Geçtiğimiz aylarda, 43 yıldır Rum Yönetimince gönderilen gıda ve ilaç malzemelerine KKTC devletinin, söz konusu Rumların “mahsur ve mağdur olmadıkları” gerekçesi ile gümrük talep etmesine Rumların itiraz etmesi ve bu konuyu AB’de, BM’de ve ABD’de politik propaganda malzemesi yapmaya çalışması çok dikkatimi çekmişti. Neyse ki, Karpaz’da yaşayan ve Rum Yönetiminin politik reklam amaçlı olarak “Mahsurlar” ve de “Mağdurlar” diye dış dünyada propaganda yaptıkları, gerçekte ise her tür seyahat ve yaşam özgürlüğüne sahip Rumlar bu oyuna gelmemiş, KKTC’de huzur içinde yaşadıklarını açıklamışlardı.
Tüm bu parodi sürer, bizden birileri de gönüllü oyuncu olarak rol alırken aklıma, 21 Aralık 1963, Cumartesi günü sabah erken saatlerde Rumların Türk bölgelerine saldırması ile başlayan kıyım esnasında, Anavatan Türkiye’mizin Kızılayı’nın gönderdiği ilaç, gıda ve giysi yardımlarına İngilizlerin ve BM Barış Gücünün gözleri önünde Rumların neler yaptıkları geldi ve bu yardımlardan gümrük ücreti alıp almadıklarını araştırmaya başladım.
Gerçi ben alındığını biliyordum ama ortaya belge koymam gerekirdi. Araştırma kaynağım Bozkurt Gazetesinin KKTC Meclisindeki arşivi oldu.
Baktım, buldum… Kıbrıs’ta çatışmalar başlar başlamaz Kızılay hemen, Kıbrıslı Türklere yardım etmenin yollarını aramış, çeşitli uluslararası kuruluşları devreye sokmuş, organize olmuş ve bir hafta içinde yardım göndermeye başlamış.
Rum saldırılarının başlamasından 2 gün sonra Genel Komite (Bakanlar Kurulu) oluşturulmuş ve Kızılay hemen bunun akabinde üç nakliye uçağı ile 100 yataklı bir hastaneyi, 20 kişilik personeli ve gerekli tüm teçhizatı ile birlikte Kıbrıs’a göndermiş. Rum hükümeti hastanenin kurulmasına karşı çıkmış ama Türkiye’nin uluslararası diplomatik girişimleri sonucunda ister istemez kabul etmek zorunda kalmış.
2 Ocak 1964 tarihinde Kızılay Kıbrıs Türkleri için büyük bir yardım kampanyası açmış ve Türk halkını yardıma çağırmış. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti illerde Valilerin, ilçelerde Kaymakamların Başkanlığında kurulacak komitelerde Belediye Başkanları, özel idare müdürleri, Kızılay şube başkanları ve meslek kuruluşları başkanlarına görevler vermiş.
3 Ocak 1964 Cuma günü, Kızılay Türk halkından yardım olarak topladığı £ 43,735’yi, -ki bu parayla o dönemde yaklaşık bahçe içinde tek katlı 250 adet ev satın alınabilirdi- Kıbrıs’a Türkiye’nin Lefkoşa Büyük Elçiliği kanalı ile göndermiş. Aynı gün hastane ve ilaç sevkiyatı 3 adet Türk Hava Kuvvetleri kargo uçakları ile yapılmış.
4 Ocak 1964 Cumartesi günü, Kızılay tarafından gönderilen 60 yataklı seyyar hastane Kız Lisesi binası içine kurulmuş ve hemen şifa dağıtmaya başlamış. Hastaneden 20 kişilik bir ekibin Türk köylerine giderek yaraları sarmasına, bütün diplomatik girişimlere rağmen Rum Yönetimi izin vermemiş ve Türk köylerindeki yaralılarımız göz göre göre ölüme terkedilmiş.
13 Ocak 1964 Pazartesi günü, Kızılay’ın Kıbrıslı Türklere gönderdiği 378 tonluk ilk büyük yardım, 2 taşıt gemisi ile deniz yolundan Mağusa limanına gelmiş ama Rum Yönetimi Limana yanaşmasına izin vermemiş. Türkiye’nin diplomatik girişimleri sonucu gemiler, Mağusa Limanında İngiliz üslerinin kontrolündeki NAAFI rıhtıma yanaşabilmiş. Bütün rıhtım ve gümrük işlemleri bitirilip gerekli harçlar da (Gümrük) ödendikten sonra, yardım malzemeleri 5 saat süren tahliye işlemlerinden sonra Genel Komite tarafından gönderilen kamyonlara yüklenmiş, İngiliz askerlerinin korumasında Lefkoşa’ya, Mağusa’ya, Larnaka’ya ve Mağusa’ya gönderilmiş. Mağusa halkının imece usulü el birliği ile kurdukları hastaneleri için gerekli olan yatak, şilte, yastık, çarşaf, mobilya ve ameliyathane malzemesi ile gerekli ilaçlar da Kızılay tarafından söz konusu gemiler ile ayrıyeten gönderilmiş.
17 Ocak 1964 Cuma günü, iki gemi ile 400 ton daha yardım göndermiş Kızılay. Gene NAAFI rıhtımından kamyonlara yüklenen yardım malzemelerini Rum askerler yolda aramak bahanesi ile durdurmuş ve kullanılamaz hale getirmişler.
21 Ocak 1964 Salı günkü üçüncü seferde un, şeker, pirinç, bulgur, makama, mercimek, kuru fasulye, konser ve zeytin yağı, margarin, sabun, reçel, tahin helvası, zeytin ve sair muhtelif gıda maddeleri ile çadır, battaniye, ilâç, kan alma takımı ve oksijen tüplerinden oluşan 410 ton yardım malzemesini Erdek ve Silivri adlı gemiler getirmiş. Dönüşlerinde de İskenderun limanına 16 ağır yaralı hasta götürmüşler.
Günümüzde anavatanımız Türkiye’ye dil uzatıp, lekelemeye çalışanları, Rum hükümetinden menfaat sağlayıp Rum ağzı ile konuşanları, hele de Karpaz’da yaşayan Rumlara Rum hükümetinin gönderdiği malzemelerden gümrük vergisi alınmasını eleştirenleri kınıyorum.
Bu kişiler önce tarihimizi bilmeli, Rumlardan neler çektiklerimizi öğrenmeli, sonra ağızlarını açmalılar…
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Şubat ayında Kıbrıs Rum tarafında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri Anastasiadis’in aklını başından almış anlaşılan. Alkolik olması nedeniyle kafası alkolsüz çalışmadığı için Kıbrıs müzakerelerinin nasıl sonuçlanması gerektiği ve Kıbrıs’ın geleceği konusunda ütopik düşünceleri, fikirleri var.
Avrupa Birliği’nde (AB) “Üniter Savunma Birliği” kurulması hedefine yönelik ilk adım, Daimi Yapısal İşbirliği’ne (PESCO) katılıma dair “Ortak Beyan”ın imzalanmasıyla hafta başında Brüksel’de atıldı. Bu Ortak Beyan’a AB üyesi 23 ülke imzasını attı. Öncelik Kıbrıs Rum Yönetiminde ve Yunanistan’da oldu. Kıbrıs Rum tarafı ve Yunanistan, nefes bile almadan anında bu işbirliğine katılımı imzaladılar.
Gerekçeleri de, güya Üniter Savunma Birliği yürürlüğe girdiği vakit, BM Güvenlik Konseyi’nin 4 Mart 1964 tarih ve 186 sayılı kararı ile Kıbrıs’ta meşru yapı olarak kabul devletin, yani Kıbrıs Rum Yönetiminin, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına göre (EK I) Garantörlerin müdahale hakları ile (Madde 4) ve aynı Anayasadaki Garantiler ve İttifak Anlaşmasına gerek kalmayacağı. Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın iddialarına göre adadaki meşru devletin bundan böyle garantörü Avrupa Birliği olacak(mış) ve adanın güvenliği de Avrupa Birleşik Kuvvetleri tarafından sağlanacak(mış.) Bu nedenle de artık Türkiye’nin garantörlüğüne ve adadaki Türk askerine gerek kalmayacak(mış.)
Rumların ve Yunanlıların hayal güçleri o denli zengin ve pembe ki, daha şimdiden “PESCO’ya katılımımız, Güvenlik ve Garantiler konusunda Ankara’ya karşı elimize büyük bir koz verdi” demeğe başladılar. Devamla da “Kıbrıs’ın güvenliğinin Türk askeri tarafından garanti edilmesi talebi yok edildi. Adanın güvenliği, içinde bizimde yer aldığımız AB Ordusu tarafından olacak” iddiasında bulunup, zil takıp oynuyorlar.
Sanırım kafaları biraz bulanık olduğundan, belki de biraz da alkolün etkisiyle, Avrupa Birliği’nin savunma planlamasında birincil rolün, Türkiye’nin de içinde en büyük 2. Ordu olarak yer aldığı NATO’da olduğunu unutmuşlar veya hiç akıllarına gelmemiş. Belki de böylesi bir gerçeğin akıllarına gelmemesi daha iyi olur düşüncesi ile yok farz etmişler NATO’da Türkiye’nin varlığını ve rolünü.
Hiçbir zaman ve hiçbir koşulda Türkiye’nin, bir asır önce Girit’te, “Avrupa Büyük Devletlerinin” Girit’te yaşayan Türk halkının hayatının, malının, mülkünün ve geleceğinin garantisini sağlayacakları taahhüttü ile Girit’ten Türk askerinin çekilmesi ve müşterek Avrupa Birliği Ordusunun Girit’e ayak basması sonrasında on binlerce Giritli Türk’ün katliamı ile sonuçlanan tuzağa bir kez daha düşmeyeceğini unutmuşa benziyorlar.
Rumların ve Yunanlılar bu pespembe hayaline, KKTC’nin 34’üncü kuruluş kutlamaları çerçevesinde Dr. Fazıl Küçük Bulvarı’nda düzenlenen törende konuşma yapan Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı Recep Akdağ, gereken yanıtı verdi.
Akdağ’ın törende “Crans Montana’daki görüşmelerin, Rum Yunan ikilisinin uzlaşmaz ve gerçeklerden uzak tutumu sebebiyle sonuçsuz kalmasının ardından, 2008 yılında başlayan müzakere süreci sona ermiştir. Bu durum Rum tarafının adadaki yönetimi, Kıbrıs Türkleri ile paylaşmaya niyetinin olmadığını bir kez daha göstermiştir. Rum tarafı arkasına aldığı Avrupa Birliği’nin yandaş tutumlarıyla şımarık bir çocuk gibi davranmayı artık bırakmalıdır” sözleri, artık müzakereler sayfasının önemini kaybettiğini, sürdürülse bile kerhen olacağını ve Kıbrıs konusunun başka bir kulvara girmek üzere olduğunu ortaya koymakta.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
İzini bırakıp giden babam Hakkı Atun
Rahmetlik Babam Prof. Dr. İbrahim Hakkı Atun bundan tam sekiz sene evvel Allah’ın Rahmetine kavuştu, sessiz, sakin ve yüzünde bir gülümseme ile. Sabah uyandığımızda bizi çoktan bırakıp gitmişti.
Kendisi gitti ama Kurucusu olduğu Van 100. Yıl Üniversitesi, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, Elazığ Veteriner Enstitüsü, Pendik Veteriner Enstitüsü gibi bilim yuvaları, Doğu Akdeniz Üniversitesi Vakıf Yönetim Kurulu Başkanlığı, Yakın Doğu Üniversitesi Rektörlüğü ve daha 1975 yılında KKTC’nin Üniversiteler adası olmasının fikrini ortaya atarak kıvılcımı çakması gibi eserleri bu dünyada kaldı. Belli ki uzun bir müddet daha kalmaya da devam edecek.
Herkesin babası kendine kıymetli ve özel, ancak benim babam yokluk yıllarının Kıbrıs’ında, daha yirmi yaşına bile girmeden, yol, sokak bilmeden, elinde tahta bavulu ile canını dişine takarak tek başına yollara düşmüş bir gözü pek. Hayatında ilk kez gördüğü adına gemi denen taşıta Larnaka’dan binerek yollara düşmüş, Karpaz bölgesinin imamı ve hocası olan babası (dedem), rahmetlik Mehmet Rifat Efendi’nin birkaç hayvanını satarak cebine koyduğu üç beş kuruş ile.
Olgunluk sınavını geçip, kazandığı Türkiye Cumhuriyeti’nin verdiği yatılı burs ile Ankara Üniversitesine kaydını yapmış. Şansa bakın ki Ankara Üniversitesi’nde eğitime başlayan babam, Atatürk ile karşılaşma şansına da sahip olmuş, hem de birkaç kez. Yatılı okul dışındaki yaşam giderlerini karşılayabilmek için çeşitli işler yapmış babam. Kravat, çorap, cüzdan ve kemer imal etmiş, eski bisikletleri alıp, yenileyerek satmış. Fakirlik kolay değil. ABD’de burslu olarak hem Lisans Üstü eğitimini tamamlamış hem de laboratuvarlarda çalışmış. Dönüşünde mecburi hizmet olarak Elazığ’a tayin edilmiş. Boş duramayan babam, 1952 yılında T.C. Tarım bakanlığını ikna ederek “Elazığ Bakteriyoloji ve Seroloji Enstitüsü”nü kurmuş babam, hem de sıfırdan, aynen Van Yüzüncü Yıl Üniversitesini seneler sonra gene sıfırdan kurduğu gibi. O dönemde birkaç parça laboratuvar aletinin uluslararası patentini de almış babam. Bunlardan en ünlüsü “Atun pensi”. Başbakan Adnan Menderes, eli değsin, adam etsin diye babamı Elzaığ’dan İstanbul’a, Pendik Veteriner Enstitüsüne tayin ettirmiş, görevini tamamlayınca da Ankara’ya almış babamı. Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) babamın farkına varınca da babamın yurt dışı görevleri başlıyor. Bu nedenle kıl payı Hindistan’da doğmadım.
Babamı İngiliz Sömürge Yönetimi de rahat bırakmıyor ve 1950’lili yılların ikinci yarısında Kıbrıs’taki bir salgın hastalık nedeni ile adaya çağrılan babam önce Lefkoşa’daki Laboratuvarın başına getiriliyor, sonra da adanın tüm ilçelerinde görev yapmaya başlıyor. Önemli bir görevde olduğu için de Grivas hariç, Makarios dahil, dönemin tüm Rum ve Türk siyasileri ile tanışmak fırsatım oldu. Irak’taki General Kasım hükümeti Türkiye’den ve Dünya Sağlık Teşkilatı’ndan salgın hastalık uzmanı isteyince babama Irak yolu gözüktü ve ertesi yıl babamın tayini Irak’a, Bağdat Üniversitesine çıktı. Bu defa da Irak’ın önemli kişileri ile tanışmaya başladım. Saddam Hüseyin’ini de sadece bir kez Türkiye-Irak Ordu Takımları maçında görebilmiştim tribünlerde.
Babamın aklında artık memlekete dönmek vardı ve gözüne de Hacettepe Tıp Fakültesini kestirmişti. Çok titiz biri olan Prof. Dr. İhsan Doğramacı öğretim üyesi seçerken bayağı ince eleyip sık dokumasına rağmen, babamı daha ilk günden işe başlatmıştı ““ününüz sizden evvel buraya ulaştı. Yarın Patoloji bölümünün başkanı olarak görevinize başlıyorsunuz, odanız hazırlanmıştır” diyerek.
Şansa bakın ki, 20 Temmuz 1974 tarihinde başlayan Mutlu Barış Harekatında babam Kıbrıs’tadır. Tıp eğitimindeki bilgilerini kullanarak Mağusa hastanesinde yaralıların tedavisine gönüllü olarak koşar. Mutlu Barış Harekatı’nda arşiv niteliği taşıyacak birçok değerli fotoğraflar çeker ve Mağusa’da yaşanan olayları ölümsüzleştirir. Babam Hakkı Atun’un Başbakan Bülent Ecevit’e ve Başbakan yardımcısı Turhan Feyzioğlu’na bıkmadan yazığı mektupları ile başlayan Kıbrıs’ın üniversite eğitimi merkezi olması süreci, kararlı tutumu ile nihayet olumlu bir sonuca ulaşır ve günümüzün DAÜ’sü olan Yüksek teknoloji Enstitüsü Mağusa’da kurulur.
Patoloji bölümündeki başarıları kendisine Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesinin (kurucu) Dekanlığını getirir. Birkaç yıl sonra da dönemin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı kendisini “Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi”ni kurmakla görevlendirir. Yüksek Öğrenim Kurumu’nun (YÖK) kararından sonra Van Üniversitesini kurmak için yola çıkar ve Doğu Anadolu’nun en iyi üniversitesi olan Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ni kurarak Kurucu Rektörü olur. Bu görev bir başka gururdur babam için. Hürriyet Gazetesi’nin yazdığı gibi “Elinde bir ibrikle” Van’a gider ve üniversiteyi sıfırdan yaratarak kurar. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi babamın KKTC’ye dönemsinden sonra vefalı davranır ve adını Konferans salonuna vererek ölümsüzleştirir.
1984 yılında, KKTC Cumhurbaşkanı rahmetlik Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş kendisinden Doğu Akdeniz Üniversitesi mütevelli heyetine girmesini ve Teknoloji Enstitüsünden Üniversiteye geçişine yardımcı olmasını ister. Bu talep üzerine KKTC’ye kesin dönüş yapan babam, önce Doğu Akdeniz Üniversitesi Vakıf Yönetim Kurulu üyeliğine sonra da başkanlığına seçilir, Cumhurbaşkanı rahmetlik Rauf R. Denktaş’ın da akdemi konusunda danışmanı olur.
Atun, 1988 yılında Cemaat Meclisi’nin üst katında ilk açılış konuşmasını yaptığı “Yakın Doğu Üniversitesi”nin de bilahare Rektörlüğüne atanır.
Başarılarla dolu yaşamı 2009 yılının 13 Kasım’ında yatağında gece uyurken sessizce son bulur. Vefalı sevenlerinin katıldığı görkemli bir törenle Gazimağusa’da ebedi istirahatgahına defnedilir.
Allah’ın rahmeti üzerinden hiç eksik olmasın, mekanı Cennet’te nurlar içinde yatsın babam.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
“Hukuksuz yasalar” ülkesi
YURDAGÜL ATUN
27 Mart 2017 tarihinde Meclis’te onaylanan bir yasa var.
Cumhurbaşkanının bir kez geri gönderdiği bir yasa. Cumhurbaşkanının YÖDAK’ın yetkilerinin zayıflatılması gibi bir zafiyet gördüğü için reddettiğini okumuştum. Umarım reddetme gerekçesi yasadaki anomaliyi anlamasındandır. Zira yasayı bugüne kadar tek anlayan çıkmamış.
Sıkı durun anlatıyorum. Eminim bugüne kadar böyle garabet yasa görmediniz. Dünyanın hiçbir yerinde böyle “bir adım sonrası hesaplanmayan bir yasa” yapılmadı.
Adı, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Yükseköğretim Değişiklik Yasası.” Amacı özetle, KKTC yükseköğretimine kalite getirmek, üniversiteleri ticari kurum olmaktan çıkarmak, her önüne gelenin üniversite açmasının önünü tıkamak.
Eskiden bakanın iki dudağı arasında olan izin yetkisi yeni yasayla Meclis’e verilmiş. Buraya kadar herşey normal ve anlaşılır. Anormallik, üniversite kurmanın zorlaştırılması adına ortaya koyan süreçle başlıyor.
Şimdi, yasa yapıcıların dahi bilmediği bu anormalliği özetleyerek anlatalım;
Siz üniversite kurmak için başvurduğunuzda, önce KKTC’de bir şirket kurmanız isteniyor. Yerli hisse yüzde 51’in altındaysa 100 bin doları yatırmadan prosedür başlamıyor. (Bu sadece şirket kurmak için.)
Sonrasında yeni yasaya göre, asgari ücretin 5000 katı nakit para yatırılması gerekiyor. Bu da aşağı yukarı 10 milyon TL’ye tekabül ediyor. 100 bin Doları Şirketler Mukayyitliği (şirketi kurmak için), 10 milyon TL’nin yatırılmasını da Eğitim Bakanlığı talep ediyor.(Ön izin değerlendirmesine sokmak için.)
Bu arada üniversitenin kurulacağı arazinin kiralanması veya satın alması gerekiyor. Kira kontratı en az 10 yıllık olacak. Ve bu 10 yıllık kira kontratını maliyede tasdik ettirmeniz ve kira kontratı vergisini de peşin ödemeniz lazım. Bu da birkaç yüz bin TL tutuyor, kira bedeline orantılı olarak. Aldığınız veya kiraladığınız arsanın en az 30 dönüm –ve fazlası- olması da bir başka şart.
Kiralamak çok da ucuza mal olmadığı için milyon sterlinler vererek toprağı almak daha akılcı geliyor, 4-5 milyon sterlin veriyor, alıyorsunuz. Tapu harcı yüzde 6 olduğu için KDV’si ve diğer ilave vergilerle birlikte 4 yüz bin Sterlini aşan bir de tapu harcı ödüyorsunuz.
Sonrasında mimari ön projelerin çizimleri isteniyor sizden. Bunun maliyeti yaklaşık 500-600 bin TL tutarında. Artı, iki fakülte ve 6 bölüm açmanız şartı konulduğu için bir profesör, bir doçent ve bir de yardımcı doçenti istihdam edip, bu isimleri beyan etmeniz gerekiyor. Bu isimler YÖK kuralına göre başka bir yerde çalışamayacağı için, ortada ne izin ne üniversite varken, maaşlarını ödüyorsunuz.
En az beş yıllık stratejik plan hazırlıyorsunuz. Bu planda öğrenci sayınız, bu sayının öngörülen artışı, binaların nasıl, hangi sistemde yapılacağı gibi detaylı çalışmalar yer alıyor. Bunların hazırlanması 7 kişilik ekiple en az 10 gün.
Tüm bu çalışmaları yaptıktan sonra Değerlendirme Kuruluna girmeye hak kazanıyorsunuz. Bu kurulda Eğitim Bakanlığı’nın, YÖDAK’ın, Devlet Planlama Teşkilatının, İçişleri Bakanlığı’nın ve Maliye Bakanlığı’nın birer üyesi var. Bu üyeler sizin kendilerine verdiğiniz binlerce sayfalık projeyi, mali durumunuzu, stratejik planınızı inceliyor, ona göre olumlu ya da olumsuz görüş beyan ediyor.
Siz, özkaynaklarınızla yapacağınız ve dünyanın herhangi bir yerinde kapıların sonuna kadar açılacağı bu yatırımın değerlendirme kurulundan zahmetsizce geçeceğini düşünüyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Değerlendirme Kurulu her nedense (!) öyle hemen toplanamıyor. Allah’ın işi, üyeler belirlenen tarihte teker teker hasta oluyor. Dört-beş derken hastalık kotası tamamlanıyor, bahaneler tükeniyor ve Değerlendirme Kurulu toplanıyor. Olumsuz görüş belirtecekler ama bulmak zor. Topu Meclis’e atacaklarından, olumlu görüş beyan ediyorlar. Bitmiyor. Önce Bakanlar Kurulu’na, sonra Meclis’e gidiyor, Meclis komiteye havale ediyor, bu sefer de komite toplanamıyor ne hikmetse!
Hikaye uzun, Türk filmlerine konu olacak entrikalar dönüyor ama işin acayipliği yasada. Yasa size “toprağı al, planını çiz, öğretim görevlilerini istihdam et, bana sun” diyor ama bunları yaptıktan sonra izin çıkmadığı takdirde, alınan bu toprağın, yapılan milyonlarca TL harcamanın, kaybedilen zamanın kim tarafından tazmin edileceğini söylemiyor. Ayrıca üniversite kurma başvurularının Meclise havale edilmesi, yani siyasileştirilmesi, bir başka garabet. UBP/DP tarafından gelen yasanın CTP/TDP’ce, CTP/TDP tarafından gelen yasanın UBP ve DP’ce kabul edilmesi zor. Zira partiler, neyin geldiğine değil, kim tarafından geldiğine bakıyor.
Gülsek mi, ağlasak mı bilemiyoruz. Düşünün siz kendi özkaynaklarınızla –KKTC’deki üniversitelerin yüzde 90’ı devletin tahsis ettiği arsalar üzerine kuruludur- 100 milyonları aşacak bir yatırım yapmak için başvuru yapacaksınız, yeni yasanın öngördüğü gibi tek ekonomik faaliyetiniz üniversite sektörü olacak, yasalar öyle emrediyor diye 5 milyon sterlin toprağa vereceksiniz, birileri kollarını uzatarak sizin işinizi çeşitli yollardan engelleyecek ve siz de bu zararınızın üzerine soğuk su içeceksiniz! Kimse kusura bakmasın ama bu devlet bir adım ötesini düşünmeden yaptığı, “kimse KKTC’de yatırım yapmaya heveslenmesin” temalı bu yasayla gelen mağduriyeti tazmin edecek, hukuk devletiyse etmek zorunda. Meclis’teki hukukçulara da bu konuda büyük görev düşüyor.
***
Bir başka garabet de kapıda. Bir milletvekili, KKTC’de faaliyet gösteren bazı üniversitelerin de telkiniyle, yeni bir yasa önerisi sundu Meclis’e. Buna göre 10 yıl boyunca KKTC’de üniversite açılamayacak, üniversiteler devredilemeyecek. Sözde kalitenin yükselmesi adına bu karar alınacak. Tamam da kalitenin yükselmesi için YÖDAK gibi bir kurumu neden daha işlevsel hale getirmiyorsun? Neden denetimleri artırmıyorsun? Neden denetim için kadro oluşturup, istihdamlar yapmıyorsun? Mevcutların kaliteleri neden ölçülmüyor? Bu yasayı ben Trump’un Meksika sınırına öreceğini söylediği duvara ve “kaçakçılık olmasın” diye sınırların kapatılmasına benzetmekteyim. Kapatmak veya izin vermemek işin kolayı zira bizde denetleme gibi bir kültür olmadı, olmayacak.
***
Bir de kalkınmada öncelikli bölge konusuna değinelim. Kalkınmaya öncelikli bölgelere yatırımcı çekmek için tüm dünyada cazip fırsatlar sunulur. Kimi yerde arazi, kimi yerde düşük faizli kredi, kimi yerde ise vergi indirimi gibi. Sizin tayininiz çıktığında gitmemek için kırk takla attığınız bir yere milyonlar dökecek yatırımcı için bunlar cazibe unsurları olabilir. (İşadamları- şayet kara para değilse- parasını sokağa atmayacağı gibi, yatırımın getirisini hesaplamak zorundadır.) Tabi bu fırsatlarda da yatırımın bir ölçüsü vardır. Yazık ki bizim ülkemizde yatırımcıya sunulacak bu imkanlar “peşkeş” olarak nitelendirilmekte. Onlara tavsiyem Güney Kıbrıs’ta, Yunanistan’da, Amerika’da, Türkiye’de, Almanya’da ve Balkan ülkelerinde yatırımcılara, yatırım miktarları doğrultusunda sunulan fırsatları bir okumaları.
Girne Lefkoşa gibi ilçelerde üniversite kurulmaması konusu tartışılıyor. Sebep; yollar kaldırmıyor, altyapı yetersiz! Yine yukardaki konuya geliyoruz. Altyapı kaldırmıyor diye izin verme olsun bitsin. Be kardeşim Singapur’un yüzölçümü Kıbrıs adasının üçte biri kadar, nüfusu 2014 yılı verilerine göre 5.469.724. Niye biz artan nüfus ve ekonomik gereklilik doğrultusunda büyüme planları yapmıyoruz da, “bizim altyapımız yetersiz” deyip yasaklama yoluna gidiyoruz? KKTC neden bir Singapur olmasın? Niye gelişimize katkı sağlayacak, ekonomik ambargolarımızı delecek projeler üretip, bunları hayata geçiremiyoruz? Yok olan ilelebet yok mu kalmalı? Altyapı yetersizse, yeterli hale getirilemez mi? Bununla ilgili hangi projeleri koyduk ortaya?
Özetle; “Tencerede pişirip kapağında yiyelim. Azıcık aşım, kaygısız başım” merkezli yaşam şeklinin dünyalı olmakla örtüşmediğini anlamamız, seçilememe korkusuyla sivil erke boyun eğmememiz, kısaca kabuklarımızı kırmamız gerek. İngiltere’ye, Güney’e gitmekle, arada cruise turuna katılmakla olmuyor bu işler…
YURDAGÜL ATUN
Suudi Arabistan’da neler oluyor?
Arap Baharı’nın farklı bir türü Suudi Arabistan’a sıçramış durumda.
Suud ailesi içinde etkili konumdaki üç farklı grup perde arkasında birbirlerine saldırmaya başladı. Hedef, iktidarı elde tutmak, hasımları yok etmek. Bu gruplardan üçünün de arkasında farklı üst akıllar bulunmakta.
İç savaş ABD-İsrail ittifakından oluşan üst akıl, Yemen topraklarından başkent Riyad’a balistik füze attırması ile kendini gösterdi. Amaç aslında masumdu ve ABD yapımı Patriot füzeleri ile diğer ABD-İsrail yapımı sofistike silahların Suudi Arabistan’a satılmasını hedefliyordu. ABD ekonomisinin her gün biraz daha kötüye gidiyor olması, karşılıksız basılan ABD Dolarlarının da kurtarıcılığını ve inandırıcılığını yitirmiş olmasını çiçeği burnunda ABD Başkanı Trump, önünde toraman bir bebek gibi buldu. Başkan Trump kurtuluş çarelerinden bir tanesi olan ve kendisinin de çok iyi bildiği dış satıma öncelik verdi hemen. Strateji ve taktik asırlar önce belirlenmiş ve başarı ile de uygulanıyordu. Aynen Rotschild ailesinin son dört yüz yıldır yaptığı gibi silah satmak istediğin ülkeleri kapıştır sonra da her iki tarafa da silah sat, paraları da cebe indir.
Senaryoyu sahneye koymak için düğmeye basıldığında, Yemen’den fırlatılan balistik füzeyi, başarısına toz kondurulmayan Patriot füzeleri sınırı geçer geçmez yakalayamadı. Yemen’den atıldığı iddia edilen Balistik füzenin ateşleme yeri tam Yemen-Suudi Arabistan sınırı kabul edilirse, sınır ile başkent Riyad’ın arası, kuş uçuşu ile yaklaşık 1,250 km. Yolcu uçağı ile bir saat otuz dakikalık bir uçuş demektir. Yemen’den atılan balistik füzenin, marka ve modelini bilmiyorum ama orta kalitede ve orta menzilli bir füze olduğunu varsaymaktayım. Patriot füzelerinin azami görme menzili 80 km.dir. Bu füzeler Suudi Arabistan-Yemen sınırına yakın yerlere konuşlandırılmış olsalardı Yemen’den atılan füzenin daha sınırı geçer geçmez imha edilmesi gerekirdi. Belli ki yakalayamamış ve füze ancak Riyad Kral Halid Havaalanı üzerindeyken, yani şehre artık ulamışken vurulabilmiş. Bu işin bir başka yüzü…
Bu olay sonrasında tutuklanan kişiler 11 Prens ve 38 eski Bakan. El-Velid bin Telal bin Abdülaziz el Suud, Muteib Bin Abdullah (Ulusal Muhafızlar Şefi), Amiral Abdullah bin Sultan bin Muhammed Al-Sultan (Donanma Komutanı), Khaled Al Tuwaijri (Kraliyet Mahkemesi Başkanı), İbrahim Al Assaf (eski Maliye Bakanı), Türk Bin Abdullah (Riyad Belediye Başkanı), Türk Bin Nasır, Alwaleed Al Ibrahim (Ortadoğu Yayıncılığı Şefi), Bin Ladin, Al Tobaishi, Adel Fakeih (eski Cidde belediye başkanı), Amr Al Dabbagh (İşadamı), Saud Al Dawish (eski Suudi Telekom CEO’su), Khaled Al Molhem (Suudi Havayollarının eski başkanı) ve diğerleri.
Bu tutuklamalardan evvel de Eylül ayında aralarında din adamlarının bulunduğu 20 kişi tutuklanmıştı. Tutuklamalardan sonra ise Asir Eyalet Vali Yardımcısı Prince Mansour Bin Muqrin ile birlikte sekiz üst düzey yetkili ABD yapımı bir helikopterin düşmesi sonucunda hayatlarını kaybetti.
Başkan Trump ilk dış ziyaretini boşuna Suudi Arabistan’a yapmadı. Damadı ve Baş Danışmanı Jared Kushner de bu yıl 3 kez gitti Suudi Arabistan’a. ABD, Ortadoğu’da avcu içinde tutabileceği ülke olarak Suudi Arabistan’ı seçmiş. ARAMCO (Arab American Company) ile de rahatça içini boşaltırken, Kraliyet ailesini de bu sömürüden bol bol faydalandırıyor.
Petrolün paylaşımı ve güç dağılımı artık son noktaya geldi. Aynen içi su dolu bir çaydanlığın harlı ateş üzerinde kapağını kaynayan suyun çıkardığı buhar gücü ile fırlatma aşamasına geldiği nokta gibi.
Suudi Arabistan’da Kraliyet ailesi içinde ve bu aile ile birlikte iş yapan diğer zengin aileler arasında ABD-İsrail yanlıları, İngiliz yanlıları ve ABD’den kurtulalımcılar olmak üzere 3 grup oluşmuş durumda ve iktidar mücadelesi bu üç grup arasında başladı. ABD’nin müdahalesi bu kavgayı ne kadar erteleyebilecek, göreceğiz.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1