. Zaten bu yönde açıklamaları da var, “tehditlere kulak asmıyoruz ve sonuna kadar direneceğiz” diyorlar. AB, ABD’de üretilen araçlara yüzde 10 daha vergi koymak hazırlığında.
Bu savaşa Çin de katıldı ve ABD menşeli araçlara Çarşamba günü itibarı ile ilave vergi koydu.
Belli ki savaş baltaları gömülü olduğu yerden çıkarılmış.
İnşallah bu masum görünümlü ticari savaş, Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında olduğu gibi, sıcak çatışmalara dönüşmez.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Suudi Arabistan Prensi Muhammed bin Salman, Türkiye’yi neredeyse bir yüzyıl önce Osmanlı İmparatorluğu’nun çöktüğü zaman ortadan kalkmış olan İslami Hilafet’i geri getirmek için çaba sarf etmekle suçlamaya başladı. Belli ki Türkiye, Suudi Arabistan’ın Arap dünyasındaki liderliğini sallamaya başlamış.
Suudi Arabistan yönetiminde güçlü bir yeri olan Prens Muhammed bin Salman, Mısır Al-Sorok gazetesine verdiği demeçte, İran’a verip veriştirdi, arkasından da, Türkiye’yi İran’ın yanında İslami örgütlerin de içinde bulunduğu “şer üçgeni”nde yer almakla ve bu şer üçgenine destek vermekle suçladı. Salman’a göre şer üçgeninin bir köşesinde İran, bir köşesinde İslami Örgütler, diğer köşesinde de Türkiye bulunmakta.
Bu yorumlar, Suudi Arabistan’ın diğer bazı Körfez ülkeleri ile olan çatışmasında Türkiye’nin kendi yanında değil, Katar’ın yanında yer alması nedeni Suudi Arabistan’ın Türkiye’den duyduğu endişeyi ve derin şüpheyi yansıtıyor.
Türkiye’nin, geçtiğimiz bir kaç ay içinde Suudi Arabistan’ın Ortadoğu’daki büyük rakibi olan İran’la birlikte, Kuzey Suriye’deki savaşları azaltmak için çalışması, İranlı ve Türk askeri yetkililerin geçtiğimiz yıl resmi olarak görüşmeleri ve birbirlerine yaptıkları ziyaretler, Suudi Arabistan’ın ve ağabeyi ABD’yi pek hoşnut etmemiş anlaşılan.
ABD’nin bölgedeki en büyük düş kırıklığı, 1952 yılından sonra Orta Doğu’yu İngilizlerden devr aldıktan sonra Orta Doğu’da kurduğu ve 21ci yüzyılın başına kadar sürdürdüğü “Yat Arap, Kalk Arap” sistemine Türkiye’nin çomak sokmuş olması. Türkiye’yi son 60 yıldır, kendinin köle bir eyaleti olarak yönetmesinin son bulması, ABD’nin bölgedeki stratejilerini değiştirmiş durumda.
Strateji değişikliğinin başında Suudi Arabistan’ın başına ABD hayranı ve kölesi bir kişiyi getirmek ve Orta Doğu’yu Suudi Arabistan liderliğinde ve önderliğinde yönetmek var. Bu nedenle de Suudi Arabistan’da büyük bir tasfiye operasyonu gerçekleştirildi son bir yıl içinde.
Prens, geçen yıldan bu yana yurtdışına yaptığı ilk seferinde Kahire’yi ziyaret etti ve Suudi tahtının halefi olarak Mısır gazetelerinin yöneticileriyle önemli bir toplantı yaptı. Bu özel toplantıda Şer üçgeni tanımlamasının yanında Katar uyuşmazlığının 60 yıl önce Küba’ya uygulanan ABD ambargosuyla süreceğini söylemesi, gelecekte nelerin yaşanacağının habercisi.
Suudi Arabistan’ın, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Bahreyn ile birlikte geçtiğimiz Haziran ayında Katar ile diplomatik ve ticari ilişkileri kesmesi, dünyanın en büyük sıvılaştırılmış doğal gaz ihracatçısı olan ve dünyanın en büyük ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Katar’a hava ve deniz yollarını kapatması, Suudi Arabistan ile Katar’ın yakında kanlı bıçaklı olacağının habercisi.
Suudi Arabistan’ın dış politikasındaki bir başka değişiklikte İsrail ile olan ilişkilerinde.
Suudi Arabistan yönetiminin, daha doğrusu Prens Salman’ın verdiği tarihi olan ve Arap dünyasında köşe taşı olacak bir kararla 1948 yılından beri diplomatik ilişkileri sürdürmediği İsrail’e bazı koşullarda hava sahasını açması. Bundan sonra İsrail’den kalkan ve İsrail’e gidecek uçaklar Suudi Arabistan hava sahasını kullanabilecek. Şimdilik bu uygulama gizli tutuluyor ve İsrail yetkilileri ile Suudi yetkililer güya “haberimiz yok” diyorlar ama uygulama başladı bile.
Suudi Arabistan’ın İsrail’in bile ancak fark ettiği bu kararı, Riyad ve Tel Aviv’in İran’ın daha geniş bölgedeki nüfuzu konusunda endişe duyduğunu ve Ortadoğu’daki iki ana müttefik, Suudi Arabistan ve İsrail arasındaki ikili ilişkilerde bir iyileşme olduğunu işaret ediyor.
Belli ki Trump yönetimi, İkinci Dünya savaşından sonrasında kurduğu dengelerin değişmesi sonrasında elinden kaçırmak üzere olduğu Orta Doğu’ya son bir gayretle müdahale ediyor. Sonrası ise belli ki tufan olacak….
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Eski adı ile Levant olan Doğu Akdeniz bölgesinde doğalgaz krizi bayağı ciddi boyutlara ulaşmaya başladı.
Türkiye ve Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından desteklenen ve Suudi Arabistan’ın hışımından kurtarılan Katar’ın Emiri Hamad Bin Halifa al Thani, 25 Şubat günü Yunanistan’ın başkenti Atina’ya resmi bir ziyaret yaptı. Liar marka kişisel jet uçağı ile Atina’daki Eleftherios Venizelos havaalanına indikten sonra geceliği 12 bin Avro olan “Hotel Grande Bretagne” otelinin Kral Dairesine giden Katar Emiri, otelden hiç çıkmamacasına 3 gün Atina’da kaldı ve hem resmi hem de ticari görüşmeler yaptı.
Ticari görüşmeleri ve Yunanistan hükümet yetkilileri ile yaptığı görüşmeler çok önemli. Bir yerde de Doğu Akdeniz’deki doğalgaz krizini tetikleyici içerikte. Özellikle Exxon-Mobil grubunun yetkilileri ile Atina’da görüşmesi ve Exxon-Mobil grubunun Katar Petrol Şirketi ile ortaklaşa Kıbrıs Rum tarafının tek taraflı ilan ettiği 10. Parselde ortaklaşa ilkbaharda arama ve sonbaharda da sondaj yapmasına karar verilmesi Türkiye ve KKTC açısından bir takım sıkıntılar çıkaracak önemde.
Kıbrıs Rum tarafının tek yanlı ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölge içindeki 10. parselde Exxon-Mobil-Qatar Petroleum konsorsiyumuna ait 2 gemi arama ve sondaj faaliyetlerine 5 Mart günü başlıyor. Sondaj ise Ekim ayında yapılacak.
Güçlü bir Amerikan şirketi olan Exxon-Mobil şirketinin kirasında bulunan Ocean Investigator ve Med Surveyor adlı arama ve sondaj gemileri şu anda Doğu Akdeniz’de bulunuyor. Ocean Investigator adlı sondaj gemisi Atina’nın güney doğusundaki, Türkiye düşmanı teröristlerin eğitildiği “ünlü” Lavrion şehrinin açıklarında demirli. Med Surveyor adlı gemi ise İsrail’in liman kenti olan Hayfa’nın 350 kilometre (190 deniz mili) açığında, Kıbrıs adasının güneyinde demirli. Her iki gemi Exxon-Mobil-Katar Petrol konsorsiyumunun aldığı ortak karara göre gerektiği sayıdaki sondaja Ekim ayında başlayacak.
ABD hükümeti ise Suriye’deki durumun kendi kontrollerinden çıkması nedeni ile 6.Filosunu Akdeniz’e göndermek kararını aldı.
İşin ilginç yanına ve büyük tesadüfe göre, 10. Parselde başlayacak arama ve sondaj işlemleri tam da 6. Filonun Doğu Akdeniz’e geleceği tarihle çakışıyor. ABD’nin gerçekte vermek istediği mesaj, “ABD, Rumların tek yanlı Münhasır Ekonomik Bölge ilanını ve bu bölge üzerindeki egemenlik haklarını tanımaktadır ve 10. Parselde Exxon-Mobil-Katar Petrol konsorsiyumunun yapacağı işlemleri de desteklemektedir. Türkiye’nin müdahalesi olursa da gerektiğinde 6. Filo söz konusu arama ve sondaj gemilerini koruma görevini yapacaktır.” demeye getiriyor.
Tesadüfe bakın ki, Suriye’deki olumsuz gelişmeler nedeni ile ABD Deniz Filosundan 4 gemi, USS New York (LPD-21), USS Iwo Jima (LHD-7), USNS William McLean (T-AKE-12) ve USS Oak Hill (LSD-51) 28 Şubat Çarşamba günü Cebelitarik boğazından Akdeniz’e giriş yaptı. Hedefleri Levant, daha doğrusu 10. Parselin yer aldığı Güney Batı Kıbrıs açıkları ile 3. Parselin yer aldığı Mağusa Körfezi arasındaki bölge.
Göstermelik amaç, Suriye’ye olası müdahale.
Gerçek amaç, Pazartesi günü 10. Parselde arama işlemlerine başlayacak olan Ocean Investigator ve Med Surveyor adlı gemilere muhafızlık etmek ve olası bir Türk müdahalesine mani olmak.
Anastasiadis bu nedenle dün yaptığı açıklamada “Türkiye ve Kıbrıs Türk liderliğinin isteksizliği nedeniyle Kıbrıs müzakerelerinin yeniden başlaması imkansız” dedi. Güvencesi ABD ve AB. İstediği ise asırlardır yaptıkları gibi Batılı devletlerin Türkiye’ye yapacakları baskılar ile Kıbrıs adasına tamamen hakim ve egemen olmak…
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Türkiye Rumların asırlık oyununu fena bozdu
1821 yılından başlayarak başta Yunanistan olmak üzere tüm Helenler, Avrupa Devletlerini ve Anglo-Sakson birliğini arkalarına alarak hem devlet kurdular hem de bir tek mermi atmadan, Ege’deki adaların da dahil olduğu topraklarını Mors yarımadasından başlamak üzere kuzeyde Meriç nehrine kadar büyüttüler.
Toprak büyütmek, daha doğrusu gasp etmek için her atacakları adımdan evvel hem Avrupa devletlerinin arkasına saklandılar, hem de 1821 Mora İsyanından başlamak üzere Tesalya’da, Girit’te ve Kıbrıs’ta yaptıkları gibi Türkleri canice boğazladıktan sonra bir de üstünden çıkarak “Türkler bizi kesti, kıyıma uğradık” yalanları ile mazlum rolüne bürünerek dostlarından yardım ve destek istediler. Başardılar da…
Yunanlıların politik yalancılıklarını, düzenbazlıklarını, Bizans oyunlarını ve tüm bunların arkasından elde ettikleri kazanımları takdir etmek gerekir. Gerçekten de yaygarada, mazlum rolüne bürünmekte ve Avrupalılar ile Anglo-Saksonları kandırmakta son derece başarılılar. Onların da bile bile kandığı kesin.
1982 Üçüncü Deniz Hukukundan sonra Rumların ilan ettiği MEB ne denli geçerli ise 1958 Birinci Deniz Hukuku ile 1960 İkinci Deniz Hukuku Konferansı sonrasında Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölgesi (MEB) o kadar geçerli. İlan edilen MEB’lerin bazı yerleri üst üste geliyor ve birbirleri ile çakışıyor. Rumlar ve aramızdaki Rum hayranları, Türkiye’nin haklarını görmezlikten gelerek, televizyonlara çıkıp utanmadan sıkılmadan “Türkiye MEB’ini ilan etti ama komşu devletlerle karşılıklı imzalaşmadı, bu nedenle de Türkiye’nin MEB’i geçersizdir” gibi tek yanlı ve saçma iddialarda bulunuyorlar. Oysa aynı iddialar Rumlar içinde geçerli ama bunu ağızlarına almıyorlar.
Rumların, ilan ettikleri MEB’leri ile ilgili olarak sadece İsrail ve Mısır ile anlaşması var. Geçerli olabilmesi için tüm komşu ülkelerle anlaşma imzalaması gerekmekte. Gerçekte Cumhurbaşkanı Mursi, bir evvelki Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in oğullarının Mısır’dan kaçırdıkları paraların Kıbrıs Rum bankalarında aklanması karşılığında karşılıklı imzalanan MEB anlaşmasını “Rumlar haklarımızı gasp etti” diyerek iptal etmişti ama şimdiki Cumhurbaşkanı General Sisi, “Düşmanımı düşmanı dostumdur” felsefesi ile Mısır halkının haklarının göz göre göre yenmesi pahasına, Hüsnü Mübarek döneminde imzalanan MEB anlaşmasını tekrar yürürlüğe koydu.
O nedenle de Rum tarafının ilan ettiği MEB, Türkiye dahil olmak üzere, Suriye, Lübnan, İsrail ve Mısır tarafından imzalanmadığı müddetçe geçerli değil.
Öte yandan; Rumların, Kıbrıs adasının tek hakimi olduklarını ispatlamak amacı ile hem KKTC’nin hem de Türkiye’nin MEB’i içerisinde yer alan 3. Parselde doğalgaz aranması için ENI şirketine izin satması, gerçekte Avrupa Devletleri ile Türkiye ile karşı karşıya getirip, eskiden olduğu gibi mermi atmadan bu denizlerde hükümranlığını ilan etmek ve sürdürmek hedefliydi.
Ne var ki, Rumlar ve Yunanlılar bu sefer politik ve stratejik bir hata yaptılar. Avrupa Devletlerini eskiden arkalarını dayadıkları gibi güçlü, Türkiye’nin de artık bölgenin lideri ve oyun kurucusu olduğunu göz ardı edip hala daha eskiden olduğu gibi güçsüz ve “vur ensesine al lokmasını ağzından” bir ülke varsaydılar ve ona göre strateji belirlediler. Kıbrıs konusundaki konjonktür aniden değişti bu olay nedeniyle.
Bugüne değin, “Kıbrıslı Türklerin doğalgazdan oluşan haklarını, çözüm olduktan sonra vereceğiz” diyen Rumlar, BM Genel Sekreterinin “Kıbrıslı Türklerin de doğalgaz üzerinde hakları var” açıklaması bütün siyasi stratejilerini yerle bir etti.
Rumlara asıl darbeyi ise Türkiye vurdu.
9 Şubat’ta İtalyan şirketine ait Saipem 12000 adlı sondaj platformunun KKTC’nin Gazimağusa açıklarındaki 3. parsele sondaj için gelmesi ve bölgedeki Türk savaş gemileri tarafından engellenmesi sonrasında ENI şirketi yetkililerinin Türkiye’ye görüşme yapmak için başvurmaları, Türkiye Dışişlerinin politik manevrası sayesinde Rumların aleyhine bir gelişmeye dönüştü. Türkiye Dışişleri’nin ENI yetkililerine “Bizimle değil, KKTC ile görüşün” telkininden sonra KKTC Dışişleri Kudret Özersay ile ENI yetkililerin görüşmesi ve bir mutabakat sağlanması, 21 Aralık 1963 günü başlayan Rumların adanın tek hakimi oldukları varsayımını fena hırpaladı.
Bu gelişme KKTC’nin devlet olarak varlığı ve Kıbrıs adası üzerindeki Kıbrıslı Türklerin hakları açısından çok önemli zira bundan böyle Türkiye ile KKTC’nin MEB’leri ile örtüşen parsellerde hiçbir petrol şirketi arama ve sondaj yapmak girişiminde bulunamayacak.
Müzakereler de KKTC’nin istediği şartlar oluşmadıkça da başlayamayacak.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1