ABD’deki tiyatro
ABD’de gerçekte Türkiye’yi yıpratma yönünde bir oyun oynanıyor. ABD’de yaşanan mahkeme tiyatrosunun ne denli saçma ve uluslararası hukuka aykırı olduğu gözler önünde ve Türkiye’de işlendiği iddia edilen bir suçun ABD’de görülmesinin Uluslararası Hukukta yeri yok. Başkan Trump’ı cinsel tacizle suçlayan kadının davasısının Türkiye’de görülerek Başkan Trump’un cezalandırılması, Arakan’daki Müslümanları katleden Myanmar yetkilileri n Ankara Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanması kadar abes bir durumla karşı karşıyayız.
Burada hedef belli. Büyük Ortadoğu Projesinin gerçekleşmesine mani olan, Suriye ve Irak’ın bölünerek güç kaybına uğrayıp, İsrail için tehdit olmaktan çıkmasına yol açan, İsrail ve ABD’nin mandası olarak düşünülen Kürt devletinin oluşumuna takoz koyan, bölgede Rusya-İran-Türkiye ittifakını kurarak ABD’nin son 72 yıllık vesayetinden çıkan Türkiye Cumhuriyetini cezalandırmak ve mevcut yöneticileri de itibarsızlaştırmak oyunu oynanmakta.
Bu oyunu anlamak için geçmişe biraz uzanmak yeterli. Baktığımızda, ABD’nin güdümünden çıktı, ABD’ye başkaldırdı diye Türkiye’nin başına gelmedik, örülmedik çorap kalmamış.
Muavenet fırkateyninin vurulması (1992), Uğur Mumcu (1993) ve Hablemitoğlu (2002) cinayetleri, HAARP deprem saldırısı ve Gölcük depremi (1999), Irak’ta Çuval operasyonu (2003), HSBC patlaması (2003), Sinegog patlaması (2003), ASELSAN cinayetleri (2006-2014), KCK sözleşmesi (2005), Isparta uçağının düşmesi (2007), Suriye tuzağı (2011), DAEŞ yapılanması (2011), 17/25 Aralık Provokasyonu, Gezi Parkı kalkışması (2013), Ankara’da Gar saldırısı (2015), Güney Doğu Anadolu’da şehir işgalleri (2015), Rus savaş uçağının FETÖ’ciler tarafından kasten düşürülmesi (2015), Güven Park patlaması (2016), Reina katliamı (2016), Rus Büyükelçisine suikast (2016), Türkiye’ye ekonomik olarak itibarsızlaştırmak ve yatırımları önlemek için Uluslararası Finans kurumlarının derecelendirme oyunları, döviz kurları ile oynama, faiz yükseltme saldırıları ve Türkiye’yi bölme uğraşıları, 15 Temmuz darbe girişimi (2016), ABD’nin Türkiye’yi vize kara listesine alması (2017), Kürt referandumu (2017) ve Zarrab Mahkemesi (2017).
Türkiye’nin iç borcunu denetim altına alması, dış borçları ile IMF’ye olan borcunu kapatması, silah sanayi, gemi yapımı, uçak yapımı ve motor üretimine kadar batıya ve ABD’ye bağımlılığını bitirme noktasına gelmesi, mevcutlara ilaveten Ortadoğu, Arap ülkeleri, Afrika ülkeleri, Rusya ve Orta Asya ülkelerini ihracat pazarına ilave etmesi ve ekonomisini dünya üzerindeki ilk 20 içine sokması ve de özellikle Batı’ya olan bağımlılığını azaltıp, 1945’den beri sürmekte olan ABD vesayetinden kurtulmaya başlaması, belli ki başta ABD olmak üzere AB üyesi ülkeleri çok huzursuz etmiş.
ABD’de oynanan Zarrab tiyatrosuna bir başka açıdan bakıldığında söylenmesi gereken söz, “ABD hukukuna ne, Türkiye’de birileri rüşvet verip, diğeri de almışsa veya da suç işlemişse.” Zaten bu tiyatroda amaç Türkiye’yi ve Türkiye’nin yöneticilerini itibarsızlaştırmak. Zarrab’ı boşuna çağırmadılar ABD’ye. İtibarsızlaştırma Senaryosunun ilk perdesiydi bu.
Hepsi bir yana, ABD’de Rüşvet yok zannediliyorsa çok aldanılıyor. ABD de bunun adı “Rüşvet” değil “Komisyon.” Gerek Mc Donnel Douglas, gerekse de Boeing, Raytheon ve benzeri uçak, teknoloji ve silah şirketleri ürettiklerini yabancı devletlere satabilmek için milyarlarca Dolar rüşveti, komisyon adı altında dağıtmakta. Buna ses çıkarmayan ABD yargısı, ABD hükümetinin çıkarlarına hizmet etmek için Türkiye’deki bir olayı utanmadan, sıkılmadan yargılıyor ve medya kanalı ile bütün dünyaya yayıyor…
ABD’nin bütün çırpınışı Ortadoğu’da etkinliğini kaybetmiş olması. ABD etkinliğini kaybedince işin ucu İsrail’e kadar uzanacak. Sorun işte tam da burada…
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Rumlardan yeni bir oyun daha
Rumlar bilinçli olarak ucu bize dokunmak üzere, daha doğrusu bizi sırtımızdan hançerlemek amaçlı yeni bir tezgah daha kurmaya başladılar. Bu çirkin tezgahın başlangıcında biz yokuz ama sonunda boy boy biz varız.
Kıbrıs’ta Rumların, 1 Nisan 1955 yılında İngiliz Koloni (Sömürge) İdaresine karşı başlattıkları başkaldırının askeri temsilcisi olan EOKA’nın, silahlı saldırılarından sonra Koloni İdaresi tarafından çeşitli yıllarda tutuklanan EOKA’cılardan 35 tanesi “İşkence gördükleri” gerekçesi ile İngiltere’ye dava açtılar ve tazminat talebinde bulundular.
Avukatların ortaya koyduğu örnek, o dönemde bir İngiliz sömürgesi olan Kenya’da, 1950’li yıllarda Mao Mao tarafından çıkarılan isyan sırasında toplama kamplarında tutulan 5 bin 228 Kenyalının İngiltere’de verdiği hukuk mücadelesinin ardından İngiliz Hükümeti’nin 2013’te, uzlaşı usulüyle davacılara 19,9 milyon sterlin tazminat ödemesi.
Söz konusu davacıların 33’ü erkek, 2’si kadın. Kadınlardan bir tanesi o dönemde 16 yaşında bir EOKA mensubu olduğunu ve “İngiliz ordusundan subayların kendisine korulukta tecavüz ettiğini ardından da EOKA’daki rolü nedeniyle barbarca sorgulandığı” iddiasında. Bu iddiasını da İngiliz “Guardian” gazetesinde yer alan habere dayandırmakta.
İşin püf noktası bu dava içinde tecavüz olayının da yer alması. Tecavüz savını bizim için de kullanacaklarını daha önceki yıllarda açıklamışlar ancak bugüne değin bu iddialarını gerçekleştirebilecek ve dava açabilecek bir ortam bulamamışlardı. Şimdi bunu yaratmaya çalışıyorlar.
İşte hinlik tam burada başlıyor. Kıbrıslı Türklerin uğradıkları soykırım ve mezalimden ötürü dava açılmasını önlemek adına “zamanaşımı” kuralını işleten Rumlar, söz konusu tazminat davasında, İngiliz yargıçların, Kıbrıs hukukunun geçerliliğini kabul etmesini istemiyorlar. Davanın -Türklere hak doğmasını engellemek adına- illaki İngiltere’de ve de özellikle İngiliz Hukukuna göre görülmesi talepleri var. Bunun gerekçesi de çok önemli. Kıbrıs Hukukuna göre, İngiliz Hükümetinin avukatları davayı zaman aşımı içine sokabilecek, işkence ve tecavüz ile ilgili suçları EOKA’nın yaptıklarını ortaya koyup daha kolay savunabilecekler ve dava çökecek. Bu nedenle de illaki davanın hem İngiltere’de hem de İngiliz Hukukuna göre ele alınmasını istiyorlar ki, dava sürecinde, çok yıllar önce işlenmiş olan bu suçlar zaman aşımına uğramadan devam etsin ve lehlerine sonuçlansın.
Hesaplarına göre bu davanın ucu tam bu noktada bize dokunacak. Aynen AİHM’de yaptıkları gibi, hakimlere madalyalar vererek, ailece yaz tatillerini Kıbrıs’ta, masrafı Kıbrıs Hükümeti tarafından ödenerek geçirmeleri ve benzeri gönül almalarla sonuca ulaştıkları gibi kendi çıkarları doğrultusunda kararlar aldıracaklar ve bu karar çerçevesinde de Türkiye’ye karşı hem işkence hem de tecavüz davaları açacaklar ve tazminat da isteyecekler.
EOKA’cıların utanmadan tazminat davası konusuna girmeleri bizim için farklı bir kapıyı aralayacak aslında… Zira ne vakit bizim haklarımızı, 1955-1974 yılları arasında yaşadığımız soykırımı, cinayetleri, yağmayı, tecavüzleri, saldırıları, ev yakmaları ve benzeri suçları, 1964 yılında Kıbrıs’ta inceleme yapan Ortega Başkanlığındaki BM Komisyonunun hazırladığı raporda yer alan tazminatları talep edip dile getirdiysem bana hep söylenen zaman aşımı gerekçesiydi.
Şayet zamanaşımı diye bir şey yoksa elimizde o EOKA’cılarının kalan ömürlerini hapislerde geçirtecek ve Kıbrıslı Türklerin 1974’ten sonraki edinimlerimin, Rumların ödeyeceği tazminattan çok daha düşük olduğunu belgeleyecek donelerimiz var.
İzleyip, görelim bakalım hak deyince akıllarına sadece “Rumların hakları” mı gelecek?
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Türkiye’nin yardımları ne zaman başladı?
Sevdiğiniz bir konu ile ilgili araştırma yapmak, kitap okumak ve arşiv karıştırmak gerçekten hem çok faydalı hem de çok haz verici.
KKTC Meclisindeki “Gazete Arşivi” benim için gerçek bir hazine. Yakın geçmişimizle ilgili her bilgiyi bulabiliyorum. Aynı şekilde TBMM Kütüphanesindeki arşiv de öyle. Kıbrıs konusu ile ilgili birçok gün yüzü görmemiş belgeyi TBMM Kütüphanesinde bulmak mümkün.
Eşim Doktora eğitiminin son aşaması olan tez yazımında. Doktor olmasına birkaç ay kaldı sadece. Konusu “1950-1960 yılları arasında Kıbrıs Türk Basınına Enosis ve ilhak çalışmalarının yansıması.” Gazeteleri tek tek bıkmadan usanmadan tarıyor. Kıbrıslı Türklerin uğradıkları mezalimler, eziyet, haklarının yenmesi, sokak isimlerinin değişimi, işsiz bırakılmaları, elektrik alamamaları gibi benzeri konulara rastladı mı hemen bana aktarıyor. Yerleri, isimleri, Rumları, İngilizleri, Türkleri ve geçmişi çok iyi bildiğim için haber kısa bile olsa hemen bana hitap ediyor. Hal böyle olunca ister istemez ben de balıklama daldım gazete arşivinin içine. Bildiğiniz bilgi hazinesi.
İlgimi çeken konulardan biri Türkiye’nin yardımları… Türkiye 1963’ten sonra değil, 1959’ta başlamış bize yardıma. 1959 yılının Şubat ayının ilk haftasında Zürih’te gerçekleştirilen Konferansta Türkiye ile Yunanistan Başbakanları arasında Kıbrıs’ta Cumhuriyet kurulması konusunda varılan anlaşmadan sonra Türkiye Cumhuriyetinde o dönem iktidarda olan Adnan Menderes hükümeti toplanmış ve Kıbrıslı Türklerin kalkınması için her yıl iki milyon Dolarlık yardım yapma kararı almış. (Bozkurt Gazetesi-16.2.1959)
Bu tarihten sonra da Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti düzenli olarak Kıbrıslı Türklerin kalkınması için her yıl iki milyon Dolar yardım yapmaya başlamış.
Bununla da kalmamış Anavatanımız.
1950’li yıllarda Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğunun geçimi çiftçilik ve genelde makineleşme için yeterli paraları da yok. Çiftçilerimize kolaylık yaparak kredi verecek herhangi bir kuruluşta yok. Çoğunlukla Rum tefeciler ve Bankalar kredi vermekte ve hava koşulları nedeni ile az ürün alınıp ödenemediği zaman da Türklerin toprakları borçlarına karşılık çerez parasına ellerinden alınmakta.
Buna çare olarak, dönemin liderleri Dr. Fazıl Küçük ve Rauf R. Denktaş’ın talepleri üzerine Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıs Türk köylüsünün kalkınması ve ziraî kredi ihtiyaçlarının sağlanması için 500 bin sterlinlik bir yardım yapmak ve gereğinde tekrarlamak kararını almış. Devletin bütçesinden çıkacak bu paranın Kıbrıs’a resmi yollardan gönderilebilmesi için Türkiye İş Bankası, Kıbrıs’ta bir şube açmış ve para 1 ay içinde Kıbrıs’a aktarılmış.
Bu ilk adım kredi ile Türk Kooperatiflerinin güçlendirilmesi, uzun, orta ve kısa vadeli ziraî krediler sağlanması, 100 bin sterlinlik bir ithalât ve ihracat Kooperatif Şirketinin kurulması, bir sonraki dilim ile de kredilerle hafif endüstriyel imalathaneler ile yeni şirketlerin kurulması ve Türk köylüsünün toprağı daha verimli bir hale getirmesi hedeflenmiş ve düğmeye basılmış. (Nacak Gazetesi, 10 Temmuz 1959)
Bu yardımlardan ve kredilerden sonra da Kıbrıslı Türkler şirketler kurmaya, iş yerleri açmaya başlarken, Kıbrıs Türk Köylüsü de traktör, biçer döğer alarak verimi yükseltmeğe, geçim şartlarını iyileştirmeye başlamış.
Bugün aramızda yaşayan ve her fırsatta anavatan Türkiye’ye laf etmekten, dil uzatmaktan çekinmeyenlerin utanmaları gerekir. Dedelerimizin, nenelerimizin, annelerimizin, babalarımızın ve tüm Kıbrıslı Türklerin daha refah ve güven içinde yaşaması için Türkiye, elden geleni fazlası ile yapmış. Hem de kendi sıkıntı içindeyken.
Düşünüyorum da, anavatan Türkiye bu yardımları yapmasaydı, bu ve benzeri her tür desteği vermeseydi bizler bu gün bu refah seviyesinde olabilir miydik. Olurduk diyenlere tavsiyem, 1950’li yılları araştırmaları. O zaman görecekler Kıbrıslı Türklerin nasıl bir fakrü-zaruret içinde olduklarını.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKT C III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Görevim takiyye yapmaktadır
Bu sözler Rum lider Anastasiadis’e ait. EOKA’cıların kurucusu olduğu bir partinin başkanı olmak böyle bir şey. Ağzından çıkanların basına yansımayacağını düşündüğü yerlerde yaptığı konuşmalarda, bu ilkesini her zaman ortaya koyuyor Anastasiadis.
Makarios 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı ve Kıbrıslı Rumların da “Etnarh”ı idi. “Etnarh”lık, yani hem milli lider hem de dini lider manasındaki bu paye, 17.ci yüzyılda dönemin Osmanlı Padişahı tarafından adada yaşayan Rum cemaati lideri olarak addedilen Kıbrıs Ortodoks Kilisesi Başpiskopos’una verilmişti. Başpiskoposlar 1878’e kadar bu payeyi taşıdılar ve Rum cemaati adına Padişah tarafından Bab-ı Ali’de (Yüce Kapı) Etnarh sıfatı ile hem Milli hem de dini lider olarak kabul edildiler. Şikayet ve istekleri dinlendi, gereği de yapıldı.
İngiliz döneminde Etnarh’lık makamı biraz törpülenmek istendi ve işin içine Kavanin Meclisi (Halk Meclisi) sokuldu. Meclisteki Rum temsilcilerden en kıdemlisi veya kendi aralarında seçtikleri kişi İngilizlerden milli lider muamelesi gördü. Böylece çok etkili olmasa bile Rumların dini lideri ile milli lideri bir tek kişinin uhdesinden alınmış oldu. Güya…
1950 yılının Ocak ayında Makarios’un çabaları ile Plebisit yapılması, senenin sonuna doğru da danışıklı bir dövüş ile Başpiskoposluğa seçilmesi Etnarh’lık müessesini tekrar geri getirdi ve 1959 yılında yapılan seçimlerde de Cumhurbaşkanı seçilmesiyle de iyice pekişti, yerine oturdu.
1 Ocak 1964 sabahında Makarios’un büyük bir cüretle 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anlaşmalarını tek taraflı olarak feshettiğini açıklaması, “Etnarh”lık payesinin kendisine verdiği güçten, hırsının mantığına yenilmesinden ve biraz da, bir gece evvel içkiyi birazcık fazladan kaçırmasından kaynaklandı herhalde.
Kasım 1967’de yer alan Geçitkale katliamı sonrasında Türkiye’nin Kıbrıs konusunda iyice ağırlığını hissettirmesi ile dünya gerçekleri ile yüzleşen Makarios, artık tek başına olmadığını, Türkiye faktörünü dikkate alması gerektiğini ve silah zoru ile de adayı ele geçiremeyeceğini iyice kavrayarak, ilkelerini günün koşullarına göre gözden geçirerek değiştirmek zorunda kaldı.
Hedefi gene adayı ele geçirmek ve 1796 patentli Megali İdeai (Büyük Ülkü) ilkeleri uyarınca Yunanistan’a bağlamaktı ama bu sefer silah zoru ile değil, Kıbrıslı Türkleri ekonomik ambargo altında ezmek, göçe zorlamak ve yıllar içinde nüfuslarını azaltarak, azınlık konumuna düşürüp 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasındaki haklarını budayarak gerçekleştirmekti.
Yeni planı buydu ve Makarios da hemen de uygulamaya koymuştu bu uğursuz planı.
Zaten 21 Aralık 1963 tarihinde başlayan Rum saldırıları ile ada toprağının sadece %3’lük bir “Açıkhava Hapishanesi”nde yaşamaya mahkum edilmiş olan Türkler, bu plan uyarınca bir de Türk bölgelerine uygulanan acımasız kısıtlamalar ve ambargolarla ezilerek göçe zorlanmıştı.
Adayı terk edecek olan Kıbrıslı Türklere, Rum hükümeti hem uçak parasını veriyordu hem de birkaç ay geçinecek kadar nakit para. Yeter ki gitsinlerdi ve bir daha da geri dönmesinlerdi.
Neyse ki, bu zulüm devam ederken ve her tür insani haklardan mahrum edilmiş Kıbrıslı Türkler, özellikle de üniversiteyi bitirip ülkelerine geri dönen ve işsizlikten bunalan gençler, bir bir yurt dışına göç ederek adadan ayrılmaya başlamışken, Yunanistan’daki askeri cunta Türkiye’yi hiçe sayarak bir darbe yaptı ve Mutlu Barış Harekatı gerçekleşti.
Rumlar Dimyat’a giderken eldeki Kıbrıs’tan oldular ve 3.cü etap, 31 temmuz-2 Ağustos 1975 tarihleri arasında Denktaş ve Klerides tarafından sürdürülen Viyana görüşmelerinde, üzerinde mutabakata varılan anlaşma maddeleri içeriğince “Nüfus Mübadelesi” gerçekleşti ve Güneyde bölük pörçük mahsur kalan ve esir tutulan Kıbrıslı Türkler topluca kuzeye geçerek kendi devletlerini oluşturdular…
Her fırsatta adada barış istediğini, ama bu barışın temelini de “Sıfır garanti ve sıfır asker”in oluşturacağını belirten Anastasiadis, herhalde kafayı yemiş olmalı. Makarios’un seneler evvel çizdiği, AKEL’in 3 Mart 1966’da yapılan 11.ci Kurultayında kabul edilen, Rum Meclisinin 26 Haziran 1967 tarihinde kararını aldığı ve Ulusal Konseyin de benimsediği “Üniter Rum Devleti” ve “Enosis” kararından nasıl bir kıvraklıkla kurtulacak, bunu adına barış dediği çözümün de neresine oturtacak gerçekten çok merak ediyorum…..
Geçmişe bakıyorum.
Makarios’tan başlamak üzere Anastasiadis’e kadar tüm Rum liderler yalan söylemeyi ve takiyye yapmayı kendilerine görev edinmişler…
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Geçtiğimiz aylarda, 43 yıldır Rum Yönetimince gönderilen gıda ve ilaç malzemelerine KKTC devletinin, söz konusu Rumların “mahsur ve mağdur olmadıkları” gerekçesi ile gümrük talep etmesine Rumların itiraz etmesi ve bu konuyu AB’de, BM’de ve ABD’de politik propaganda malzemesi yapmaya çalışması çok dikkatimi çekmişti. Neyse ki, Karpaz’da yaşayan ve Rum Yönetiminin politik reklam amaçlı olarak “Mahsurlar” ve de “Mağdurlar” diye dış dünyada propaganda yaptıkları, gerçekte ise her tür seyahat ve yaşam özgürlüğüne sahip Rumlar bu oyuna gelmemiş, KKTC’de huzur içinde yaşadıklarını açıklamışlardı.
Tüm bu parodi sürer, bizden birileri de gönüllü oyuncu olarak rol alırken aklıma, 21 Aralık 1963, Cumartesi günü sabah erken saatlerde Rumların Türk bölgelerine saldırması ile başlayan kıyım esnasında, Anavatan Türkiye’mizin Kızılayı’nın gönderdiği ilaç, gıda ve giysi yardımlarına İngilizlerin ve BM Barış Gücünün gözleri önünde Rumların neler yaptıkları geldi ve bu yardımlardan gümrük ücreti alıp almadıklarını araştırmaya başladım.
Gerçi ben alındığını biliyordum ama ortaya belge koymam gerekirdi. Araştırma kaynağım Bozkurt Gazetesinin KKTC Meclisindeki arşivi oldu.
Baktım, buldum… Kıbrıs’ta çatışmalar başlar başlamaz Kızılay hemen, Kıbrıslı Türklere yardım etmenin yollarını aramış, çeşitli uluslararası kuruluşları devreye sokmuş, organize olmuş ve bir hafta içinde yardım göndermeye başlamış.
Rum saldırılarının başlamasından 2 gün sonra Genel Komite (Bakanlar Kurulu) oluşturulmuş ve Kızılay hemen bunun akabinde üç nakliye uçağı ile 100 yataklı bir hastaneyi, 20 kişilik personeli ve gerekli tüm teçhizatı ile birlikte Kıbrıs’a göndermiş. Rum hükümeti hastanenin kurulmasına karşı çıkmış ama Türkiye’nin uluslararası diplomatik girişimleri sonucunda ister istemez kabul etmek zorunda kalmış.
2 Ocak 1964 tarihinde Kızılay Kıbrıs Türkleri için büyük bir yardım kampanyası açmış ve Türk halkını yardıma çağırmış. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti illerde Valilerin, ilçelerde Kaymakamların Başkanlığında kurulacak komitelerde Belediye Başkanları, özel idare müdürleri, Kızılay şube başkanları ve meslek kuruluşları başkanlarına görevler vermiş.
3 Ocak 1964 Cuma günü, Kızılay Türk halkından yardım olarak topladığı £ 43,735’yi, -ki bu parayla o dönemde yaklaşık bahçe içinde tek katlı 250 adet ev satın alınabilirdi- Kıbrıs’a Türkiye’nin Lefkoşa Büyük Elçiliği kanalı ile göndermiş. Aynı gün hastane ve ilaç sevkiyatı 3 adet Türk Hava Kuvvetleri kargo uçakları ile yapılmış.
4 Ocak 1964 Cumartesi günü, Kızılay tarafından gönderilen 60 yataklı seyyar hastane Kız Lisesi binası içine kurulmuş ve hemen şifa dağıtmaya başlamış. Hastaneden 20 kişilik bir ekibin Türk köylerine giderek yaraları sarmasına, bütün diplomatik girişimlere rağmen Rum Yönetimi izin vermemiş ve Türk köylerindeki yaralılarımız göz göre göre ölüme terkedilmiş.
13 Ocak 1964 Pazartesi günü, Kızılay’ın Kıbrıslı Türklere gönderdiği 378 tonluk ilk büyük yardım, 2 taşıt gemisi ile deniz yolundan Mağusa limanına gelmiş ama Rum Yönetimi Limana yanaşmasına izin vermemiş. Türkiye’nin diplomatik girişimleri sonucu gemiler, Mağusa Limanında İngiliz üslerinin kontrolündeki NAAFI rıhtıma yanaşabilmiş. Bütün rıhtım ve gümrük işlemleri bitirilip gerekli harçlar da (Gümrük) ödendikten sonra, yardım malzemeleri 5 saat süren tahliye işlemlerinden sonra Genel Komite tarafından gönderilen kamyonlara yüklenmiş, İngiliz askerlerinin korumasında Lefkoşa’ya, Mağusa’ya, Larnaka’ya ve Mağusa’ya gönderilmiş. Mağusa halkının imece usulü el birliği ile kurdukları hastaneleri için gerekli olan yatak, şilte, yastık, çarşaf, mobilya ve ameliyathane malzemesi ile gerekli ilaçlar da Kızılay tarafından söz konusu gemiler ile ayrıyeten gönderilmiş.
17 Ocak 1964 Cuma günü, iki gemi ile 400 ton daha yardım göndermiş Kızılay. Gene NAAFI rıhtımından kamyonlara yüklenen yardım malzemelerini Rum askerler yolda aramak bahanesi ile durdurmuş ve kullanılamaz hale getirmişler.
21 Ocak 1964 Salı günkü üçüncü seferde un, şeker, pirinç, bulgur, makama, mercimek, kuru fasulye, konser ve zeytin yağı, margarin, sabun, reçel, tahin helvası, zeytin ve sair muhtelif gıda maddeleri ile çadır, battaniye, ilâç, kan alma takımı ve oksijen tüplerinden oluşan 410 ton yardım malzemesini Erdek ve Silivri adlı gemiler getirmiş. Dönüşlerinde de İskenderun limanına 16 ağır yaralı hasta götürmüşler.
Günümüzde anavatanımız Türkiye’ye dil uzatıp, lekelemeye çalışanları, Rum hükümetinden menfaat sağlayıp Rum ağzı ile konuşanları, hele de Karpaz’da yaşayan Rumlara Rum hükümetinin gönderdiği malzemelerden gümrük vergisi alınmasını eleştirenleri kınıyorum.
Bu kişiler önce tarihimizi bilmeli, Rumlardan neler çektiklerimizi öğrenmeli, sonra ağızlarını açmalılar…
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1