KKTC-Türkiye arasında yeni ticaret anlayışı
Cuma günü, KKTC Ekonomi ve Enerji Bakanı Sunat Atun ile T.C. Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi arasında Ankara’da yapılan “Gıda ürünleri ile endüstri ürünlerinin gözetime tabii tutulmadan, gümrükten muaf tutularak ihracatına ilişkin anlaşma” ve söz konusu anlaşma sonrası yapılan geleceğe yönelik mutabakatlar çok önemli.
Bakan Atun’un, KKTC ve Türkiye arasında senelerdir yapılmakta olan ithalat ve ihracat işlemlerinde yıllardır yaşanan sorunları tespit ederek, masaya koyması ve mevcut sorunların çözümü ile geleceğe yönelik tedbirlerin alınması girişimine belli ki Türkiye Cumhuriyeti hükümeti her zamanki gibi olumlu, hatta çok olumlu yaklaşmış.
Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin bu toplantı sonrası yaptığı açıklamada “KKTC üzerindeki haksız uygulamalar ortadan kalkana kadar ayrıcalıklar sunmaya devam edeceklerini” söylemesi Türkiye’nin KKTC’ye şimdi var olandan çok daha fazla önem verdiğinin ve olası bir çözüme kadar da Kıbrıslı Türklerin Türkiye’nin tüm nimetlerinden faydalanmasını öngörüyor. BM Güvenlik Konseyinin, insanlığın yüz karası 18 Kasım 1983 tarih ve 541 numaralı kararı sonrasında Kıbrıs Türk halkına uygulanan acımasız ambargolar nedeni ile ellerinden alınan dört özgürlüğün ve kısıtlamaların olumsuz etkilerini iyice azaltmaya yönelik tedbirlerin düşünüldüğü ve sıra ile uygulamaya konduğu kesin.
Bu toplantıda alınan kararlar gerçekten çok radikal. Bilmekte fayda var.
Dalgalanan döviz kurları nedeni ile geçmişte, Türkiye’den yapılan ithal ürünlerde, faturalamanın Dolar üzerinden yapılması nedeni ile yaşanan enflasyonist etkileri azaltmaya, KKTC’nin ihracatını da arttırmaya yönelik alınan söz konusu karar, çok önemli bir gelişme.
Türkiye ile KKTC arasındaki ticarette, KKTC’de üretilen gıda ürünleri ile endüstri ürünlerinin gözetime tabii olmadan, gümrükten muaf tutularak Türkiye’ye ihraç edilebilecek olması, yerel sanayimizin gelişmesine ve büyümesine büyük bir destek olacak. KKTC’de üretilen mallar, Türkiye’de yurt içinde üretilmiş gibi işlem göreceğinden dolaşımı serbest olacak. Buna ilaveten ithalat ve ihracatta sadece Türk lirası kullanılabileceği fikrinin ortaya atılması ve kısa bir zaman dilimi içinde de gerçekleştirilecek olması büyük bir gelişme. Türkiye’den yapılacak ithalatta ve Türkiye’ye yapılacak ihracatta, maliyetin küçük bir oran dahi olsa yükselmesine neden olan bankalarda yapılan işlemlerin de gözle görülür bir şekilde azalacağı kesin.
Bu uygulamanın yürürlüğe girmesinden sonra KKTC’den Türkiye’ye yapılacak ihracatın 2018 yılının sonunda 100 milyon doların üzerine çıkarılması hedefi ise mevcut ihracat miktarının önümüzdeki 13 ay içerisinde neredeyse 3 kat artacağını öngörmekte. Ve bence en önemli uygulamalardan bir tanesi de, KKTC’de ticari faaliyet gösteren kişi veya şirketlerin, Türkiye’den satın aldıkları ürünlere yönelik KDV muafiyeti konusundaki problemlerinin çözülmesinin masada olması. Bu uygulama, KKTC’de ellerinde acentelikler olmayan veya büyük boyutlarda ithalat yapamayan ithalatçıların Türkiye piyasasından satın alarak KKTC’ye ithal ettikleri ürünlerin perakende satış fiyatlarında asgari yüzde 15 düşüş getirecek.
Tüm bu gelişmeler aklıma, ABD, Kanada ve Meksika arasında imzalanan NAFTA’yı (North America Free Trade Agreement) ve 2010 yılında çalışmaların başlatıldığı Türkiye, Suriye ve Lübnan arasında, ürünlerin, sermayenin, kişi ve hizmetlerin serbest dolaşımı ve tüm işlemlerde Türk Lirasının kullanılması anlaşmasını getirdi. Uygulanabilseydi, bugün, Türkiye, Suriye ve Lübnan arasında Türk Lirasının kullanıldığı ortak bir ekonomi olacaktı. Ki; böylesi bir uygulamanın “Dolar” adına kötü bir örnek olacağı, dünya ticaretinde Dolar’ın tahtını sallayacağı ve diğer komşu ülkelere de sıçrayabileceği korkusu nedeni ile 2011 yılının Mart ayında başlayan Suriye Baharı’nın kasten Dolarcılar tarafından başlatıldığı iddiaları da sık sık dile getirilmekte…
Türkiye’den TL ile ithalat ve ihracat, bence günümüzün en önemli gelişmelerinden ve kazanımlarından bir tanesi..
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
İstanbul’da yapımı süren 3’cü havaalanının gerekli olup olmadığı konusundaki doğru bilgilere, Avrupa’nın nabzını tutarak ve havaalanının yapılışına yaklaşımını doğru değerlendirerek ulaşmak gerekiyor. Türkiye’de ise bazı kişiler, gerçekçi bir analiz ve araştırma yaptıktan sonra tarafsız bir değerlendirme yapmak yerine, bir takım yüzeysel gerekçelerle olumlu veya da olumsuz fikirler üretmekte, veya da politik düşüncelerle her yapılanı, iyi de olsa, kötü de olsa eleştirerek, bunu siyasi bir kazanıma dönüştürmeğe çabalamakta.
“Çocuktan al haberi” atasözünün bir farklı versiyonu olan “kendin hakkındaki bilgiyi rakibinden al” sözüne uygun olarak İstanbul’un 3’cü havaalanı ile ilgili yorumları ve değerlendirmeleri de Avrupa basınından almak gerekiyor.
Bir dönemin “transit ve uçak aktarma merkezi olan Atina havaalanı” uzun yıllar önce bu önemini kaybetmiş durumda. Avrupa-Afrika-Orta Doğu-Asya-Rusya-Çin uçuşlarında aktarma ve transit merkezi olan Atina Havaalanı, zaman içinde teknolojiyi yakalayamadığı, yenilenmediği, büyütülmediği ve çağdaşlaştırılamadığı için bu altın fırsatı kaybetti. Elbette bu kayıpta ünlü Yunanlı armatörlerden Olimpik Havayollarının kurucusu Aristotelis Onasis ve Stavros Niarchos’un vakitsiz vefatları da etkili oldu.
O dönemde Avrupa’nın ortalarında yer alan Frankfurt havaalanı ile yakın komşusu Amsterdam havaalanları öne çıkmaya başladı ve Frankfurt havaalanı zaman içinde Avrupa’nın transit merkezi haline geldi. Fransa’nın başkenti Paris’teki Charles De Gaulle Havaalanı ise bu yarışta çok gerilerde kaldı. İngiltere’nin başkenti Londra’daki Heathrow havaalanı ise daha çok Ortak Refah ülkelerine ve Amerika uçuşlarında öne çıkabildi. Frankfurt havaalanı hepsini sildi süpürdü Atina çöküşe geçince.
Alman basınını okuyunca, İstanbul’da yapımı süren 3’cü havaalanının ne denli önemli bir yatırım olduğu, kalplerine düşen korkudan ve öngörülerinden anlaşılıyor. İstanbul 3’cü havaalanını “Dünya hava trafiğinin kalbi olacak” diye tanımlıyor Alman basını. Avrupa’dan Asya, Çin, Uzak Doğu ve Afrika’ya yapılacak uçuşlarda İstanbul’un mükemmel bir konumda olduğu, söz konusu yolcular için ideal bir durak ve aktarma merkezi görevini yapacağını dile getiriyor Alman medyasının önemli yazar ve editörleri. Hamburg, Köln ve Stuttgart’tan Asya, Çin, Uzak Doğu ve Afrika yönünde uçacak yolcuların İstanbul’da aktarma yapmalarının kendilerine zaman kazandıracağı ve daha ucuza mal olacağı görüşü ve iddiasındalar. Gerçekten ilginç bulgulara değinmişler bu yazarlar. Hamburg’da oturan bir kişinin, Hamburg-Frankfurt-Dubai uçuşunun Hamburg-İstanbul-Dubai uçuşundan daha uzun zaman alacağını ve daha pahalıya mal olacağını öne sürüyorlar.
İstanbul’daki 3’cü havaalanının birinci aşaması bittiği vakit bile yılda 90 milyon yolcuya hizmet vereceğini, Frankfurt havaalanının kapasitesini yüzde 32 aşacağını ve Londra’daki Heathrow havaalanını da gerilerde bırakarak Avrupa’nın en büyük havaalanı olacağı görüşündeler. İstanbul’daki 3’cü havaalanı bittiği vakit de, yolcu kapasitesinin yılda 200 milyonu geçeceği nedeni ile Frankfurt havaalanı dahil Avrupa’nın önde gelen bir çok havaalanının önemini kaybedeceğini ve İstanbul 3’cü havaalanının merkez olacağını öngörmekteler.
Önümüzdeki birkaç yıl içinde Ercan Havaalanı’na uygulanan ambargolar kalkmasa bile, Kıbrıslı Türkler ve Rumlar, İstanbul 3’cü havaalanı üzerinden dünyanın her köşesine, Ercan havaalanı başlangıçlı ve İstanbul aktarmalı yolculuklar ile Larnaka’dan yapılacak direkt seferlerden daha ucuza ve çok daha kısa bir sürede uçabilecekler…
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Kocaeli Kartepe Zirvesi
26 Ekim Perşembe günü Kocaeli’nin ünlü Kartepesi’ndeki Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin organizasyonu ile “The Green Park Kartepe Otel”de yapılan “Uluslararası 15 Temmuz ve Darbeler Sempozyumu”na katıldım.
Türkiye’de gerçekleştirilen 15 Temmuz 2016 kalkışması ve dünya üzerinde yapılan darbelerin ekonomik ve politik etkilerinin ele alındığı sempozyum gerçekten muhteşemdi. Birbirinden kıymetli katılımcılar konu ile ilgili görüşlerini dile getirdiler.
Türkiye Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın, Kültür ve Turizm Bakanı Numan Kurtulmuş’un ve 2004 döneminin Avrupa Birliği (AB) Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günther Verhougen’in yaptığı konuşmaların içeriği çok önemliydi. Özellikle Verhougen Avrupa Birliği’ne veryansın etti, Türkiye-AB müzakereleri ve ilişkileri konusunda. Çok ilginç bir de yakın zamanda yaşadığı olayı dile getirdi konuşmasında ve Almanya Şansölyesi Angela Merkel’e yaptığı tavsiyeyi anlattı. “Avrupa Birliği Türkiye’yi kendi içinde konuşmamalı, TÜRKİYE İLE BİRLİKTE ne yapabileceklerini konuşmalı” diyerek AB’ye net bir mesaj verdi. Verhougen’in verdiği en önemli mesajlardan biri de “Türkiye’nin AB’ye değil, AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı var” sözleriydi.
Türkiye Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın ise açılış konuşmasında 15 Temmuz Darbe kalkışmasına değindi, Türkiye’nin gelecek vizyonunu anlattı. 15 Temmuz’un Batıda farklı değerlendirildiğini ifade eden Kalın, “Batı, kendi çıkardığı terörle mücadele yasalarını kendilerine güvenlik, bize ise ‘demokrasinin kısıtlanması’ olarak lanse etmektedir” sözleriyle Batı dünyasının ikiyüzlülüğüne dikkat çekti.
Sempozyumun Onursal Başkanlığı’nı üstlenen Kültür ve Turizm Bakanı Numan Kurtulmuş, “Türkiye’nin Davos’u gibi, iddialı bir çıkışla başlıyor. İnşallah Davos’u da geçip dünya çapında önemli bir etkinlik haline gelir’’ diyerek zirvenin önemine vurgu yaparken, “Türkiye’nin önündeki temel mesele darbelerle neredeyse eş anlamlı hale gelmiş olan demokrasi tarihinin demokrasi tarafını ağırlaştırarak yola devam etmek, darbe yapacak olan güçlerin bundan sonra hiçbir şekilde aklının ucundan dahi darbe yapmayı geçirmeyeceği bir süreci bir mekanizmayı oluşturmak gerekiyor” diyerek gelecekte darbelerin nasıl önlenebileceğini dile getirdi.
Açılış sonrasında yapılan ilk paneli TBMM Eski Başkanı Mehmet Ali Şimşek yönetti ve ilk konuşmacı da bendim. 15 Temmuz Kalkışmasının KKTC’ye etkilerini ve daima hayal içinde yaşayan Rum adadaşlarımızın ne düşündüklerini, neyi planladıklarını ve 15 Temmuz Kalkışmasını kazanca çevirmek için kurdukları hayali anlattım, dönemin Rum siyasilerinin söylemlerinden ve Rumca Gazetelerde yazılanlardan örnekler vererek.
Güney Kıbrıs Demokratik Seferberlik Partisi (DİSİ) eski Milletvekili Hristos Rotsas’ın sosyal medya üzerinden yayınladığı, “Türkiye’deki darbe gecesi büyük bir fırsat kaçırıldı. Esir Kıbrıs 42 yıl eli-ayağı bağlı pasif oturmasaydı, dün gece belki de Kıbrıs’ın gecesi olacaktı” hayalinden ve isteğini dile getirdim, ve nasıl hayal içinde yaşadıklarından bahsettim.
Sonra da Rotsas’ın Günay Kıbrıs’ta yayın yapan “Politis 107.6” isimli radyo istasyonunun kendisine canlı yayında söz konusu sosyal medya mesajında ne kastettiğini sorması üzerine de verdiği yanıtı dile getirdim.
Rum lider Anastasiadis’in Ruhani Genel Başkanı olduğu ve EOKA’cıların kurduğu DİSİ adlı siyasi Partinin eski milletvekili olan Rotsas’ın, Politis 17.6 isimli radyonun sorduğu sorusunda verdiği yanıtta, “Fırsat çıktığında kullanabilmek için bu 42 yılda hazırlık yapmalıydık. Hastanelerin ne kadar kişi alabileceği, birimlerin hazırlık durumunun ne olduğu bilinmeliydi. O gece kargaşadan dolayı saldıranın Kıbrıslı Rumlar mı darbeciler mi olduğunu bilemeyecek durumdaki Türk işgal ordusuna baskın yapabilirdik. 43 bin Türk askeri esir alınabilir, çoğu Baf havaalanına ve Vasiliko’ya götürülebilirdi. Ancak bunun için Kıbrıs bugünkü gibi hazırlıksız değil, bunca yıl hazırlık yapmış olmalıydı. Elimizde 43 bin Türk askeri tutsağımız olsaydı Türkiye herhangi bir şey yapmaya kalkışamayacak ve bizim ordularımız Girne kıyılarına ulaştığında, mağlup olacaktı. Türkler iki üç gün bombardıman yapar, sonra vazgeçerdi.” Hayalini anlattım katılımcılara.
Buna karşın bazı aklı başında Rumların da Rotsas’ın bu hayali saldırı düşüncesine karşı sosyal medyada, “Vurgulamamız gerekir ki darbe gecesi Türk işgal ordusu kışlalarda alarm durumundaydı ve bunun gibi maceraperest ve yıkıcı bir argümana olanak tanıyacak bir rehavet içinde olması söz konusu değildi” diyerek, “eğer Rotsas’ın yazdığı gibi Türk Ordusuna bir saldırı yapılsaydı, bırakın 43 bin Türk askerini esir almayı, 15 Mayıs 1919’da Anadolu’ya çıkan ve Türkler tarafından yüzde 90’nı yok edilen Yunan Ordusunun yaşadığı felaketin aynısını biz de yaşar, 1974 Barış harekatında olduğu gibi Rum Milli Muhafız Ordusunun da yarısından fazlasını kaybederdik” açıklamasını yaptıklarını anımsattım.
Aklın yolu birdir. Kiminin aklı saçlarının altında, kiminki de aynen Rotsas’da olduğu gibi saçlarının üstünde yer alıyor…
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Kıbrıs Rum tarafından Başkanlık seçimleri ufukta gözükünce Rum lider Nikos Anastasiadis, “Sıfır garanti ve sıfır asker” söylemini papağan gibi tekrarlayıp öne çıkarmaya ve Kıbrıslı Türklere verilecek garantilerden bahsetmeye başladı. Duyan da kendisini Türk hamisi sanacak. 15 Temmuz 1974 darbesini yapan ve geçmişinde onlarca, yüzlerce Kıbrıslı Türk’ü acımasız yöntemlerle şehit eden EOKA B’cilerin kurduğu partinin başkanı olduğunu unuttuğumuzu zannediyor herhalde.
AB üyesi bir ülke olan Yunanistan’ın Batı Trakya’da yaşayan kardeşlerimize uyguladığı insanlık suçları ve hukuku çiğnemesi nedeni ile Anastasiadis’in dillendirmeye çalıştığı “Rumların Kıbrıslı Türklere vereceği yaşam ve refah garantisi” pek de inandırıcı değil. Nasıl olsun ki.
Batı Trakya’da yaşayan kardeşlerimize, soydaşlarımıza gerek 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Anlaşması, gerekse de Yunanistan’ın kendi Anayasası tarafından verilen haklarla korunan din, dil, eğitim ve benzeri insan hakları Yunanistan’ın AB üyesi olmasından sonra güya daha geniş bir şekilde güven altına alındı ama bu güven kağıt üstünde kaldı. Hiçbir zaman uygulamaya konmadı ve aksine gözümüzün içine baka baka acımasızca çiğnendi. Bir de üstüne Yunanlı siyasilerin yalanları eklendi, sanki de haklıymışlar bu şekilde davranmalarıyla ilgili.
Lozan Anlaşması, Batı Trakya’da yaşayan soydaşlarımız, kardeşlerimizi tanımlamak için “Müslüman” kelimesini kullanır ama 1949’da Yunanistan’da Komünistlerin kesin yenilgisi ile başlayan iç huzurdan sonra 1950’li yıllarda doruğa çıkan Türkiye-Yunanistan dostluğunun getirdiği uygulamalar içinde “Müslüman” tanımlaması, “Türk” kavramına dönüşmüştü. 1955’de yılının Eylül ayında İstanbul’da azınlıklara karşı yaşanan üzücü olaylar ve Kıbrıs’ta 1963 yılında Rumların Türklere saldırısından sonra bile bu kavram değiştirilmemiş ve 1968 yılında Türkiye ve Yunanistan hükümetleri tarafından imzalanan mutabakat gereğince de “Türk” olarak kesinleşmişti. Yani Yunanistan’da yaşayan “Müslüman azınlık” tanımı kaldırılmış yerine “Türk azınlık” konmuştu.
Ama karşımızdakiler Helenler yani Yunanlılar. Batı tarihine ve batılıların atasözlerine göre güvenilmeyen ve yalan söyleyen insanlar. Bu konuda Avrupa ülkelerinde ve doğal olarak İngilizcede bir çok deyim var, “Yunanlı gibi yalancı olmak” benzeri.
Nitekim 1985 yılında Yunanistan Meclisinde kabul edilen “1985 Yunan Millet Meclisi Bildirgesi” Batı Trakya’da yaşayan kardeşlerimize “Türk” değil, “Rum Müslüman” diye hitap edilmesi yer aldı ve bu bildirgeden sonra da soydaşlarımızın kendilerine “Türk” demeleri ve “Türk” olarak tanımlanmaları da yasaklandı ve cezalandırılmaya başlandı. Rahmetlik Sadık Ahmet ve İsmail Şerif, 1985 yılında Yunan Millet Meclisi üyeliği adaylıkları propaganda döneminde kendilerini “Türk” olarak tanımlayıp tanıttıkları için de tutuklanmış ve cezalandırılmışlardı. “AB içinde düşünce suçu cezalandırılmaz” kavramı ve yalan propagandası da Yunanlı siyasiler tarafından böylece çiğnenmiş, yerle bir edilmişti. Halen daha da bu insanlık suçu Yunanistan’da devam etmekte. Kendine Türk’üm diyen Batı Traklaı soydaşlarımız “İne Mesa”, İçeri hakareti ile hapse atılmakta.
Halen daha Dimetoka’da 1420 yılında inşa edilen ve ibadete açılan Çelebi Sultan Mehmet Camisinde (Dimetoka Beyazıt Camii de denir) “Ezan okunması” yasaktır. Bölge Müftüsü ve
Okul Öğretmenleri halkın istedikleri ve seçtikleri değil, Yunanistan hükümetinin seçtiği ve Yunanistan’da eğitim görmüş kişilerdir. Türkler, sayıları çok az olan Türk okulları yerine Rum okullarına gitmeye zorlanmaktadırlar.
Trakya Türklerinin Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesine 2011 yılında gönderdiği rapora ve Human Rights Watch’un 1999 yılında yayınladığı rapora göre 1955-1998 arasında 60,000 Trakya Türkünün vatandaşlığı elinden alındığı için Yunanistan’a dönemediği, başka bir ile taşındıkları için de oy vermek haklarını kaybettikleri yer almaktadır.
İşte Anastasiadis’in ağzı dolu dolu bahsettiği garantiler de bunlardan öteye değil.
Prof. Dr. Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Ortak devlet kurulacak Rumları tanımak gerek
Rumların Türklerle ortalık kurma ve Kıbrıs adasını Türklerle ortak egemen olarak yönetme niyetlerinin gerçek, samimi ve içten olup olmadığını anlamak için, onları iyice tanımak lazım.
Rumcada Türkleri tanımlamak için kendi aralarında kullandıkları bazı kelimeler ve cümleler var, samimiyetlerini ve içtenliklerini ortaya koyan. Önce bunları bilip değerlendirmek gerekiyor.
Turkos galos mono nekros: “En iyi Türk Ölü Türk’tür”
Skillos: “Köpek”
Bello Turko: “Deli Türk”
Egine Turkos: (Öfkesinden, çirkefliğinden şikayet edilen kişi için) “Türk oldu”
“Türklerden sadece şamişici, köfteci olur”
Bunlara ilaveten Rum Milli Muhafız Ordusunda her sabah yapılan eğitim koşularında söylenen bir marş var, adı “Komando marşı”. Yıllardır Rum ve Yunan askerleri bu marş ile eğitim yapıyorlar. Hala daha, ortak bir devlet kurmak için müzakereler devam ederken sabahları RMMO kamplarında bu marş söyleniyor sabah koşularında;
“Bir gemiydi, tank çıkarma gemisi
Volos’tan korku yaratmak için hareket etti
Küçük Asya’nın (Anadolu) sahillerine gidiyor
Bütün Türkiye’ye ateş ve kıvılcım saçmak için
Deniz piyadesiyle dolu çıkarma tekneleri indirildi
Çelik gibi güçlü moralleri ile,
Hangi Türk’ü yakaladılarsa, kafalarını uçurdular
Ayasofya yolunu açmak için kahramanlar öldü, gençler öldü
Yunanistan, Yunanistan, Ayasofya’nın kubbesine çıkacağım,
Türk hilalini çıkarıp üzerine haçı dikmek için.
Ve sonra da, Tanrı işte o zaman sadece İstanbul’u aydınlatacak,
Ve Yunan milli marşı her yanda yankılanacak.”
İşte, yıllardır askerde yukarıdaki marş ve emirlerle, benzeri söylemlerle de kilisede beyinleri yıkanarak “Türk Düşmanı” haline getirilen Rumlarla biz hala ortak devlet kurmak için müzakereler yapıyoruz.
Rumlar, Kıbrıslı Türklerin Avrupa Parlamentosu’nda bulunmalarını hala daha hazmetmiş değiller. Kıbrıslı Türklerin dünya ile bağlarını tamamen kesmek ve kendilerine muhtaç hale getirmeye çalışıyorlar. Üniversitelerimizi “tanınmamış devletin tanınmamış üniversiteleri ve akademisyenleri” diyerek uluslararası birliklerden, organizasyonlardan ve programlardan dışlamak için elden geleni yapan Rumlar, 216 adet otelimizi de kara listede ilan edip, turist gelmesini önlemeye çalışıyorlar. Uçuşları durdurmaya, uluslararası ticaretin önünü kesmeye, hava ve deniz limanlarını korsan ilan etmek için elden gelen gayreti gösteren Rumlar, Larnaka havaalanından KKTC’ye gelmek isteyen turistleri bile önlemeye, durdurmaya çalışıyorlar, hiçbir ülke ile de bağımızın, bağlantımızın ve ilişkimizin olmasını istemiyorlar.
Bizler Kıbrıslı Türkler, niye hala Crans Montana da Anastasiadis’in bitmeyen istekleri nedeni ile çökmüş olan masaya oturmak ve müzakerelere devam etmek istiyoruz, gerçekten anlamıyorum. Aslında KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, geçen gün yaptığı açıklamada “Sonuç ayrılık bile olsa görüşerek, uzlaşarak olacaktır” cümlesi ile ilk kez ciddi olarak ayrılık konusunu dile getirdi, “çözüm olamıyorsa da yoluna devam edecektir” cümlesi ile de gelecekteki “Kıbrıs Türk B Planı”nın ne olduğunun ipuçlarını verdi…. Kısmet.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1