Vatandaşlıklardan rahatsızlar!
Bugünlerde yine vatandaşlıklar gündemde. Adadaki Türk nüfusun artmasından endişe eden bazı Rum savunucuları, Kıbrıslı Rumların asimile olacağını bile söyleyecek kadar ileri gitmekteler, zira onlara göre Türkiyeliler ayrı, kendileri ayrı ırktan!
O yüzden de Bakanlar Kurulunca verilen vatandaşlıklar yasal olmadığı gerekçesiyle acımasızca eleştiriliyor ancak vatandaşlık sebeplerini inceleseler yüzde 99’unun yasal prosedür içinde gerçekleştiğini görecekler. Yok eğer Bakanlar Kurulu kararlarını yanlı buluyorlarsa da, Rum’un “Kıbrıslı Türklerin adadaki nüfusu artarsa azınlık olmaktan çıkarlar” nevindeki korkularına hizmet etmek yerine, insan hakları bağlamında bir yasa yapacaklar. (Gerçi bundan iki sene öncesine kadar iktidarda olan CTP hükümeti, yeni bir vatandaşlık yasası yapmış, eline yüzüne bulaştırmış ve bu parlak fikirlerin olmayacağını anlayınca da öylece bırakmıştı.)
Bundan yaklaşık iki yıl önce yazdığım yazıda CTP’nin hazırladığı yasa tasarısını ve ülkemizde yaşayan Türkiyelilere çektirilen ezayı şu sözlerle anlatmıştım;
“CTP-DP koalisyon hükümeti içinde yer alan İçişleri Bakanlığının hazırladığı “Yurttaşlıkla ilgili yasal düzenlemelere getirilmek istenen yeni kriterler” veya diğer adı ile “Yurttaşlık Yasa Tasarısı “ gerçekten de basına yansıdığı gibiyse, getirilmek istenen kriterler tam bir yüz karası.
Buna kafatasçılık da diyebilirsiniz, ırkçılık da…
Böylesi zorlaştırılmış vatandaşlık kriterleri Avrupa Birliği’nde bile yok.
Kendi ülkesinde yıllarca çalışıp, emekli olduktan sonra ülkemize gelip yerleşerek hayatlarının sonbaharını huzur içinde yaşamak isteyenlere çıkarmadığımız engel, yaşatmadığımız zorluk kalmamış. Ülkemizde çalışıp para kazanmıyorlar, tam tersine yaşamları için gerekli olan parayı kendi ülkelerinden getirip burada harcıyorlar ve ekonomimize de büyük katkıda bulunuyorlar. Ama biz onlara ne bir vatandaşlık veriyoruz, ne de işlerini kolaylaştıracak bir kimlik. Avrupa Birliği’ne üye ülkeler, başka bir ülkede emekli olup da kendi ülkelerine yerleşmeyi ve hayatlarının sonbaharını geçirmek isteyenlere bütün kapıları sonuna kadar açıyor, ekonomisine katkı koyacağı için. Ama nedense bizim ülkemizin bürokratları ve bazı seçilmiş veya da seçilmemiş siyasiler, bu tür insanları KKTC’ye sokmamak için elden geleni yapıyorlar, sanki de büyük bir marifetmiş gibi.
Bizim ülkemizde ikamet veya çalışma izni almak yerine, deveye hendek atlatmak çok daha kolay, birtakım hastalıklı beyinlerin getirdiği kurallar yüzünden.
Yönetim kadroları içinde yer alan, kendi söylemlerine göre ilerici olan ama gerçekte faşistliğin alasını sergileyen bu “hastalıklı beyinler” ikamet izni çıkarılamasın ya da çalışma izni verilmesin diye öylesine kurallar getirmişler ki, gerçekten de inanması çok zor. Nazi Almanya’sının esir kamplarında bile bu denli zor, mantıksız ve eziyet veren işlemlerin yaşanmış olduğunu sanmıyorum.
Daha işin başında, devlet dairelerimizdeki memurlarımız, ikamet veya da çalışma izni için başvuranları hapishane duvarı gibi asık ve meyus bir yüzle karşılıyorlar ve aşağılayarak hitap ediyorlar. Sanki de önemli, çok büyük ve özverili bir iş yapıyorlarmış gibi.
Dünyadaki gelişmiş ülkelerin vatandaşları devletle olan işlerini internet üzerinde, evlerinden veya da işyerlerinden dışarı çıkmadan, birkaç dakika içinde hallederken, bizde, topraklarımız altın kaplı olduğundan, ikamet veya da çalışma iznini alabilmek veya da yenilemek için en az bir hafta koşmak gerekiyor. Damga pulu, resim, tasdik memuru, fotokopi, pasaport, kira kontratı, kan verme, tahlil yaptırma gibi bir sürü saçma sapan işlemler konuyor ülkemize çalışmak veya da ikamet etmek için gelmiş insanların önüne.
Maliye Bakanlığı işin kolayını bulmuş, her başvurandan bir de kira kontratı istiyor. İşin yoksa Muhaceret dairesinden, hastaneye, oradan laboratuvara, polise, Maliye bakanlığına, fotokopiciye koş, dolap beygiri gibi dön. Açıkçası ülkemizi ikinci vatanları görüp yaşamaya, çalışmaya gelen insanlara eziyet ediyoruz.
Vatandaş olmak isterseniz işiniz daha da zor. En az 13 sene aralıksız mührünüzün olması lazım. Ve bu 13 sene içinde, yurtdışında 40 günden fazla kalmamanız gerek. Şayet anneniz babanız bakıma muhtaç olsa, biz doktor raporu getirseniz bile duramazsınız. Ölse cenazesine gidip döneceksiniz. Durduğunuzda sil baştan başlar o 13 sene. Tabi bunu önlemek için yeni hinlikler düşünmüşler! Buna göre çalışma izniyle adaya her gelen üç yılın sonunda 90 gün adadan ayrılacak. Nedeni, yukarıda yazdığım “40 gün kuralı”nda saklı. Yani bundan sonra KKTC’de kimse evlilik dışı vatandaş olamayacak!
Bu nedenle iktidar tarafından Meclise yeni sunulan “Yurttaşlık Yasa Tasarısı” içinde bu saçmalıklar düzeltileceğine, yeni zorluklar şekilde eklenmiş maalesef.
Yazıklar olsun böylesine ırkçı, ayırımcı ve kafatasçı düşünceler taşıyan yöneticilere.”
İşte iki sene evvel yazdığım yazı buydu.
Şimdi Bakanlar Kurulumuz doğru işler yapıyor. Ülkemize küçük yaşta gelenlere, burayı vatan yapanlara, yatırım yapanlara, akademisyenler, hak ettikleri vatandaşlığı veriyorlar. Vatandaşlık yasası değişmeli ve daha kolay ve bürokrasiden arınmış hale getirilmeli.
Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
Kıbrıs Müzakerelerinin Crans Montana’da kopmasına ve çökmesine neden olan, Anastasiadis’in beceriksizliği değil, isteklerinin hiç bitmemesidir gerçekte. Karşısında Rumların her istediklerini vermeye hazır bir Kıbrıslı Türk Cumhurbaşkanı görünce, bir türlü isteklerinin sonunu getirmeyip, aldıkları ile yetinmedi ve “görüşmelerin çökmesine neden olan adam” ithamı altında kalarak masa başına yıkıldı. Şimdi dört dönüyor etrafta “Ben masaya oturmaya ve müzakereleri sürdürmeye hazırım” diye. Maalesef işledikleri hunharca cinayetleri, yaktıkları köyleri, yağmaladıkları Türk mallarını unuttuğumuzu sanıp “Sıfır garanti, Sıfır Güvenlik” isteyince masa Anastasiadis’in başına çöküverdi aniden.
Cumhurbaşkanı Akıncı ve ekibi de Kıbrıs konusunda Federal ve Rumlarla ortak bir devletin olamayacağını bir türlü kavrayamayıp, hala daha müzakereleri sürdürmek ve taviz vermek peşindeler. Bunun getirisinin ne olacağı da, gerçekte belli. Anastasaidis’in verdiği garanti sözüne inanılırsa, AB üyesi bir ülke olan Yunanistan’ın Batı Trakya’da yaşayan kardeşlerimize uyguladığı insanlık suçları ve hukuku çiğneyen davranışlarının aynısını bizler Kıbrıslı Türklere de yaşatacakları açık, hem de hiç ayırım yapmadan. Günümüz Rum hayranları ve çığırtkanlarını da, bizleri koyacakları kefenin içine koyacaklar hiç gözlerinin yaşına bakmadan. Tarihi biraz karıştırmak yeter bunu anlayabilmek ve görebilmek için.
Anastasiadis, utanmadan ve arlanmadan “Kıbrıs sorunu 1974’de Türkiye’nin adayı işgali ile başladı” diye Kıbrıs konusunun çarpıtıyor ve herkesin de inandığını zannediyor. Önce 1941 yılında, Lefkoşa Belediye Başkanı Themistokles Dervis zamanında Türkçe sokak ve meydanların isimlerinin değiştirildiğini, sonra da 1956-1958 yılında bu değişimin genişletilerek kalıcılaştırıldığını sanki hem kendisi hem de aramızdaki Rum hayranları unutmuş gibi. Günümüzde bir bölgenin veya da sokağın ismini devletimiz Türkçeleştirse, aramızdaki Rum hayranları hemen koro halinde ötmeye başlıyor.
Sonra da 1950-1974 yılları arasında, kendilerinin çoğunluk olduğuna güvenip Türk köylerine, Türk evlerine ve sokakta yürüyen Türklere yaptıkları saldırıların Başpiskopos ve Cumhurbaşkanı Makarios III tarafından verilen emirlerle olduğunu unutup, Kıbrıs konusu 1974 yılında başladı yalanını her fırsatta tekrarlıyor ve konuyu bilmeyenleri de inandırmaya çalışıyor Anastasiadis. Böyle düşünen sadece kendisi değil tabii. Tüm Rum politikacılar da aynen Anastasiadis gibi düşünüyor. Çok değil daha iki gün evvel, DİKO Başkanı Nikolas Papadopulos, düzenlediği basın toplantısında Şubat ayında Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanı seçilirse açıkça Türkleri cezalandırmak için neleri yapacağını bir bir saydı döktü.
Ercan Havaalanını kapattıracakmış, KKTC’de faaliyet gösteren yabancı şirketleri cezalandıracakmış, KKTC’de emlak alımı ve satımı yapan şirketleri ve de sahiplerini Lefkoşa Rum Mahkemesine verip cezalandıracakmış, Kıbrıslı Türk siyasileri vatandaşlıktan atacakmış ve de bunlara benzer pek çok önlemler alacakmış. İşte bunların adına da “Rum garantileri” diyorlar. “Ya benim kulum kölem olursun, ya da ben seni cezalandırırım” demeye getiriyor Avrupa Birliği’nin bu saygın olmayan üyesi devletin siyasi parti başkanı. Al birini, çal diğerine. Aralarında hiçbir fark yok.
Duyan da, geçmişi bilmeyen de Rumların vereceklerini taahhüt ettikleri garantilerin (!) insan hakları ile birebir bağdaştığını, uyuştuğunu zannediyor ama kazın ayağı hiçte öyle değil.
1923 Lozan Anlaşmasında Batı Trakya’da kalan kardeşlerimizden “Müslüman halkı” olarak bahsedilmesi sonrasında, 1950’de DP’nin Türkiye’de iktidar olması ile başlayan Türkiye-Yunan dostluğu döneminde “Müslüman” tanımı “Türk” kavramına çevrilmiş ve 1968 Türkiye-Yunanistan Mutabakatında da bu tanımlama “Türk” olarak kayda geçirilmiş ve kesinleşmişti. Tüm bu anlaşmalara rağmen, Yunan Hükümeti altına imzasını attığı anlaşmaları hiçe saymış ve “Yunan Millet Meclisi” 1985 yılında yayınladığı Bildirge ile Batı Trakya Türklerine “Rum Müslüman” diye hitap edilmesini emretmişti. 1989 yılında yapılacak seçimlerde Milletvekili adayları “Sadık Ahmet ve İsmail Şerif” kendilerini “Türk” olarak tanıttıkları için resmen cezalandırılmışlardı.
Nerede mi oldu bu olay; 1964-1967 yılları arasında Kıbrıs adasını fiilen işgal eden, AB’nin anlı şanlı üyesi ve de Kıbrıslı Rumların anavatanları olan Yunanistan’da! Şimdide çıkmış “Kıbrıs sorunu 1974’te başladı, AB’nin garantisi yeter!” yalan ve saçmalıklarıyla kafa karıştırmaktalar, tabi yersek!
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Kerkük’e ilk gidişim 1966 yılında olmuştu. Üniversitemizin bir başka Fakültesinde okuyan “Güler” adlı Türkmen bir arkadaşımız davet etmişti biz Türkçe konuşan çok az sayıdaki öğrencileri Kerkük’e. Güler ile ilk tanıştığımda bana adının “Gular” olduğunu söyleyince çok garibime gitmişti. Gençliğin verdiği bilgisizlik ve ukalalıkla adının “Gular” değil “Güler” olduğunu söylemiştim ona, yerel kültürlerini, yüzyılların geleneklerini hiç dikkate almadan ve “biz ne dersek o olur” havasıyla. Bu davranışımın ne kadar yanlış olduğunu yaz tatili gelip Kerkük’e gidince anlamıştım. Çok uzaklarda yaşayan ve yüzyıllardır yaşadıklarından haberimizin olmadığı “Kıbrıslı” uzak akrabalarımızla tanışmıştım adeta. Türkçeleri aynı bizim Kıbrıs Türkçesiydi ve anlaşmakta da hiç zorluk çekmemiştim. Sıkıştığım vakit en yakınımdaki uzak akrabaya! “Tuvalet nerede” diye sorduğumda yüzünün aldığı şekli hiç unutmuyorum. Kimbilir neler geçirmişti aklından o 1-2 saniye içinde. Anlamadığını kavrayınca “Ayak Yolu” demiştim Kıbrıs deyimiyle. Hemen yüzü parlamış ve yerini göstermişti Türkmen uzak akrabalarım.
Bana çok ilginç gelmişti Kerkük. Yer yüzüne kadar uzanmış doğalgaz nedeni ile belli yerlerde, toprak üzerine çaktığınız çakmakla, toprak hemen alev alıyordu. Rafinerideki çok yukarılara kadar uzanan bacanın ucundan çıkan alev herhalde 15-20 metre uzunluğundaydı. Bu bacanın gece görüntüsü adeta doyumsuzdu. Kenarlara fırlayan, uçuşan, kollarını yana açan ve her anı birbirinden farklı alevi saatlerce seyretmekten hiç bıkmamıştım. Evlerin hepsi tek katlı, büyükçe bir bahçe içinde ve tuğladan yapılmıştı. “Air Cooler” dedikleri hava soğutucuları, günümüzde kullandığımız klimalar gibi değil, yukardan aşağıya akan bir suyun arkasına konmuş pervaneden ibaretti ama ortamı hem nemlendiriyor hem de bayağı soğutuyordu. Bize karşı çok sevecen davrandılar. Türk olmamız onları çok olumlu etkilemişti. Misafirperverliklerine hayran kalmıştım. Herhalde Kerkük’e gelişimiz anavatan hasretlerini depreştirmişti. Her biri bize ayrı bir sevgi gösteriyordu. Öğleyin masaya konan yemekleri, herhalde bir aya geceli gündüzlü yesek bitiremezdik. O denli elleri açık ve misafirperverdi Türkmen kardeşlerimiz.
25 Eylül günü Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) Irak’ın Kuzey bölgelerinde düzenlediği anayasaya aykırı referandum beni çok olumsuz etkiledi. Gelecek ile ilgili olumsuz senaryolar yarattı kafamda. Birkaç sene içinde Irak’ın kuzey bölgelerinde nelerin olacağını ve ne felaketlerin yaşanacağını adeta gördüm. Ki, ziyaret ettiğim günden bu güne demografik yapının bilinçli olarak değiştirildiği Kerkük’te ve Türkmenlerin yaşadığı Irak’ın -orta ve üst- doğu bölgelerinde yüzyıllardır çoğunluğu oluşturan Türkmenler, acımasız saldırılar ve ayak oyunları ile azınlık durumuna getirildi.
Irak Kürt Bölgesinde yapılan bu referandum, 1915 Sykes-Picot Anlaşmasından sonra Ortadoğu’da yaşanacak en büyük siyasi değişimin habercisi. Israil’in güvenliği açısından ABD’nin bölgeye elini sokmasına karar veren “Baba Bush”, uygulayıcısı da dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condeliza Rice oldu. 10 Nisan 1991 günü baba Bush’un, Saddam Hüseyin hükümetini, 36. paralelin üzerinde savaş uçaklarını uçurmaması ve askerî harekata girmemesi yönünde uyarması, Orta Doğu’da değişimin başladığının habercisiydi aslında. De facto bir Kürt hükümetinin oluşmasını sağlamak amaçlı 19 Mayıs 1992 de gerçekleştirilen Kuzey Irak’taki genel seçimler ve sonrasında da Ekim ayında Federe Kürt devletinin ilân edilmesi ABD-İsrail planının şaşmaz adımlarını gözler önüne serdi. Sonra da Ortadoğu’nun kuzey yarısında kan gövdeyi götürmeye başladı. Kendilerine fazlaca güvenerek sağa sola posta koyan İran ve Irak’ın, Ortadoğu’nun batı kıyılarında “aşı” bir devlet kurmasını kabullenemediler asla. O yüzden de hedef, bu ülkeleri zayıflatmak, güçten düşürmek, mümkünse yok etmekti, son adım hariç başardılar da.
Zaten Israil’in Suriye’yi, Irak’ı ve İran’ı denetim altında tutabilmesinin tek yolu olarak görülen, Ortadoğu’nun kuzeyinde kendilerinin yönettiği bir egemen devletin, namı diğerle “Kürt Devleti”nin kurulmasının planı da tesadüfe bakın 1991 yılında yapılmıştı. (Bak. İsrail’in Gizli Savaşları: I. Black, B. Morris)
Tüm bu yaşananların bizimle ilgisi ne diyebilirsiniz. Açıklayayım; Türkiye, planlı ve doğru bir diplomatik strateji ile IKYB’de yaşanacak gelişmelere paralel olarak KKTC’nin meşruluğunu sağlayabilir, bölgedeki gücünü de arttırabilir. Yani, BM’nin önüne Kürt Devletini tanıması konusu geldiğinde, Türkiye de KKTC’yi BM’nin önüne koyabilir….
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Kıbrıs Rum Yönetimi, KKTC’nin Karpaz bölgesinde yaşayan Rumları kalmaya teşvik etmek için her ay maaş olarak para gönderiyor, erzak gönderiyor, giyim kuşam, ayakkabı gönderiyor, bir de Tassos Papadopulos döneminde dönemin Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ı politik oyuna getirerek açtıkları okula öğrenci sayısından fazla öğretmen gönderiyor. Amaç mazlum rolünü oynamak, kendilerini acındırmak ve KKTC’de oldu bittiler yaratarak kalıcı kazanımlar elde etmek.
Yıllardır Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından hazırlanan yardım malzemeleri, her Çarşamba BM konvoyu ile başta Dipkarpaz olmak üzere KKTC’de yaşayan Kıbrıslı Rumlara gönderiliyor. Yardım malzemeleri arasında tüp gaz, yemeklik yağ, tahıl, baklagil, hububat ve çeşitli yiyecek malzemeleri bulunuyor. Bu yardıma ilaveten 600 Avro maaş da gönderilmekte bu Rumlara sırf Karpaz’da ikamet etmeyi sürdürsünler diye. Bakmayın siz adının “insani yardım” olduğuna. Görüldüğü üzere Karpaz’da yaşayan Rumların geçim sıkıntısı yok. Hatta ve hatta maaş ve yiyecek yardımı alan Rumlar, ek bir gelir elde etmek için bunların bir kısmını da KKTC’de satıyor.
Maalesef, 1974 Barış harekatından sonra kurulan hükümetlerde, toplamda üç kez görev alarak hükümet kurmayı başaran günümüz muhalefet partilerinin, her seferinde “insani düşünceler”i ortaya atarak Rumlara verdikleri tavizler, sonradan başımıza dert olarak kalırken, Rumlardan, Kıbrıslı Türklerin lehine hiçbir taviz alamadılar.
Benzeri bir başka kazık da bize, gene günümüz muhalefetinin hükümet ettiği dönemde Rum Ortodoks Kilisesine, KKTC’deki dini bölgelerine Metropolitler atama yetkisi ve kiliselerde ayin yapmak izninin ucu açık olarak verilmesi ile atılmıştı. Neyse ki, sonradan bu izinler denetim altına alındı ve Rum Ortodoks Kilisesinin KKTC’yi din işleri kisvesi altında işgal etmesi önlendi.
Rum lider Tassos Papadopulos ile KKTC II. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, Karpaz’da Rum okulu açılması karşılığı, Limasol’da da Türk okulu açılması mutabakatı yapmış olmalarına rağmen, Tassos Papadopulos’un BM’de yaptığı bir ayak oyunu sonrasında Karpaz’da Rum okulu açılırken, bunun mütekabili, yani karşılığı olarak Limasol’da Türk okulu açılamadı. Açıkçası Papadopulos Güney Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin hakkını gasp etti ve Türk okulu açılmasına izin vermedi, olanak tanımadı. Güney Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin çocukları Rum okullarına gitmek zorunda bırakıldılar ve 1974 yılından beridir de Rum okullarına gitmekteler, “En iyi Türk ölü Türktür” ilkesi de bu eğitimlerde kafalarına sokulmakta, Türk olmalarına rağmen.
Aramızdaki Rum çığırtkanlarına ve nesebi bozuklara tavsiye ederim, Güney Kıbrıs’a geçip Türk çocukların nerede okuduklarını ve ne okutulduklarını incelemelerini. Allah göstermesin bir gün, Rumların dayatmak istediği hükümet şekli içinde azınlık durumuna düşersek, çocuklarımızın ve torunlarımızın içine düşeceği eğitim durumu aynen şimdiki gibi, Güneyde zorla Rum okullarında eğitim alan çocuklarımızın ki gibi olacak.
***
Gelelim esas konuya; Bazılarımız bu işi Rumların ağzından ele alsa da, Dışişleri Bakanımız Tahsin Ertuğruloğlu’nun 22 Eylül günü yaptığı açıklamada bahsettiği, BM aracılığıyla KKTC’de yaşayan Kıbrıslı Rumlara gönderilen yardım malzemelerinin vergilendirilmesi konusunu sonuna kadar destekliyorum. Nedeni çok ama 1964-1974 yılları arasında anavatanımız Türkiye tarafından Kızılay kanalı ile bizlere gönderilen tahıl, hububat, baklagil torbaları ile giysi ve diğer yardım malzemeleri kolilerine, Rum Gümrükçülerin ve Mağusa-Lefkoşa yolu üzerinde kurdukları insanlık dışı barikatlarda Rum askerlerinin, süngü ile torbaları delik deşik ettiklerini, ellerindeki baltalar ile tahta sandıkları kırdıklarını ve karton kolileri bıçaklarla yırttıklarını ve Kıbrıslı Türklere, anavatanımız Türkiye’nin gönderdiği bu insani yardımların tam ve hijyen kurallarına uygun olarak ulaşmaması için neler yaptıklarını gözleri ile gören ve yaşayan bir kişi olarak söz konusu kararın alınmasında geç bile kalındığı ve 1 Ekim’de tam olarak uygulamaya konulmasının şart olduğu düşüncesindeyim. Hükümetimize, bu yaptırımın-haddim olmayarak- derhal hayata geçirilmesi gerektiği tavsiyesinde de bulunmak isterim.
Bu uygulamaya ilaveten, KKTC’de kazanılan paraların KKTC’de harcanması, KKTC ekonomisinin daha da güçlenmesi, çarşımızın daha da hareketlenmesi, esnafımızın cirosunun artması ve hükümetimizin topladığı vergi ve KDV gelirlerinin artmasına yönelik olarak da, Rumların yaptığı gibi, kapılarda sıkı denetimler yapılmalı. Ki Rumların, Kuzey’den gelenlerin el çantalarını dahi didik didik etmelerine karşın, bizim Güney’den alışverişler için belirlenen 300 Euro’ya uymadığımız ve bu konuda sıkı tedbirlerin olmadığı herkesin malumu…
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Aramızda sesi çok çıkan ama sayıları fazla olmayan çığırtkanlar var.
Bunlar, Kıbrıslı Rumlar ne yapsa alkışlar, yanlış yapsa ağzını kapar ve sesini çıkarmaz ama iş KKTC’ye ve Türkiye’ye geldi mi eleştirilerin ve saldırıların en alasını yapar.
Bir çoğu KKTC bütçesinden maaş almasına, bir kısmı KKTC’nin ekonomisinden nemalanmasına, KKTC’de ikamet etmesine ve de her tür nimetinden faydalanmasına rağmen önce KKTC’yi sonra da her konuda yanımızda yer almış olan, başımız sıkışsa da sıkışmasa da sevgisini ve desteğini esirgemeyen anavatanımız Türkiye’mizi sevmezler, istemezler ve dil uzatıp nefretle eleştirirler. Bunu da kendi aralarında “kahramanca” bir duruş sayarlar!
KKTC’deki UBP-DP koalisyon hükümetinin, iş başına geldikten sonra kasten diyebileceğim bir şekilde batırılmış ve iflas ettirilmiş KKTC Hazinesini toparlayıp bütçe fazlasına geçirmesini, Türkiye’den suyun gelmesini, Türkiye’den elektriğini gelecek olmasını, Türkiye’nin KKTC’nin alt yatırımını iyileştirmek için açtığı ihaleleri, haklı olarak verilen vatandaşlıkları ve benzeri bir çok olayı bu nesebi bozuklar acı acı eleştirir, fırsatını bulduğu vakit de AB’ye, BM’ye utanmadan mektup yazıp şikayet ederler.
Bu nesebi bozukların arasında KKTC’ye, dünyada bir ilk olan teknoloji ile Türkiye’den deniz yüzeyinin 250 m. altında, deniz tabanına tutturulmuş 1600 mm çapında 25 atmosfer basınca dayanıklı borularla Torosların doğal suyunun getirilmesini bile -saçma sapan iddialarla-eleştirenler bile var. Dünyanın III. büyük savaşının enerji değil, su kaynakları nedeni ile çıkacağının farkında dahi olmayan bu kişiler, KKTC’de belediyelerin kendi bütçe açıklarını kapatmak için Türkiye’den gelen suyun maliyet fiyatı üzerine koydukları fahiş karları görmezler ve suyun pahalı olduğundan bahsederler, geçmişin tuzlu suyuna insanlarımızın ödedikleri ücretlerle kıyaslamadan.
KKTC hükümetinin yılların ayıbını düzeltmek için ele aldığı vatandaşlık konusunu söz konusu da bu kişiler ağızlarına sakız etmiş durumdalar. İki yaşında KKTC’ye gelmiş, KKTC’de ilkokul, Ortaokul, Lise ve üniversiteyi bitirmiş, iş güç sahibi olmuş, yanında insan çalıştıran bir kişinin bile vatandaşlık müracaatını eleştirmeyi marifet sayıyor bu kişiler. Ki bu örneğe benzer yüzlerce kişi var. Kimi 20, kimi 25 senedir KKTC’de ama vatandaşlık talepleri, “yurtdışında 41 günden fazla kalmış”, “karısı taşıyıcı çıkmış”, “işten ayrılınca 3 ay boş kalmış” gibi yasal anomalilerle reddedilmekte. (Diyelim yurtdışında yaşayan anneniz/babanız ağır hasta ve size ihtiyaçları var. Siz yurtdışında 40 günden fazla kalırsanız vatandaşlık hakkını kaybediyorsunuz. Süre yeniden başlatılıyor. Önemli ağır bir hastalık geçirdiğinizde tedavi için yurtdışına gider ve yine 40 günü aşan bir tedavi görürseniz, o da aynı yasal prosedüre takılıyor.) Bir dönemin hükümetinin, içinde Jak Kamhi, TOBB Başkanı, tanınmış bir Futbol Klübü Başkanı gibi Türkiye’nin kıymetli ve değerli insanlarının yer aldığı 1300 kişilik vatandaşlıkları yeni verilmiş kişilerin listesini, kendi tabanına yaranmak için, (kendine göre) kahramanca bir davranışla topluca iptal etmesi de politik tarihimizin ayrı bir garabeti.
Öte yandan, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin gerekli güvenlik soruşturması yapmadan Rus ve Ukraynalı işadamlarına para karşılığında AB Pasaportu vermesini ise bu nesebi bozuklar ağızlarına bile almazlar, eleştirmezler ve AB ile BM’ye şikayet etmezler avantaları bozulmasın diye.
Rumların vatandaşlık satmalarını Mısır’daki sağır sultan bile duyduktan sonra nihayet İngiltere’nin önde gelen ciddi gazetelerinden “The Guardian’ manşetine taşıdı ve AB Komisyonu (AB Bakanlar Kurulu) Kıbrıs Rum Yönetimini ve Muhaceret Dairesini incelemeye aldı. İnceleme kapsamında da verilecek tüm yeni pasaportlara da el koydular.
The Guardian’ın haberi içinde, para karşılığı Rum Yönetimi tarafından satılan vatandaşlıklar listesi içinde yüzlerce ismin bulunduğundan bahsedilmekte ve Leonid Lebedev, Gennady Bogolyubov, Igor Kolomoisky ve Tedy Sagi gibi tanınan Rus ve Ukraynalı iş insanlarının ismi de verilmekte. İddialara göre bu vatandaşlık satışlarından Rum Yönetiminin kasasına ve ekonomiye dört milyar Avro’luk para girmiş. (Ki Rumların kafasına göre verdiği Kıbrıs Cumhuriyeti kimliği, Avrupa Birliği’ni de yakından ilgilendiriyor.)
Bizim ülkemizin verdiği vatandaşlıkları acı acı eleştirenler, umarım Rumların bu resmi dolandırıcılığını da eleştirirler. Yoksa haklı bir taraf mı bulurlar diyorsunuz? Olabilir… Bekleyip görelim…
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1