Bugün mübarek Kurban Bayramı.
Tüm okurlarımın mübarek Kurban Bayramı’nı kutlar, Hayırlara vesile olmasını dilerim.
Bayramları, Kandilleri, Teravihleri ve Cuma namazlarını çok severim.
En azından, kendini Müslüman hisseden ve özel günlerde camiye giden arkadaşlarımla ve dostlarımla camide buluştuğum zamanlardır bu özel günler. Her yaştan imanlı kardeşlerimiz gelir camiye bu günlerde. Bazen çocuklarını bazen de torunlarını beraberlerinde getirirler. Hem birlikte dini vecibeleri yerine getiririz, hem de sohbet eder, hasret gideririz.
Bu özel dini günlerde, özellikle de Cuma günleri camilerimiz tıklım tıklım dolar ve bahçelere taşar. Yer bulmak neredeyse olanaksızdır. Bu nedenle, oluşan talebe göre yeni yeni camiler yapılmakta ve halkımız kiliselerden bozma camilerden kurtulup, cami olarak inşa edilmiş ibadet yerlerinde dini vecibelerini yerine getirmekte.
Hayatları boyunca camiye bir kere olsun gitmemiş, başı secdeye hiç değmemiş, dua nedir bilmeyen, namaz nasıl kılınırdan haberleri bile olmayan sözde bilge kişiler, bu eksiklikleri ortaya çıkmasın diye “Cami yapılacağına Okul yapılsın” veya da “camilerin sayısı okulların sayısını geçti” gibi veciz ve boylarından büyük laflar ederler.
Dini bilgilerin çocuklarımıza Kuran Kursları vasıtası ile verilmesine, çocuklarımızın camiye gitmelerine ve orada dinimizin, konuyu çok iyi bilen, her biri İlahiyat Fakültesi mezunu olan Cami Din Görevlileri tarafından verilmesine karşı çıkarlar. Din konusunda akademik hiçbir bilgiye sahip olmamalarına rağmen, mevcut yasaların arkasına saklanıp, Din derslerini kendileri veya da kendileri gibi düşünen, kendilerinden olan birisi tarafından verilmesini isterler.
Bazen, özellikle de camilere ve din görevlilerine kara çalmak, şaibe altında bırakmak ve çamur atmak için kasten yapılmış ve çarpıtılmış istatistikler okurum. Oynanmak isteten oyuna bakıp, bu dâhilere gülerim.
Kafa bulandırma amaçlı yapılan provakatif söylemleri bir kenara bırakıp, gerçek istatistiklere göz atalım; KKTC’de, 1950 yılında 300 cami varken ve de her 300 kişiye bir cami düşerken, 1963-1974 yılları arasında Rumlar tarafından 110 camimiz yakıldı, yıkıldı, 54 tanesi de bakımsızlıktan kullanılamaz hale geldi. Günümüzde KKTC’de irili ufaklı 212 cami bulunmakta ve ortalama olarak da genel nüfusa göre her 1500 kişiye bir cami, Camiye gidebilecek 10-80 yaş grubu temel alındığında da her 1320 kişiye bir cami düşmekte.
Günümüzde, İlkokul öncesi, ilkokul, Ortaokul, Lise, Mesleki Teknik Lise ve Üniversitede okuyan öğrenci sayısı yaklaşık 48 bin 600, tüm okul ve üniversitelerin sayısı ise 178. Söz konusu okulları kullanan öğrenci sayısı temel alındığında her 273 öğrenciye bir okul düşmekte.
Matematiksel olarak bu verileri kıyaslamak için, dini hizmetleri ve eğitim hizmeti alan nüfusu birbiri ile kıyasladığında ve-denge kurmak istendiğinde veya da eşitlik sağlanmak isteniyorsa-273 öğrenciye bir okul temel alındığında, 178 okula karşılık 1025 cami olması gerekmektedir. Veya her 1320 kişiye bir cami temel alındığında, 212 camiye karşılık 24 okul düşmesi gerekmektedir.
“Cami sayısı, okul sayısını geçti” iddiaları konuyu incelemeyen, islami inanışla ve ibadetle uzaktan yakından ilgisi olmayan kişilerin kendilerini aklamak ve bir şekilde haklı çıkarmak için ortaya attıkları, yanılgı içerikli bir sav. Eğer camilerde ibadet eden veya da ibadet etme potansiyeli olan nüfus ile okullarda eğitim alan veya da eğitim alma potansiyeli olan nüfus aynı olsaydı, söz konusu iddia doğru olabilirdi ama 280 bin kişinin ibadet için kullanma olasılığı olan camilerimizin sayısını, 48 bin 600 öğrencinin kullandığı okul sayısı ile kıyaslamak yanlış bir yaklaşımdır. Bu iddia, bir kentteki otobüslere hizmet veren tamir garajlarının sayısının ile otomobillere hizmet veren tamir garajlarının sayısının eşit olması gerektiği mantığına benzemektedir.
Aynı sav Türkiye için de geçerlidir. 72 milyon insanın kullanma potansiyeli olan camilerin ve bu camilerde görev yapan din görevlilerinin sayısı elbette, yaklaşık 12 milyon öğrencinin gereksinimi olan okul sayısından ve de öğretmen sayısından daha fazla olacaktır.
Tüm okuyucularıma Hayırlı Bayramlar dilerim.
Prof. Dr. Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Türkiye’nin göçmen politikası ve Avrupa’nın rahatı
Egemen Bağış / Avrupa Birliği eski Bakanı
Avrupa ve dünya yardım etsin veya etmesin adalet ve merhamet kodlarına işlemiş bu vatan, mazluma her zaman kucak açacak insaniyet ve güce sahiptir. Ama bizim küresel insani değerleri, ulusal çıkarlarımızın dahi önüne koymamız Avrupa’daki müttefiklerimizi rehavete de itmemelidir. Gün doğmadan neler doğar!
Suriye’deki savaş nedeniyle son yıllarda ülke gündemimizi Suriyeli göçmenler ve onlara dayandırılan problemler meşgul etmekte. Kolayca manipüle edilebilen bir konu olması da cabası. Türkiye’nin göçmen politikasını iyi anlatabilmekte fayda var. Aslında ilk defa göç dalgasıyla karşılaşan bir ülke değiliz. Anadolu’da hakim olduğumuz dönemlerde de Moğol tehdidinden kaçanların göçlerinden tutun da yakın tarihimizdeki Osmanlı bekası yerlerin halklarının göçlerine kadar neler gördü ve sahip çıktı bu halk. Balkanlarda ki Türk, Arnavut, Makedon ve Boşnak kardeşlerimiz Türkiye’ye son yüzyılda sıklıkla göç ettiler. Kırım ve Kafkasya’dan gelen kardeşlerimizi de unutamayalım. Yakın zamanda okuduğum emekli büyükelçilerimizden Ender Arat’ın yazdığı “Türklere Güvendiler” isimli kitap tam da bunları anlatıyor. Hatta sadece soydaşlarımız, dindaşlarımız ya da komşularımız değil uzak coğrafyalardan bile bize sığınan farklı etnisite ve dinlere mensup toplulukların sığındığı liman olduğumuza belgeleriyle değinmiş. Son 30 yıla baktığımızda önce Saddam zulmünden kaçan Kürt kardeşlerimiz, sonra I. Ve II. Körfez Savaşları nedeniyle Irak’tan gelen önemli iki göç dalgası daha geldi. Son olarak Suriye’deki savaşın neticesinde daha da büyük bir göç dalgasıyla yüzleştik.
Bugün itibariyle Türkiye’de, çoğunluğu Suriye’den olmakla birlikte farklı ülkelerden 4 milyonu bulan göçmen ve mülteci mevcut. Gerçekten de bu önemli bir rakam. Barınmaları, temel ihtiyaçları, okul eğitimleri ve iş bulmaları bu kadar büyük bir nüfus için kolay değil.
Ama ekonomisi baltalanmak için operasyonlara maruz kalan, 15 Temmuz Hain Darbe Girişimini atlatan, Suriye’de hem en önemli aktörlerden olan hem de çok güçlü ticari ilişkilerimizin olduğu Rusya ile bir kumpas neticesinde uçak krizi yaşayan, DAEŞ, FETÖ VE PKK belaları ve eylemleriyle mücadele eden, Avrupa Parlamentosu’nun ve AB’nin üzerimize “Akıl tutulması” diye nitelendirdiğim yaklaşımlarıyla uğraşan Türkiye’mizin savaştan kaçan göçmenlere hala kapısını açan bir ülke olarak devam etmesi her ülkenin altından kalkabileceği bir şey değil. Bugüne kadar kamu kurumları, sivil toplum kuruluşları ve halkımızın Suriyeli göçmenler için AFAD verilerine göre 25 milyar dolar harcanmış.
Vize serbestisi rafa kalktı
Çok uzağa gitmeyelim AB, savaşla beraber Türkiye üzerinden gelen Suriyeli göçmen dalgasını kaldıramaz hale geldi. Ve nihayetinde AB ve Türkiye arasında 18 Mart 2016’da bir mutabakat imzalandı. Mutabakat karşılıklı birçok yükümlülük ve ortak çalışma şartı getiriyordu ama kamuoyuna daha çok Türk vatandaşlarına AB ülkelerine vize serbestisi alınacak söylemiyle yer buldu. Kaçak yollardan Türkiye’den Avrupa ülkelerine geçmek için Yunan Adalarına giden göçmenlerin Türkiye’ye iadesi ve karşılığında kaç kişi geri gönderildiyse Türkiye’den kamplarda mevcut mültecilerden o kadar kişinin resmi yollarla Avrupa’ya iltica etmesine bağlanan “1’e 1” diye tabir edilen bir anlaşmaydı bu. Ayrıca AB, Türkiye’deki Suriyeli göçmenler için 3 milyar Euro’luk bir yardım yapacağını ardından da ikinci bir 3 milyar Euro’luk yardım dilimi daha yağacağını taahhüt etti. Bugüne kadar bu paranın da Türkiye’ye tamamının verilmediğini biliyoruz. Süreç maalesef yavaş işliyor. Dönemin Başbakanı Sayın Davutoğlu’nun müjdelediği vize serbestisi de gündemi takip edenler bilir AB tarafından rafa kalktı. Anlaşma neticesinde bugüne kadar elde edilen en önemli kazanım 2015’te günde 7 bin civarında mülteci kaçak yollardan geçmeye çalışırken bu şu anda 35-40 civarlarında seyrediyor. Tabi ülkemize ekonomik olarak maliyeti de arttı. Geçici koruma altındaki mültecilerin sayısı 2,5 milyondan 3,2 milyonlara kadar geldi. Ve bu da ek bir maliyet demek.
29 AB üyesi ülkenin kabul ettiği Suriyeli göçmen sayısı 860 bin civarlarında seyrediyor. Türkiye’nin tek başına misafir ettiği göçmen sayısı 3 katından fazla.
Dikkat ettiyseniz bir imparatorluk mirasına sahip olan ülkemiz mazlum kardeşlerine kapısını her zaman açmıştır. Bundan sonra da açacaktır. AK Parti iktidarı olarak bizler bu toplumun vicdani değerlerine ters düşmedik. Başka bir iktidar bunu yapmasa toplum vicdanıyla ters düşerdi.
Türkiye Cumhuriyeti güçlü bir ülkedir. Bu zor zamanında canını ve namusunu korumak için gelen komşularına sahip çıkacaktır. Avrupa ve dünya yardım etsin veya etmesin adalet ve merhamet kodlarına işlemiş bu vatan mazluma her zaman kucak açacak insaniyet ve güce sahiptir. Ama bizim küresel insani değerleri, ulusal çıkarlarımızın dahi önüne koymamız Avrupa’daki müttefiklerimizi rehavete de itmemelidir. Gün doğmadan neler doğar!
Egemen Bağış / Avrupa Birliği eski Bakanı
Rum basınında okuduğum bir haber eminim benim gibi, sizlerin de tüylerini diken diken edecek. Bizim basında ve ajanslarda yer almadı maalesef bu çok önemli haber. Sebebini bilmiyorum, sonrasında araştıracağım.
Haberin özü Rum Yönetiminin, Derinya yolunun genişletilebilmesi amaçlı KKTC hudutları içinde kalan kısım için istimlâk kararı alması!
Neredeyse aklım duracaktı bu haberi okuyunca.
Kim verdi Rum Yönetimine bu yetkiyi, KKTC sınırları içinde yapılacak bir yol için istimlak kararı alabilmesini ve uygulamaya koymasını? Eğer bu karar Cumhurbaşkanlığının yönetimi, denetimi ve idaresi altındaki Teknik Komiteden çıktıysa, Komite üyelerinin derhal görevlerinden istifa etmeleri ve vatan topraklarını “1963-1974 yılları arasında bize soykırım uygulamış olan” Rum Yönetiminin denetimi altına sokma kararını almalarından dolayı mahkemeye verilmeleri gerekmektedir.
Umarım en ağır cezayı alır, uzun vadede KKTC’yi Rum Yönetiminin denetimi altına sokmakla sonuçlanacak bu anlaşmaya imza atan kişi. Bakın neler var bu gizli anlaşmanın veya verilen yetkinin içinde.
Rum tarafı ve KKTC’de yapılacak istimlaklerin, istimlak makamı Rum Yönetimi olacak!
Derinya yolunun KKTC’de istimlak edilecek bölümünün istimlak bedeli Rum Tapu Dairesi’nin saptayacağı değer üzerinden ödenecek!
Malı istimlake maruz kalacak toplam 5 bin 643 metrekarelik alan için 150 mal sahibi bulunmasına rağmen Rumlara ait toprakların istimlak bedeli hemen ödenecek ama Türklerinki Rum İçişleri Bakanlığı bünyesindeki Kıbrıs Türk Malları Vasiliği hesabına yatırılacak! (1974 yılından beridir Güney Kıbrıs’ta kalan Türk malları, binbir sahte gerekçe ile yoğun bir şekilde istimlak edilmesine rağmen Kıbrıs Türk Malları Vasiliği hesabına yatırılmış bir tek kuruş yok.)
Günün birinde bir anlaşma olursa, Türk tarafında kalan Rumlara ait taşınmaz malların ve Rum tarafında kalan Türklere ait taşınmaz malların tazminat bedelleri, bu düşüncesiz ve büyük tavizler veren istimlak anlaşması nedeni ile sadece ve sadece Rum Tapu Dairesi tarafından belirlenecek!
Dahası istimlak bedellerini Rum tarafı belirleyecek, yani bugünün parasıyla değer biçip, emsal hazırlayacak aklınca!
Bu skandal karar nereden çıktı, nasıl alındı, cüretin kaynağı ne bilmiyorum ama bu haber tamamen Rum tezlerinin kabulü, Rumların KKTC üzerinde hakkı olduğu iddiası, KKTC’nin yok sayılması, Kıbrıslı Türklerin berhava edilmesi ve en mühimi Rumların Türk toprakları üzerinde hak iddia etmeye başlamaları. Yavaş yavaş, alıştıra alıştıra!
KKTC Başbakanını, İçişleri Bakanını, Ulaştırma Bakanını ve Cumhuriyet Meclisini bu anlaşmayı veya mutabakatı derhal reddetmeye, ortada fol- yumurta yokken Rumlara bu cüreti verenleri yargılamaya davet ediyorum.
Okudukça çıldırmak işten değil. Rumlara, KKTC toprakları üzerinde tasarruf hakkı verilmiş ki, çıkıp istimlak yapacaklar! Allah belasını versin böylesi bir kararın alınmasında kim başrolü oynadıysa ve kim izin verdiyse. Ve bu haberin niye bizde yayınlanmadığı ise ayrı bir konu. Onu da ortaya çıkaracağız elbet.
(Bu haberi CNA [Cyprus News Agency – Κυπριακό Πρακτορείο Ειδήσεων] sayfasında bulabilirsiniz. Haberin internet adresi: http://www.cna.org.cy/WebNews.aspx?a=b93250ac5843420f9e0acf1f71d60a8e)
Prof. Dr. Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Rumların hayal gücü sınırsız
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki (AİHM) davaları almakla tanınan ayrıca Titina Loizidu’nun avukatlığını da yapan Rum avukat Ahilleas Dimitriadis’in Fileleftheros gazetesine verdiği söyleşisini okudum, satır satır, kelime kelime.
Bu söyleşide Avukat Dimitriadis, “bir süre önce bir inceleme yaparak kapalı Maraş bölgesinin, bir günde Türkiye’ye ne kadara mal olduğunu hesapladıklarını, bir diğer deyişle, orada yaşayan insanların hak kazandıkları kira kaybının günlük olarak 1 milyon Euro, senelik olarak ise 365 milyon Euro olduğunu” söylüyor.
Bakmayın siz Dimitriadis’in AİHM’de dava kazanmasına. Hani davayı kazandı diye müthiş bir avukat olduğunu zannedilmesin. Davaya bakan heyetin başkanının Yunanlı olması, Kıbrıs’ta Rum Yönetiminin davetlisi olarak ailecek tatil yapması, Rum yönetiminde üstün hizmet madalyası alması ve heyet üyelerinden bir tanesinin bir başka Kıbrıslı Rum davacı Arestis’in kocası olması Loizidu davasında kararın Dimitriadis’in talep ettiği gibi çıkmasını sağlamış. Karar karardır ama şaibeli bir karar olduğu da kesin.
Gelelim esas konuya; Gerçekten de hayal güçleri sınırsız Rumların.
Dimitriadis’in açıklamasına baktım, 1964 yılında BM’nin resmi “Gerçekleri Tespit Komisyonu” (Fact Finding Commission) tarafından kaleme alınmış ve adı da Ortega olan Rapor’dan hiç söz edilmiyor. Raporun 2. sayfasında dökümü verilen Kıbrıslı Türklere verilen maddi zararın, yakılan yıkılan köylerin, el konulan zahire, küçükbaş ve büyükbaş hayvanların, yağmalan ev ve dükkanların toplamı C£ 843,500, yaklaşık bir milyon İngiliz Sterlini. Bugünün alım gücüne göre karşılığı 2 Milyar Sterlin. Nerede o tazminat parası. Bir türlü bulamadım. Kendilerine gelince tazminat talebi var, bize gelince, zararı hasıraltı etmek var.
(Ortega Raporunu indirip okumak isteyenler internet sayfamdan indirebilirler.
https://www.dropbox.com/s/nqdsrn29xae58wl/Ortega%20Report%20-%20Tek%20kitap.pdf?dl=0 )
1963 yılında Kıbrıs’ta mevcut, 5 yıldız kıvamında denilebilecek iki tane Türk oteli vardı. Birisi Vakıflara ait Saray Otel, diğeri de A. Necati Özkan ailesine ait Bosphorus otel. 21 Aralık 1963 yılında başlayan Rum saldırılarından sonra otel Rumların işgali altına girmiş ve 1964 Haziranında da Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) kurulunca, Bosphorus Otel, RMMO Genel Karargahı olmuştu. Türk sahiplerinin bırakın içeri girmesi, yanındaki sokaklarda bile dolaşması yasaktı. Dimnitriadis’in söyleşisinde böyle bir insanlık dışı uygulamanın tazminatını da görmedim.
Dimitriadis’in söyleşisinin odak noktasını oluşturan “Maraş” ise tam bir sahtekarlık ve evrakta tahrifat ile Rumların mülkiyetine geçmiş bir bölge. Gerçekte Abdullah Paşa Vakfı ile Lala Mustafa Paşa Vakıflarına ait Maraş. 1913 senesinden sonra sistematik bir şekilde Tapu Dairesinden çalışan Rumlar ve Ermeniler tarafından parça parça varisleri kalmamış Türk malları yalan dolan bir duyuru ile Rumların ve Rum Belediyesinin zimmetine geçirildi. Nasıl olsa bir gün gerçek ortaya çıkacak. Kendini yetkili addeden bir Mahkeme konuyu inceleyecek ve cezasını da kesecek. Aslında cezası belli. Dimitriadis’in iddia ettiği gibi yıllık 365 milyon Avro. 1913 yılından 1974 yılına kadar geçen 61 yıllık kirayı eninde sonunda Rumlar illaki Türklere ödeyecek. Ödemesine ödeyecek ama Türklerin hakkı olan bu tazminat, Dimitriadis’in aklına hiç gelmiyor. Belli ki Dimitriadis’de Anastasiadis’in tutulduğu hastalığın aynısından muzdarip olduğu için Kıbrıs sorununun, dolayısıyla tazminatın 1974 yılından sonra başladığını iddia etmekte.
Adalet bir gün yerini bulacak. Bundan hiç kuşkum yok.
Prof. Dr. Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
BM, AB ve ABD belli ki 54 yıldır gündemlerini işgal eden, enerjilerini tüketen Kıbrıs sorunundan bıkmış durumda. Yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor bu bıkkınlık.
ABD şimdilik, kapağı kapalı ve içindeki suyun yavaş yavaş kaynamaya başladığı bir tencereye benzemeye başladı. Kısık ateşte için için ısınıyor. Bir gün kapağını fırlatacağı kesin. Bütün ilgisi kendi iç sorunların yoğunlaştı bu günlerde. Kongre’deki muhalefet kanadı Trump karşıtları ile bir blok oluşturabilirse, ABF hükümeti ilk kez parasız kalacak, dükkan kapatan müflis iş adamları gibi Maliye’nin kapısı kapanacak. Bundan birkaç yıl evvel Başkan Obama aynı duruma düşmüş ve kıl payı ile bu badireyi atlatmıştı ancak Başkan Trump’ın işi daha zor gözüküyor. O yüzden de öncelikli işler sıralamasında Kıbrıs bayağı gerilere düştü. Kimsenin de umurunda değil artık. Menendezler, Bisbirakisler, Bidenler eskisi kadar etkin ve güçlü değiller.
BM ise Kıbrıs konusunu bıkkınlıktan, elinin tersi ile bir kenara itmiş durumda. Müzakere masasına geri dönüş için bir girişim veya da düşünce yok BM’nin üst düzeyinde. Eide’nin istifası ile boşalan BM Genel Sekreteri Kıbrıs özel Danışmanlığı makamına atama yapılması bile şimdilik düşünülmüyor. Halk tabiri ile “Allah Kerim, zamanı gelince bakarız” havasındalar. Şimdilik Eide’nin yerine çırağı BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi ve BM Misyon Şefi Elizabeth Spehar bakacak.
Rum tarafının yöneticilerini tümü o kadar açıkgöz ki, BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs özel Temsilcisinin, kendilerinin de üyesi olduğu Avrupa Birliğine üye bir ülkeden seçilerek atanmasını istiyorlar. Müzakere masasında AB taraf olsun, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Temsilcisi AB’den olsun, sorun varsa Avrupa İnsan Hakları mahkemesinde görüşülsün istiyorlar. İstiyorlar da bizim haklarımızı, Türkiye ile KKTC’nin haklarını kim koruyacak veya savunacak herhalde çok önemli değil.
Aslında Rum tarafı büyük bir stratejik hata yapıyor.
1992 yılında BM’ye yaptıkları üyelik başvurusunun gerekçesi, “AB’yi arkamıza alırız, Türkiye’ye baskı yaptırıp diz çöktürtürüz sonra da Kıbrıs adasını yağdan kıl çeker gibi elinden alırız” dı. Aradan geçen 25 yılda bu fikri uygulamak ve hedefledikleri sonuca ulaşmak için elden geleni yaptılar. Türkiye-AB katılım müzakerelerine çomak soktular, Veto kullandılar, başlık açtırmadılar, Avrupa Konseyinde, Avrupa Parlamentosunda ve AKPM’de Türkiye ve KKTC karşıtı her tür girişimi yapıp aleyhte olacak kararları aldırdılar.
1994 yılında, Rum yönetimin başvurusu sonrasında Avrupa Birliği Adalet Divanı’ndan (ABAD) çıkan karar, KKTC’nin aleyhine sonuçlandı ve ihracatımız ağır darbe yedi. Bu kararla, KKTC’nin AB’ye yaptığı ihracatta gümrük birliği kuralları uygulanmadı ve üstüne üstlük bir de yüzde 14 vergi uygulandı. Rum Yönetiminin bu girişiminden sonra KKTC’de üretilen ürünlerimizin AB pazarlarında rekabet etme şansı kalmadı. Aramızdaki nesebi bozuklardan en küçük bir kınama sesi bile çıkmadı Rum Yönetiminin ABAD’dan bu kararı çıkarttırmasından ve de ekonomimize verdikleri zarardan sonra. Böyle insanlar da yaşıyor aramızda; İşin içinde Türkiye oldu mu söylemedikleri kalmaz, Rum olunca ağızlarını bile açıp kınamazlar.
Türkiye’nin Kıbrıs konusunda bakışı ise keskin bir kulvar değişikliği şeklinde oldu. Artık Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’la Kıbrıs konusunun görüşmeye devam etmenin bir fayda getirmeyeceği anlaşılmış olmalı ki, 18 Ağustos günü Türkiye’nin Avrupa Bakanı ve Başmüzakereci Ömer Çelik’in, Kıbrıs müzakerelerinde Türk tarafının olumlu yaklaşımına rağmen çözüme ulaşılamadığı, müzakerelerin sona erdiği, herhangi bir şekilde donmuş veya askıya alınmış olmadığı açıklaması, Türkiye’nin yeni bir Kıbrıs sorunu stratejisi olduğunun işareti. Zaten BM’nin de isteksizliği, ABD’nin ve AB’nin de Kıbrıs sorunun gündemin son satırlarına atmaları, Kıbrıs konusunda Türkiye’nin baskın politikası sonucunda farklı bir yola girileceğini göstermekte…
Prof. Dr. Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1