Kudüs’ün ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanınması ve Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararının ardından Türkiye ile Yemen tarafından hazırlanan ve Birleşmiş Milletlere üye tüm devletlere “Kudüs’te diplomatik misyon kurmaktan kaçınma” çağrısı yapan karar tasarısının, BM Genel Kurulu’nda ABD’nin tüm tehditlerine rağmen 128 oyla kabul edilmesi, dünya üzerinde 1945 yılından beri süregelmekte olan küresel politik dengeleri bozulduğunun çok açık bir göstergesi. Aynı zamanda ABD’nin patronluğunun da son bulduğuna işaret ediyor bu oylama.
BM tarihi bir süreçten geçiyor. Bunun arkasından bir değişimin geleceği de kesin. BM Genel Kurulunda, ABD’nin Güvenlik Konseyindeki vetosuna rağmen “Kudüs’te diplomatik misyon kurmaktan kaçınma” çağrısının onaylanması ve ABD’nin bu konuda yalnız kalmasının yaratacağı artçı dalgalar, özellikle oylamada “Evet” oyu kullanan ülkelerin canını belki biraz yakacak ama asıl zarar gören ABD Başkanı Trump olacak.
Bu olay bana 1963 Kasımında suikaste kurban giden ABD Başkanı John. F. Kennedy’yi hatırlattı. FED’i kapatması Kennedy’nin sonunu getirmişti. Aynı şekilde FED’in Yönetim Kuruluna ABD Devletinin bürokratlarını sokmak istemesi Trump’ın da, -Kennedy gibi hazin olmasa da- sonunu hazırlıyor. Kendisine suikast yapılmadı ama “Biz senden daha güçlüyüz. Bizi dinlemezsen böyle dünyaya rezil olursun” mesajı verildi kendisine. Bu saatten sonra Başkan Trump’ın işi zor. Zira BM’deki bu oylamadan sonra ABD ile birlikte Başkan Trump’ın karizmasının çizildiği ve “Dünya’nın Başkanı” sıfatının yara aldığı çok açık.
Elbette bunun arkasından ABD’nin karşı durması nedeni ile mazlum olan milletlerin mağduriyet yaşadığı birçok konu yavaş yavaş önce dünya gündemine düşecek, sonra da BM Genel Kuruluna gelecek.
Kıbrıs konusu da bunlardan bir tanesi. ABD’nin Gizli Devleti’nin, Pentagon’un ve CIA’nın bölgesel çıkarları, Akrotiri ve Dikelya askeri üsleri ile Trodos’lardaki Apollo tepesinde yer alan (Echelon) dinleme üssünün dünyanın diğer yerlerindeki ABD üslerinden çok daha önemli olması nedeni ile 1950 yılının Ocak ayında ABD eli ile Kıbrıs’ta tohumları ekilen Kıbrıs halen daha sürdürülebilir bir çözüme ulaşmış değil. Ulaşacağı da yok. Adadaki huzursuzluğun bittiği ve ada üzerinde yaşayan iki etnik toplumun barış içinde yaşamaya karar verdiği gün, her iki toplumun gözlerinin bu üslere çevrileceği ve boşaltılmaları isteneceği için, adaya çözümün gelmesi ABD’nin ve İngiltere’nin işine hiç gelmiyor.
Buna ilaveten Rum tarafının çözüm isteksizliği, Türk tarafını azınlık olarak görmesi/ lanse etmeye çalışması ve Rum Üniter Devleti’nin kurulması için çaba harcaması, Federasyon tipi bir çözümün olamayacağını yıllar önce ortaya koymuştu. Crans Montana’da müzakelerin, Rumların açgözlülüğü ve Bizans oyunları nedeni ile çökmesinden sonra taraflar, sürdürülebilir bir çözümün son 49 yıldır görüşülmekte olan “Eşit statüde iki devletten oluşacak Federasyon” olamayacağı gerçeğini artık kavramış durumda.
Tüm bu gelişmeler, Türk tarafının kendisine yeni bir strateji çizmesinin ve yeni bir yol seçmesinin zamanının geldiğine işaret ediyor. Özellikle de BM Genel Kurulunda yapılan son Kudüs oylamasından sonra değişen dünyanın yeni politik dengesi içinde, mazlum ülkelerin benzeri konuları ile birlikte KKTC’nin son 34 senedir altında ezildiği insanlık dışı ambargoların kaldırılması konusu BM genel Kuruluna getirilebilir. Daha doğrusu getirilmelidir.
Türkiye bunun üstesinden gelebilecek kadar güçlü ve liderlik vasıflarına sahip bir ülke. Arap ülkelerini ve dost ülkeleri Kudüs konusunda bir araya getirme başarısını gösterdikten sonra aynı tarzda bir arka çıkma girişimi, KKTC üzerindeki ambargoların kaldırılması için de yapılabilir. Bunun için hem Türkiye hem de KKTC, Azerbaycan ile birlikte, el ele yoğun bir siyasi çalışma başlatmalı, bu yolda her tür gayret gösterilmelidir.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Kıbrıs’ta çözümün modeli değişiyor
Müzakerelerin ucu açık ve Rumların keyfine kalacak şekilde devam etmeyeceği artık kesinleşmeye başladı.
Müzakereler konusunda yaptırımcı etkileri olan siyasilerin söylediklerini dikkatle okuyorum, özellikle KKTC ve Türkiye’deki siyasiler ile Rum lider Anastasiadis ve görüşmecisi Mavroyannis’inkileri.
KKTC Ekonomi ve Enerji Bakanı Sunat Atun’un, “Bizim her zaman kalıcı bir çözüme yönelik olarak dost elimiz Güney Kıbrıs’a doğru uzatılmış durumda. Ancak biz ilelebet Güney Kıbrıs ile bir çözüm olsun diye bekleyecek değiliz. 60 yıldır gayretlerin tamamı sonuçsuz kalmıştır. Üstelik de masa başında müzakere edilmesine ve bizden talep edilen fedakarlıklara olumlu yanıt verilmesine rağmen sonuçsuz kalmıştır. Haliyle KKTC olarak da sonsuza kadar tanınmamış ve müzakerelere mahkum edilmiş pozisyonda beklemeye artık niyetimiz yok. Bu noktada ana vatanımızla istişare içinde yeni modelleri elbette konuşmak durumundayız” sözleri 2018 Şubatından sonra Kıbrıs konusunda nelerin yaşanacağını ortaya koyuyor.
T.C. Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu’nun TBMM Bütçe görüşmelerinde söylediği, “…. KKTC pasaportunun daha fazla ülkede geçerli olması için daha fazla ülkede, şehir de temsilcilik açılması için hep birlikte, iktidar, muhalefet çalışalım çünkü Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin üzerindeki izolasyonların kalkması gerekiyor. Avrupa Birliği bu konuda da sözünde durmadı” sözleri de Türk tarafının Kıbrıs konusundaki yeni stratejisinin ipuçlarını veriyor.
Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı da bu konuda aynı kapıya çıkan ifadeler kullanmakta. Rumlarla anlaşma yapmak için her tür fedakarlığa razı olan ve ödünler veren KKTC Cumhurbaşkanı tarafından 18 Kasım tarihinde dile getirilen “Müzakereler 50 yıl daha mevcut prosedürlerde devam edemeyecek… Sonuçsuz bir müzakere girdabının içine girmemek gerek. Bu konuda kararlıyız … Kıbrıs sorununun esası, Kıbrıs’ta yönetimi paylaşmama, Kıbrıslı Türkleri eşit görmeme, bizleri ele geçirdikleri Kıbrıs Cumhuriyeti’nin içine yamalama arayışından kaynaklanan ve bu adayı Yunanistan’a bağlama girişimidir…” sözleri, müzakerelerin aynı formül ve düzende devam edemeyeceğinin göstergesi. Özetle “Kıbrıs konusu ve görüşmeler eskisi gibi olmayacak, yeni bir uygulamaya geçeceğiz” demeye getiriyor Akıncı.
Artık minareleri gözüken köyün neresi olduğu belli oldu. Kıbrıs sorununa çözüm konusu belli ki iki devletliliğe doğru dönüş yapmış durumda. Artık konuşulacak konu Rumların adeta empoze etmek istedikleri “Rum Üniter Devletinin kurulması” değil, adada iki devletin varlığının kabulü ve barış içinde yan yana yaşamalarının görüşmeleri olacak.
Anastasiadis’in burnunun büyüklüğünün ve Türklerle ortak bir devlet kurmak istememesinin, adanın resmi yollardan bölünmesine yol açtığının bilincindeler. Bu nedenle de Rumlarda küçük çapta bir paranoya başlamış durumda. Yarım asrı aşan bir süredir devam eden müzakerelerin, 1977 yılından bu yana süregeldiği şekilde devam etmeyeceğinin artık farkındalar ve uzatmaları oynamaya çalışıyorlar.
Zaten, Dünya üzerinde dengeler, Aralık ayından yaşanan gelişmelerle alt üst olmuş durumda. ABD Başkanı Trump’ın, Kudüs’ü İsrail’in resmi başkenti olarak tanıdığını ve Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınacağını açıklaması sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin ele geçirdiği bölgesel liderlik ve İslam Ülkelerini İİT çatısı altında toplamasının ucunun bir müddet sonra KKTC’ye de değeceği kesin. Ki, artık Başkan Trump’ın çıkışları ve BM Genel Kurulu’nda ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını reddeden karar tasarısına destek verecek ülkeleri, yardımı kesmekle tehdit etmesi bence bardağı taşıran bir damla olacak. İlk darbeyi ABD dolarının, ikinci darbeyi de ABD’nin kendisinin siyasi olarak yiyeceği bence kaçınılmaz bir süreç. Neticede dünyayı, Kıbrıs’ı da etkileyecek bir kaos dönemi bekliyor… Hep birlikte göreceğiz.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
1950’li yıllarda babamın dış ülkelerdeki görevi nedeni ile ilkokulu TED Ankara Koleji’nde yatılı okumuştum. 5 yaşında girmiştim TED Ankara Kolejine ve yatılı. Bütün yaşdaşlarım ağlayıp zırlarken, bu yaşam beni hayata hazırlamıştı. Tek başıma her sorunun üstesinden gelmeyi daha bu yaşlarda öğrenmiştim. Ve de Türkçemin, Kıbrıslı Türk olmama rağmen mükemmelden de öteye güzel olmasına neden olmuştu Ankara’da eğitim görmem. Bütün dünyam okulum, yatakhanem, Kızılay’dan, Cebeci’den ve Atatürk Bulvarından ibaretti. Cumartesi günleri öğleden sonraları ve Pazar günü büyük keyif alırdım çıkıp buralarda dolaşmaktan.
Şimdiki Ankara ise, benim aklımdaki minik Ankara’dan çok farklı. Dev boyutlarda büyük bir metropol olmuş. İkinci eşim Ankara’lı olduğundan, Ankara’yı her ziyaretimde biraz daha çok tanımaya başladım. Bu son ziyaretimde ilgimi çok farklı hizmetler çekti. İtfaiye Meydanına 4 minareli muhteşem bir cami yapılmış. Benim mühendis olarak değerlendirmeme göre Hünkar Camilerinden esinlenmiş. Tabii yanılmış da olabilirim. İçi, dışından daha güzel, tek kelime ile muhteşem. Zemin yerden ısıtılıyor. Kış günü ibadet ederken, sıcacık bir zeminde namazını kılıyor inançlılar. Devlet araziyi vermiş sadece, caminin bütün inşaat bedelini halk karşılamış, cebinden yaptığı yardımlarla. Cuma günü caminin içinde tahminen 2 bin 700 kişi, bahçede ise, caminin iç büyüklüğü ve içindeki insan sayısı ile kıyasladığımda 4 bin kişi vardı herhalde.
Şehir hastanesi yapılmış Ankara’da. Çok düşünceli ve mükemmel bir düzen kurulmuş hastanede. En çok ilgimi çeken ise, refakatçiler için hasta odası içinde rahat etmeleri için her tür olanak sağlanırken, hastaların Ankara dışından gelen aileleri ve ziyaretçileri için de özel misafirhanenin yapılmış olması. Daha önceleri park yerindeki araçlarının içinde kalmak zorunda olan aileler ve ziyaretçiler şimdi her konfora sahip misafirhanede kalıyorlar. Bu misafirhanede konaklama ücreti çevredeki otellerin gecelik fiyatının yarısından daha az.
Kimsesizlere ve Evsizlere açık, tamamen ücretsiz bir otelin yapılmış olduğunu ise ilk kez gördüm ve gözlerime inanamadım. Aklıma İngiltere’ye ilk gidişimde Londra metrosu içinde, kıyıda köşede buldukları karton kutuları düzenli bir şekilde açarak yere serdikleri kartonların üzerinde yatan evsizleri (homeless) gördüğümde uğradığım şok geldi. Aynı şoku seneler sonra gittiğim ABD’nin göz bebeği Washington’da da yaşamıştım. Filmlerde ABD’nin bir refah ülkesi olduğu kafalarımıza adeta zorla kazınırken, metroda ve sokaklarda yatan perişan haldeki evsizleri görünce donakalmıştım. Ankara’da Anafarta’lardan sobacılara, 1ci taş merdivenden inerken yer alan otel, Kimsesizler ve Evsizler için devlet tarafından inşa edilmiş. Bu otelde verilen her hizmet tamamen ücretsiz. Evsizler orada hem kalıyorlar, hem sağlık ve temizlik hizmeti alıyorlar hem de karınlarını doyuruyorlar.
Üniversite öğrenciler için Kurtuluşta özel bir çamaşırhane açılmış. Öğrenci belgesi ile içeriye giriliyor ve deterjan da dahil olmak üzere tüm hizmetler ücretsiz olarak öğrencilere sunuluyor. Öğrenciler ceplerinden tek bir kuruş dahi ödemeden tüm yıkama gereksinimlerini buradan karşılıyorlar.
Bir diğer sosyal hizmet de Kütüphaneler. Öğrencilerin kullanımı için haftanın yedi günü yirmi dört saat açık kütüphaneler. Tamamen ücretsiz sadece üye olunması gerekiyor. Geceleyin sabaha kadar kalıp çalışmak isteyen öğrencilere sıcak çorba ve yemek veriliyor. Yeter ki gelsinler ve çalışsınlar. Çalışmaktan yorulup ara vermek isteyenler için de dinlenme ve uzanma yerleri var. Tek kelime ile mükemmel. Hem öğrenciler çalışmaya teşvik ediliyor, hem de sokaklardaki kötü alışkanlıklardan uzak tutuluyor bu kütüphanelerle.
Zaman zaman kimsesiz ve fakirlere bazı sivil toplum örgütlerinin geceleri yemek vermesinden öteye ben, işin açıkçası böylesi uygulamaları Avrupa Birliğinde ve ABD’de görmedim, belki de var da, ben göremedim, bilemiyorum. İşin ilginç tarafı bizler niye böylesi güzel sosyal hizmetlerden hiç bahsetmiyoruz veya da medyadaki çok konuşan ve eleştirenler bahsetmiyorlar da sadece şikayet ve başarısızlık edebiyatı yapıyorlar, gerçekten anlamıyorum. Eleştirilerin yanında güzellikler de, yapılanlar da ve halka verilen hizmetler de bahsedilmeli….
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Geçen yazımda, ABD’nin 1950’li yıllardan başlayarak Türkiye’yi nasıl kıskacı altına aldığını, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin en derin noktalarına kadar nasıl nüfuz ettiğini yazmıştım. Bugünkü yazımda da ABD’nin patronunun kim olduğuna ve nasıl vesayet altına alındığına değineceğim.
Dünyanın para politikasını, ABD basınını ile uluslararası ajansları ve birbirine bağlı olarak hastalık ve ilaç ikizlerini tümden yöneten, içinde çoğunluğunun Yahudi olduğu 12 aile ve onlara bağlı kuruluşlar yönetir. İsrail’de Yahudi kökenli İsrail vatandaşları arasındaki yıllık olarak kansere yakalanan ve ölen kişilerin sayısını araştırıp öğrenirseniz, neyi kastettiğimi anlarsınız. 7.5 milyonluk İsrail’de bu sayı 50’nin çok altındadır.
ABD tamamen dünyanın en zengin 12 Yahudi ailesinin denetimi ve yönetimi altındadır. ABD’de söz konusu Yahudi aileleri, parasal güçleri ve finans kaynakları ile ABD Senatosunu (ABD üst Meclisi), Kongresi’ni (ABD Meclisi) ve Başkanlığını (ABD Cumhurbaşkanlığı) yönetir. Yöntemi çok basittir ve asla ortaya çıkmazlar. Buraya seçilecek kişilerin seçim giderleri milyon dolarla hesap edildiğinden, sahibi oldukları şirketlerin yasal yollardan yaptıkları bağışlarla adayları avuçlarının içine alırlar ve istedikleri kararın, senato ve Kongreden çıkmasını sağlarlar. Bağış giderlerini de vergi harcamalarında göstererek her şeyi yasal yollardan yaparlar.
ABD’nin, özellikle de İsrail’in de içinde yer aldığı Ortadoğu politikasını ABD Dışişleri Bakanlığındaki Yahudi personel belirler ve yönetir.
Dünyadaki tüm yazılı ve görsel basına haber servis eden uluslararası ajanslar Yahudi kökenli kişiler tarafından yönetilir. ABD’nin ve İsrail’in aleyhine hiçbir haber dünya basınına servis edilmez. ABD’nin sıradan vatandaşları bu bilgilerden yoksundur ve büyük Amerika hayaliyle ve gururuyla yaşarlar.
İsrail, Ortadoğu’daki her tür çıkarı için ABD’yi kullanmaktadır. Aslında günümüzde Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler İsrail’in dizayn ettiği ve kendisi ortada gözükmeden ABD askerlerinin yürüttüğü operasyonlardır. Aynı şekilde “Önce Amerika, önce büyük Amerika” diye seçilen Başkan Trump’un bir yıl gibi kısa bir süre içinde “İsrail”in çıkarlarını gözetmek için her tür kararı ve tedbiri alması boşuna değildir. Tam bir Yahudi vesayeti altına girmiştir Başkan Trump.
PKK, YPG, IŞİD, DEAŞ vb örgütler ABD’nin savunma bütçesinden çıkan milyonlarca Dolarla silahlanıyor ve eğitiliyor. İşin gerçeği ABD’nin ve ABD askerlerinin Ortadoğu’da ABD’nin güvenliği ile ilgili hiçbir görevi yok. Orta Doğu ile hiçbir bağı da yok.
Ama. Bölgede sorun yaratmak, iç çatışma çıkarmak ve Suriye, Irak ve İran gibi ülkelerin birleşip İsrail’e saldırmaları yerine, içteki kaosla uğraşmaları İsrail’in çıkarlarına çok uygun. Zaten bu projenin mimarı da İsrail. Ama ortalıkta gözüken ABD. İsrail ise ortada yok. Gerçekte o bölgelerde dalgalanan ABD’de bayrağının altında İsrail bayrağı var. Bütün dişler ABD’ye karşı sıkılıyor.
Ama artık oyun bitti ve ABD, Ortadoğu’nun liderliğini Türkiye’ye kaptırdı.
**
İstanbul’da Türkiye’nin liderliği altında toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) yeni bir yapılanmaya ve bölgede yeni bir oluşuma kapı açtı.
Elbette ki bu birlik bozulmaya, güçsüzleştirilmeye çalışılacak, şantajlar ve tehditler yapılacak ama ok yaydan çıktı bir kere.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Gerçekte tarih, özellikle de doğru siyasi tarih, birçok konuyu açıklıyor meraklısına.
ABD’nin Türkiye’ye nasıl ve ne zaman girdiğini, nasıl Türkiye’yi kimseye hissettirmeden ve dönemin hükümet yetkililerine çaktırmadan yıllarca yönettiğini ve günümüzde yaşadıklarımızın nedenlerini gözler önüne seriyor dikkatli bir okuyuşla bu Siyasi Tarih.
ABD Türkiye’ye mali olarak en zayıf olduğu bir dönemde adımı atmış. 1947 yılında ABD Başkanı Harry Truman’ın Kongre’de yaptığı konuşması ile ilan ettiği “Truman Doktrini” çerçevesindeki Marshall yardımı ile sınırlarımızdan elini kolunu sallaya sallaya girmiş, önüne üstelik bir de kırmızı halı serilerek.
SSCB’nin (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) yayılma politikalarından büyük endişe duyan ABD, İkinci Dünya savaşından sonra Doğu Avrupa’yı Sovyetlere kaptırınca, Akdeniz’i Sovyetlerden uzak tutmak için Yunanistan’a ve Türkiye’ye özel bir ilgi gösterir. Her ikisini de olası bir komünist işgalinden korumak için hem Yunanistan’da (AMAG) hem de Türkiye’de (AMAT) Amerikan Yardım Misyonları kurar. Sonra da Yunanistan’da (JUSMAG) ve Türkiye’de (JAMMAT) Ortak Askeri Yardım Grup’larını kurar ve her iki ülkenin Askerini, Jandarmasını, Polisini ve Gizli Servislerini idaresi altına alıp yönetmeye başlar.
1950 yılının sonunda bu kuruluşlarda çalışmak üzere ABD’den 1200 personel Türkiye’ye gelir. 1952 yılında Yunanistan ve Türkiye NATO’ya kabul edildikten sonra 1952 yılında Türkiye’de Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) kuruldu ve bu kurul adını 1965 yılında Özel Harp Dairesi’ne (ÖHD) değiştirdi. CIA tarafından finanse edilen STK-ÖHD doğrudan JAMMAT’a bağlıydı ve ana merkezi JAMMAT binası içindeydi. İşin ilginç yanı Türkiye Hükümetlerinin bu gelişmelerden ve kurulan örgütlerden, dairelerden haberleri olmadı.
Kore savaşında yer alan “Kunuri Muharebesi” destanı, aslında CIA’nın Türk Tugayını, ABD’nin 8. Ordusunun zayiat vermeden çekilmesi için göz göre göre ateşe atmasından başka bir strateji değildi. Etrafı sarılmış ve yok edilmekten başka bir seçeneği olamayan ABD’nin 8. Ordusu Türk Tugayı sayesinde geri çekilirken Tugayımız 741 şehit, 2 bin 68 yaralı ve 705 kayıp ve esir verdi maalesef. CIA Türk ordusunu tepe tepe kullandı Kore’de.
CIA’in eski şeflerinden William Colby, 1990 yılında bu kuruluşların varlığını dile getirince Türkiye halkı ilk kez duydu, devlet içinde devlet olduğunu. Türk Hükümetleri ise ilk kez bu örgütlerin varlığını 1974 yılında öğrendiler. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’ten, Başbakanlığın örtülü ödeneğinden bu örgüte bina yapmak için para isteyince, örgütün varlığı hükümetin başı düzeyinde ortaya çıktı.
Türkiye’de yaşanan 3 darbe, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 ile 15 Temmuz Kalkışması bu örgütler kanalı ile CIA’nın organizasyonuydu. Asırların efsanevi Türk Ordusu Mustafa Kemal’in ordusu olmaktan çıkmış CIA’in ordusu haline getirilmişti hiç kimselere hissettirilmeden. ABD’nin önü o denli açıldı ki, aynı anda Orduyu, Polisi, İstihbaratı ve Siyaseti bir el işareti ile yönetir hale geldi. ABD’nin hoşlanmadığı kişi devletteki görevinden uzaklaştırılıyor ve yerine güvendiği kişiler konuyordu hemen.
1964 yılında İnönü’yen çirkin bir politik dille mektup gönderen Başkan Johnson, kendisine diklenmeye çalışan İnönü’yü, Türkiye’ye gönderdiği bir General’in yaptığı görüşmelerle iktidardan düşürmüştü. Başbakanlardan Adnan Menderes ve Süleyman Demirel, kendi dönemlerinde Rusya ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştıkları için anında iktidardan düşürülmüşlerdi. Ecevit’te aynı akibete uğramıştı ABD’ye rağmen haşhaş ekimine Türkiye’nin kontrolü altında devam kararı aldığı ve Kıbrıs’a müdahale ettiği için.
1974 sonrası ekonomik ve askeri ambargo, 1980’li yıllara kadar süren iç çatışmalar, ASALA, PKK ve diğer Türkiye karşıtı örgütlerin kurulması, Türkiye’de yaşananları fark edip müdahale etmeye hazırlanan Türk Ordusunun seçkin subaylarına kurulan “Ergenekon” kumpası, hep bu kuruluşların marifeti.
FETÖ kalkışması, NATO skandalı, Zarraf olayı ve diğerleri hiç tesadüf değil. En ince detayına kadar Türkiye’yi ve Türk Hükümetini yıpratmaya ve kendi adamlarını başa getirmeye yönelik operasyonlar… Türkiye’nin artık her tür vesayetten kurtulmasının zamanı geldi….
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1