Mağusa Lefkoşa yolu üzerindeki bir köyün ilkokulunda yaşananlar ibretlik boyutlarda.
Öğretmenlerimize kim öğretiyor bu bilgileri, kim veriyor bu “Çocuklarımızın beyinlerini yıkama stratejisini” gerçekten artık merak etmeye başladım.
2002 yılında, Annan Planı öncesinde Rumlardan yediğimiz sayısını unuttuğum bir kazıkla “Yakın Tarihimiz ile Soykırım yılları ve Kurtuluş Mücadelemiz” öğretim müfredatın çıkarılırken, Rumlar tarihlerinin tek bir kelimesini bile müfredatlarından çıkarmamıştı. Sonucunda, Rum tarafında ülkelerini seven, kendilerini yüzde yüz Helen (Yunanlı) addeden nesiller yetişirken, bizde de uzun vadede sonucunun alınacağı bir strateji ile KKTC’ye inanmayan, Türkiye düşmanlığını marifet sayan ve kendilerini Türk saymayan nesiller yetişmeye başlatılmıştı.
KKTC devletinden maaş alan ve çocuklarımızın kafalarına KKTC aleyhine gerçek olmayan bilgileri sokan eğitim sistemi ve elemanları gözden geçirilmelidir. Çocuklarımızı, kendi ideolojileri doğrultusunda ders saatinde zehirleyen kişiler de bu ülkenin eğitim sisteminde yer almamalıdır. İsteyen, meraklı olan, hodri meydan, çıksın siyaset meydanına ve aday olsun. Kazanırsa, kazanabilirse Meclise girer, kürsüden de ne isterse mertçe söyler. Gizli gizli dört duvar arkasında, öğrencilerin öğrenim hakkını suiistimal ederek kendilerine verilen görevi ihmal edip, müfredat dışına çıkarak çocuklarımızı kendi fikirleri doğrultusunda zehirleyen kişiler eğitim sistemimizden ayıklanmalıdır.
Hangi dersin içeriğinde “ben Rum tarafına geçtim. Orası çok güzel ve gelişmiş. Buradaki gibi çöpler yok. Yolları çok geniş. Ülkemiz birleştiğinde tüm kapılar açılacak, bizim burası da orası gibi olacak ama bunun için Rumlara toprak vermemiz gerekiyor. Onların toprağını aldık, hem onların nüfusu bizden çok” bilgisi var sorarım. Sınıftaki minicik çocuklarımızın beyinlerini bu tür yalan ve safsata ile zehirlemeye kimin hakkı var onu daha çok merak ediyorum.
1950-1974 yılları arasında yaşadığımız soykırımdan bahsetmeyen, Türklere, içinde çocuk sütü ve maması dahil 38 farklı malın satışını yasaklayan Rumlardan bahsetmeyen, günümüzde yaşadığımız ambargoların 1963 yılında Rumlar tarafından başlatıldığını ve o günden beridir de ambargolar altında yaşadığımızı söylemeyen bazı kişiler, Rumları ve Rum tarafını övmeyi ve cazip göstermeyi marifet sayıyorlar. Belli ki bu yönde eğitilmişler, öğretilmişler, maddi menfaate bağlanmışlar ve çocuklarımızı da açıkça zehirliyorlar.
Niye okullarımızda Din dersi, bu konuda uzman olan İlahiyat Fakültesi mezunu kişiler tarafından verilmiyor da çocuklarımızı zehirlemeyi kendilerine işar edinmiş bazı kişiler tarafından veriliyor bunu da anlamıyorum. Din dersinde kendi dinimiz olan İslam ile ilgili içerikli ve doğru bilgiler vermek yerine “Hazreti” kelimesini kullanmadan “İsa Peygamber bu, Muhammed bu, diğer peygamberler de bunlar. Ama ben hiçbirine inanmıyorum. Allaha da inanmıyorum, ben ateistim” diyen bir kişi, dua bilmeyen, hayatında hiç camiye gitmemiş, namaz kılmayı bilmeyen, Fatiha süresini bile söyleyemeyen bir kişi, nasıl olur da dinle ilgili bilgi verir anlamak mümkün değil.
Anlayamadıklarımın yanında çok iyi anladıklarım da var; Mesela, İlahiyat Kolejine niçin karşı olunduğunu, niye yaz döneminde Kuran Kurslarının verilmesine karşı çıkıldığını, niye üniversitelerimizin Öğretim Öncesi ve İlkokul Öğretmenliği bölümlerinin açılmasına cansiperane bir şekilde karşı konulduğunu, niye Atatürk Öğretmen Akademisinin Lefke Avrupa Üniversitesi ile ortak eğitime başlamasına karşı çıkıldığını şimdi çok daha iyi anlıyorum. Yıllardır genç beyinlerin içine zehir akıtma, Türklükten uzaklaştırma, farklı bir kimlik kazandırma ve milli şuuru yok etmek uygulamalarının son bulmasını istemedikleri için canla başla karşı çıkıyorlar, önce 1987 yılında içeriği ve amacı değiştirilen, sonra da 15 Temmuz 1996 tarihinde tadil edilen bir yasanın arkasına sığınarak.
**
Aklıma Lord George Nathaniel Curzon geldi. Avrupa Devletleri adına 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Anlaşmasının altına imza koyan İngiliz siyasetçi. Lozan Anlaşması imzalandıktan sonra İngiltere’ye geri dönen İngiliz Delegasyonu Başkanı Lord Curzon’a Avam Kamarasında, Temsilciler Meclisi üyeleri tarafından Türkiye ile anlaşma imzalayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin fiilen tanınmasının kapısını açtığı için sözlü olarak saldırılmış, fena halde aşağılanmış ve yerden yere vurulmuştu. Temsilciler Meclisinin tüm üyelerini aşağılayıcı konuşmalarını sabırla dinleyen Lord Curzon, konuşmalar bittikten sonra kürsüye çıkmış ve “Asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski şan ve şöhretlerine kavuşmayacaktır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinde söndürmüş bulunuyoruz” şeklinde cevap vermişti.
Şimdi aynı oyun bizde oynanıyor. Evlatlarımız, gencecik beyinlerimiz, din düşmanlığı ile doldurulmakta, Milli şuurumuz ve Türklük benliği yok edilmekte ve KKTC ile Türkiye aleyhtarı bir nesil yetiştirilmesine çalışılmaktadır.
Anayasamız acilen değiştirilmeli ve bu tür KKTC’ye inanmayan, Rumları şirin gösterip Anavatan Türkiye düşmanlığı yapan, çocuklarımızı dinimizden uzaklaştırmak için elden geleni ardına koymayan, Rum tarafından, AB’den ve ABD’den dernekler kanalı ile menfaat sağlayan tüm kamu görevlilerinin işine son verilebilmesinin önü açılmalıdır. Zira, biz Kıbrıslı Türkleri yok edişe götürmenin zemini ustaca hazırlanmakta.
Prof. Dr. Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Aklımızla alay etmeyin!
Yurdagül ATUN
Uzun süredir tarihe yoğunlaşmış durumda, 1950-1960 arasındayım. 1950’de ENOSİS plebisitiyle başlayan ve Kıbrıs Cumhuriyetinin kuruluşuna kadar olan dönem.
“Evrende boşluk yok” der, bir söz… Eski Yunandan çıktığı belli zira bir dakika meydanı boş bıraktıkları yok Rum komşuların. Derdimizi anlatamamamızın, haklıyken haksız duruma düşmemizin nedeni de bizim bu söze pek kulak asmamamız galiba: Nasıl olsa haklıyız canım, herkes biliyor nasıl olsa bunu!
Kıbrıs sorununun yaklaşık 50 yıldan beridir sürdüğünü söylüyoruz ya bu doğru değil. 100 yıl öncesine kadar uzanan bir sorun var karşımızda. 70 yıldır ise aynı bugünkü gibi.
Kim neye ve nasıl inanırsa inansın, ortada 70 yıl öncesinden başlayan ve giderek yoğunlaşma eğilimi gösteren kanlı saldırılar durmakta… 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin, Rumların, “şu İngilizler bir gitsin, Türkler kolay” düşüncesiyle oluşturulduğunu, İngilizlerin, Türklerin mazlum olduğunu bilmelerine rağmen, Rum’a kızıp, Türkleri de cezalandırdığını, Türk köylerinin nasıl ihmal edildiğini, devlet dairelerinde hiçbir zaman 30’a 70 oranının gözetilmediğini, Makarios’un devlet ve kilisenin parasıyla tüm dünyayı gezip ENOSİS’in gereklerini anlatmasına karşın, Kıbrıslı Türklerin Türkiye’ye meram anlatmak için aralarında para topladıklarını, 60 Cumhuriyetinin kurulmasından sonra da Kıbrıslı Rumların bu anlaşmayı bozmak için planlar yaptıklarını, aslında ortak bir cumhuriyetin kurulamadığını, Cumhuriyetin kerhen ve ölü doğduğunu görünce, aklımızla alay ettiklerini düşünmekteyim.
Araştırdıkça canım sıkılıyor, canım sıkıldıkça daha da araştırıyorum. Size bir şey söyleyeyim mi; Barışmış, çiçekmiş, böcekmiş hava. Rum aynı Rum, düşünce aynı düşünce. Dünden bugüne değişen bir şey yok. Değişecek bir şey de yok. Sebebini özetleyeyim; Günümüzde yeryüzünün en sorunlu bölgelerine bakıldığında adı konulmasa bile gizliden gizliye bir ‘dinler savaşı’nın sürdüğü su götürmez bir gerçek. Bush’un İkiz Kuleler vurulduktan sonraki “Haçlı seferi” sözü, Ortadoğu’nun kan ve barut kokusundan bir türlü kurtulamayışı, Irak’ın ardından İran’a yönelik bir takım operasyonları ‘gizli ajandası’nda tutan Amerika’nın PKK’ya verdiği aleni desteği… Tüm bunların, ideoloji haline getirilmiş “din seferleri” olduğundan kuşku duyan kalmadı gibi. Dünya haritasını yeniden çizmeye kararlı güçler, Türkiye’nin bütün manevra alanlarını daraltarak köşeye sıkıştırmak istiyor. Küresel kavganın baş aktörleri, Türkiye’ye istedikleri rolü biçememeleri durumunda, ‘pasifize etmeyi’ bile büyük kazanç sayacaklar akıllarınca. Yazık ki, Kıbrıs da bu sarmalın içinde.
***
Crans Montana’daki çöküşten sonra Kıbrıslı Türklerden kimileri Rumları savunmaya geçti. Bırak, onlar zaten kendilerini en güzel şekliyle savunuyor, sen kendi hakkını, kendini ait ettiğin milletin hakkını savun. Annen baban yaşananları anlatmamış, bir şey değil, KKTC Meclis’i eski gazeteleri dijital ortama aktarmış, geçmiş, gün gün karşımızda. Tek yapman gereken okumak. Bazı gazeteler taraflı mı diyorsun, hepsini oku. Yeter ki önyargılı olma. Biliyorum; vatanseverliğin hor görüldüğü, vatan düşmanlığının taltif gördüğü bir ortamda kolay değil bu. Hele hele hiçbir fatura ödemeden özgür, huzur dolu bir ülkede gözünü açanların becerebilecekleri bir iş hiç mi hiç değil ama KKTC’nin acil, modası geçmiş romantik güvercin sevicilere değil, hem içerde, hem dışarda milli iradeyi gözetecek, dünyayı takip edecek, barışın anlamını tüyde aramayacak kişilere ihtiyacı var.
***
“Kıbrıslı Türkler Cumhuriyetten ayrıldı” iddiasına karşı, Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulduğu günlerden birkaç haber paylaşıyorum, yorumu varın siz yapın.
21 EKİM 1960
Rumlar Nereye Hazırlanıyorlar?
Bütün niyetleri açık: ENOSİS
Hafta içinde Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs Mücahitler Birliği imzalı ve Millî Aydınlatma Bülteni adı altında bir broşür çıkarmışlardır. Broşür de, Rumların nereye hazırlandıkları bütün çıplaklığı ile ortaya serilmekte ve EOKA mücahitleri açıkça, Kıbrıs Mücahitler Birliğine üye olmaya davet edilmektedir. “İMANLILARA” seslenen broşürde “mukaddes topraklarımızı şan ve şerefle süslemiş olmasına rağmen 1955-59 millî mücadelesi, maalesef özlenen neticeyi vermemiştir.” denilmekte ve Zürih – Londra anlatmaları kastedilerek aynen şunlar yazılmaktadır: “Yüzyıllardan beri kan ve dil birliğinin bizi bağlamış bulunduğu Yunanlılıktan bizi zorla ayırmaya çalışıyorlar. Yüzyıllarca ruhumuzu elektrikleştirmiş olan ve bize her tehlikeyi atlatma hızı veren ENOSIS kelimesi, şimdi Kıbrıs Rumlarının dudaklarında yer almaktan kanunla menedilmiş bulunuyor. Kıbrıs hapishanelerinde ebedi uykularına yatmış olan ölmez kahramanlarımız son nefeslerini ENOSİS kelimesi ile vermişlerdir.” Broşüre, “Bu renkler için (Mavi-Beyaz Yunan rengi) biz de kanımızın son damlasını akıtacağımıza söz veriyoruz” andı ile son verilmiştir.
Birleşmemiz zamanıdır
Farmakidis, 18 Mayıs 1960 tarihli Alithia’da “Birleşmemiz zamanıdır – Şimdi mücadele herşeyin üstündedir” başlığı altında yayınladığı başyazısında Makarios’un 3 aydan beri ‘lânetli’ Zürih ve Londra Anlaşmalarından kurtulmak, mümkün olanı kurtarabilmek için yapmakta olduğu mücadeleye temasla şöyle diyor: ‘Uzun ve bitmeyen çetin müzakerelerle münakaşalar İngiliz inadı ve kısmen de Türk kaypaklığı yüzünden şimdiki çıkmaza varmıştır. Bu çıkmazdan şimdilik hiç bir ışık görünmediği gibi, iktisadî, işsizlik ve Türk doymazlığı gibi kâbuslarda hergün durumu ağırlaştırmaktadır. Mücadelenin bu çetin safhasında kendi kendimiz ve birbirimiz aleyhinde bulunmakta devam etmek mukaddes davamıza ve mücadelemize karşı açık hıyanet olur. Birleşmemiz zamanıdır. Ayrılığın daha fazla devamı tarihin bize asla affedemeyeceği bir cinayettir.” Aynı gazete “KABUL EDİLEMEZ” başlıklı diğer bir yazısında, yüzde 70/30 nisbetleri konusunda bilhassa şöyle diyor: ‘Açık söyleyeceğiz: Türklerin şimdi de son olarak bizi tırpanlamakta oldukları 70:30 yüzdelik nisbetleri -ki bunların şeker suya düşmüş gibi derhal tatbiki için çok yükseğe kaldırmışlardır- esas itibariyle haksızdır ve kabul edilemez. Haksızdır, çünkü hiçbir memleketin yüzde 17 nisbetinde nüfusa malik azınlığı çoğunluğun zararına âmme hizmetlerinde yüzde 30 ve 40 hakkına malik değildir. Kabul edilemez, zira halkımıza empoze edilmiş olan bir paçavrada (Zürih Londra anlaşmaları) dahil olmasına ve nüfus nisbetinin yüzde 17’yi teşkil etmelerine rağmen, âmme geliri sandığına verdikleri yüzde 7 – 8 i geçmez! O halde dostlarımız Türkler bir paçavrayı siper alarak bu haksız ve mantıksız şartın derhal tatbikini olsun istemesinler ve tahammülümüzün âzamisi olan Başpiskoposun tedrici tatbik teklifini kabul etsinler. Yunanlı boyunduruğu çekemediğine göre, buna da tahammül edecek olursak gülünç olacağız.”
17 Kasım 1960 tarihli ELEFTHERİA gazetesi, Türkiye Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Haşan İstinyeli’nin “Zürih ve Londra anlaşmaları asla yeniden gözden geçirilemez” şeklindeki demecine hücum etmekte ve siyasette ‘Asla’ kelimesinin hiçbir zaman kullanılmaması gerektiğini belirterek, gün gele bu anlaşmaların Rumlar lehine gözden geçirileceğini ima etmektedir. Dışişleri Bakanı Spiros Kiprianu ise Kıbrıs Cumhuriyetinin anlaşmalarda imzası olan üç devleti unutarak, hiç bir bloku tutmayacağını, tarafsız milletlerin teşebbüslerini destekleyeceğini söylemektedir.
Yurdagül ATUN
Kıbrıs konusunun ilginç bir aşamaya geldiği kesin.
Özellikle de Rum tarafında ne yapılacağına ve neler yapılması gerektiğine dair büyük bir karmaşa hakim. Rum liderlerin her birinin ağzından farklı bir ses, farklı bir yorum çıkıyor.
Crans Montana sürecinde BM genel Sekreteri Guterres’in sunduğu çerçeve anlaşmasını Rum siyasilerin kimi olumlu buluyor, kimi de olumsuz.
Gerçekte Rumların ve Yunanlıların, Guterres’in taraflar sunduğu çerçeve anlaşması içinde yer alan 6 maddenin birincisine “Garantiler, Garantörlük ve TSK’nın adadan çekilmesi” maddesini koydurması onlar açısından büyük bir başarı. Yıllardır kırmızı çizgi olarak belirtilen ve son 42 yıldır bırakın masaya konmasını, tartışılmasına bile izin verilmemiş olan “Garantiler, Garantörlük ve Kıbrıs adasındaki TSK’nın varlığı” şimdi maalesef BM’nin teklif ettiği çözüm öneri paketleri içinde yer almaya başladı.
Cumhurbaşkanı Sözcüsü Barış Burcu’nun KKTC’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bitmesi sonrasındaki ilk haftalar içinde yaptığı “Garantiler Tabu değildir” açıklaması, bugün “Garantiler, Garantörlük ve Kıbrıs adasındaki TSK’nın varlığı” konusunun masaya konmasına, tartışmaya açılmasına ve BM’nin Kıbrıs müktesebatı içinde yer almasına yol açtı. Artık bir daha bu üç konu BM’nin Kıbrıs müktesebatının dışına çıkarılamaz. Rumlar bu üç konuyu BM’nin müktesebatı içine çekmek için 42 yıl uğraştılar ve başaramadılar ama bizim Cumhurbaşkanımız ve Sözcüsü, karşılığında Rumlardan hiçbir taviz almadan, hiçbir kazanım elde etmeden sadece bazı kişi ve kesimleri memnun etmek amaçlı bu açıklamayı yaptılar ve şimdi biz bunun ağırlığı altında eziliyoruz.
Meraklıları, aramızdaki nesebi bozuklar, Rumları melek olarak tanıtmaya çalışanlar ve egemen ve özgür bir KKTC’de yaşamak yerine Rum idaresi altında azınlık olarak yaşamayı tercih edenler, hiç üşenmesinler ve 1950 – 1974 yılları arasındaki gazeteleri okusunlar. Söz konusu gazeteler KKTC Meclisinin internet sitesindeki gazete Arşivi’nden indirilebilir veya Lefkoşa Merkez Kütüphanesinde ve Girne’deki Milli Arşivinde de gazetelerin orijinallerinden okunabilir.
Bugün KKTC’de 1958 yılında ve 1974 sonrasında Türkçeleştirilen yer isimleri, eski Rumca isimlerine dönüştürülsün demekten çekinmeyen nesebi bozukların Osmanlı döneminden kalan 384 yıllık yer isimlerinin 1950-1955 yılları arasında, Türklerin protestolarına rağmen yerel yönetimlerde çoğunluk oylarını oluşturan Rumlar tarafından nasıl değiştirdiklerini okumaları ve öğrenmeleri gerekmektedir.
1960 yılından beridir Uluslararası kurallara uygun olarak elimizde tuttuğumuz “Türkiye’nin garantörlüğü”, 1960 Anayasasının EK I, Madde 4.ünde yer alan “Türkiye’nin fiili müdahale hakkı” ve 1974 yılında adaya ayak basarak tüm Kıbrıslı Türklerin canını kurtaran ve aradan geçen 43 yılda güvenliğimizi sağlayan “ ürk Silahlı Kuvvetlerinin adadaki varlığı”nı hiçbir koşulda tartışmamamız ve değiştirmememiz gerekmektedir.
Böylesi bir değişikliğin sonucunda ne olacağını kestirmek güç değil. Canlı örneği Girit adasının durumu önümüzde. Merak edenler “Girit Faciası”nı okuyarak, KKTC’de “Garantiler, Garantörlük ve Kıbrıs adasındaki TSK’nın varlığı” olmaması durumunda başımıza nelerin geleceğini net bir şekilde öğrenebilirler….
Prof. Dr. Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
KKTC Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Barış Burcu’nun 24 Haziran 2015 tarihinde yaptığı Basın Toplantısında dile getirdiği “Garantiler konusu tartışılmaz bir konu değildir. Garantiler tartışılacaktır ama önce Kıbrıslı Türkler ve Rumlar belli başlıklarda belli mesafe kat ettikten sonra” sözlerinin ne denli yanlış olduğu, birilerine yaranmak amaçlı söylendiği ve aceleyle dile getirildiği, aradan geçen iki yıl içinde bariz bir şekilde ortaya çıktı. Halbuki o şanssız günde Barış Burcu “BM parametreleri tabu değildir, gerektiği zaman tartışmaya açılmalıdır” deseydi günümüzdeki Cumhurbaşkanının, Müzakerecinin, Müzakere Heyetinin, AQB Özel danışmanının ve kendisinin düş kırıklıklarını içeren açıklamaların yapılmasına gerek kalmazdı.
Cuma sabahı Barış Burcu’nun “Anatasiadis, Akıncı’nın kararlılığının onda birini gösterseydi, farklı bir noktada olurduk” ifadesi, son iki yıldaki müzakere sürecinde yaşanan olumsuzluklardan sonra derinden hissedilen gerçek bir düş kırıklığını ortaya koymakta. Yıllardır acımasızca rahmetlik Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş’ı “Çözüm istemiyor”, “Müzakereleri baltalıyor”, “Herşeye hayır diyor” diye suçlayan ve Rumları melek gibi göstermeye çalışan kişiler, şimdi düş kırıklığı içindeler ve rahmetlik Denktaş ile aynı duruş pozisyonuna gelmiş durumdalar. Oysa bu kişiler hayal içinde yaşamayıp Rumların gerçek yüzünü öğrenmeye ve Rumları tanımaya harcasalardı muhalefet yıllarını, “Garantiler tabu değildir” gibi Kıbrıslı Türklerin tezlerini yıkıcı lafları etmezlerdi.
Duyulan düş kırıklığını içeren açıklamaları yapan sadece Barış Burcu değil. Akıncı’nın AB özel Danışmanı olan ve geçmişte gerek Rumlara gerekse de AB’ye toz kondurmayan Erhan Erçin de katıldığı bir TV programında Rum tarafı için özetle “Müstakbel ortaklarımız siyası eşitliğe davalı BM parametreleri içinde federal bir çözüme hazır hale gelene kadar biz uluslararası örgütlerle dış kamuoyu oluşturmaya devam edeceğiz” diyerek içine düştüğü düş kırıklığını ortaya koydu.
BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Barth Eide’nin “Garanti Antlaşması ve Türkiye’nin müdahale hakkının hemen kaldırılması gerektiği” yönündeki sözleri ise son iki yıl içinde sürdürülen yanlış müzakere stratejisinin bir sonucu, ağır bir yenilgisi olmakla birlikte, bizim dış siyasetimiz için de tam bir yüz karası. Ne denli başarısız olduğumuzu ortaya koyuyor bu sözler. Müzakerelerin ikinci evresinin başladığı 1977 yılından beri ağıza alınmasına bile tarafımızca izin verilmeyen “Garantiler, Türkiye’nin garantörlüğü ve Türkiye’nin garantör olarak 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın EK I, Madde 4’ünde açıkça belirtilen garantörler devletlerle müştereken veya da tek başına 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin statüsünün değiştirilmesi durumunda müdahale etmek hakkı” artık ağızlara sakız olmuş, BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı’nın da diline düşmüş.
Garantiler, Türkiye’nin Garantörlüğü ve Müdahale hakkının ulu orta konuşulmasına ve masaya konulmasına çanak tutulması yerine “Türklere eşit siyasi haklar veren 13 Anayasa maddesinin, 1960 Anayasasına aykırı olarak sadece Rum Milletvekillerinin oyları ile değiştirilerek yaratılan sahte Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yasallığı ve geçerli olup olmadığının masaya konması, tartışmaya açılması ve ulu orta her yerde, her fırsatta ve her konumda dile getirilmesi gerekirdi.
Ne yazık ki Cumhurbaşkanı Akıncı ve çalışma arkadaşları son iki yılda çok yanlış ve geleceğimizi tehlike altına sokan girişimlerle, Kıbrıs Türk’ünün haklarını ve geleceğini tehlike altına sokmuşlar, şimdi de bunun farkına vararak içine düşülen bu kıskaçtan, cicili biçili sözler ve Anastasiadis’i suçlayan cümlelerle kurtulmaya çalışmaktalar.
Cumhurbaşkanı Akıncı ve çalışma arkadaşları “Garantiler, Türkiye’nin Garantörlüğü ve Müdahale hakkı”nı müzakere masasında tartışmayan açmak yerine, “BM’nin Kıbrıs Parametreleri tabu değildir ve değişmelidir” açıklaması ile gündeme bu konuyu getirmesi ve tartışmaya açması gerekmektedir.
Prof. Dr. Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Kıbrıs adasının yakın geçmişi, özellikle de Makarios dönemi bana gerçekte birçok ipucu veriyor müzakerelerin geleceği ile ilgili.
Kıbrıs jeopolitik olarak yani hem coğrafik, hem de politik olarak dünyanın önemli kriz merkezlerinden bir tanesinin içinde yer alıyor. Gerek ABD’nin, gerekse de AB’nin yani Anglo-Sakson ve Batı dünyasının adaya gönderdiği diplomatik misyon şefleri ve personel, genelde hep ellerindeki en iyiler ve en seçkinler oldu bugüne değin. Rusya da aynı şekilde davranıyor ve aynı stratejiyi uyguluyor. En iyi diplomatları bir dönem Kıbrıs’ta görev yapıyorlar mutlaka.
Tabii ki anavatan Türkiye de aynı politik ve askeri stratejiyi uyguluyor yıllardır. T.C. Dışişleri Bakanlığı ile T.C. Lefkoşa Büyükelçiliğinde ataşelikleri olan Bakanlıklar, KKTC’ye en iyi personellerini göndermeye gayret ediyorlar. TSK da öyle. KKTC’ye gönderdiği subaylar ve astsubaylar hep en seçkinler. Üst düzey subayların büyük çoğunluğu dönüşlerine veya da zamanı geldiğinde Generalliğe terfi ediyorlar.
Helen’lerin, ki bu terim dünyada ki tüm kendini Yunanlı kabul eden veya hissedenleri kapsamaktadır, kendilerine özgü bir megalomani, büyüklük duyguları vardır. Kendilerini dünyanın en ari, en üstün ve en ileri ırkı olarak görürler, başkalarını da küçümserler, adamdan bile saymazlar. Hele de Türkleri hizmetkarları sınıfına koyarlar hayal güçleri içinde. Biz Kıbrıslı Türkler asırlardır hizmetkarlıktan kahyalığa bile terfi edemedik Rumların bu hayal dünyası içinde…
1905 yılının ortalarından başlamak üzere Kıbrıs adasında, Kıbrıslı Türklerin haklarını ellerinden almak ve kötü şartlar içinde yaşamaları için, İngiliz Sömürge Yönetiminin sağladığı vatandaşlık haklarını kullanarak önce dış göçlerle nüfuslarını arttırmışlar, sonra da yerel kurumlarda elde ettikleri çoğunluk oyları ile Türkleri ve Türk bölgelerini elden geldiğimce mağdur etmeye başlamışlar. 1950 yılında yapılan Yunanistan’a bağlanma oylaması (Plebisit) ve Makarios’un Başpiskopos seçilmesi Kıbrıs’ın geleceğinde bir dönüm noktasını oluşturmuş. Önce işe sokak, bölge ve yer isimlerini Rumcalaştırmakla başlamışlar. Örneğin, günümüzdeki Ledra Yolu girişindeki Eleftherios (Hürriyet) Meydanının adı son 379 senedir “Bayraktar Meydanı” iken 1950 yılında Rum Belediyesinin kararı ile “Eleftherios Venizelos Meydanı” olmuş. Bu kültürel saldırı sokak ve bölge isimlerinin Rumcalaştırılması uygulaması ile devam etmiş. 1957 yılından itibaren de Kıbrıslı Türklere silahlı saldırılarla öldürmeler başlamış. 21 Aralık 1963 sabah erken saatlerde Kıbrıslı Türklere karşı “Akritas Planı” içeriğince başlatılan yok etme saldırılarını örtbas etmek için Rumlar “Türkler isyan etti, biz de kendimizi koruduk” safsatasını uydurmuşlar ve dünyaya politik olarak bu görüşü yaymışlar. Neyse ki yalanlarını A. Ortega başkanlığındaki BM Heyetinin yazdığı Ortega Raporu ortaya çıkarmış…
Rumlara göre kendileri ne isterlerse yapabilirler ve hiç kimse de onlara dokunamaz. Herkes de onların yaptıklarını kabul etmek zorundadır. Dokunanın da eli yanar. Yanmaya yanar da, bugüne değin megolamanik kararlarının tümünün sonucunda elleri yananlar hep kendileri oldular, dokunanların eli olacağına.
Makarios’un iki taraflı oynayarak Batı’ya yanaşmayı öne sürüp Rusları yanına çekme, Rusya’ya yanaşmayı öne sürüp Batı’yı yanına çekme oyunu, Yunanistan kaynaklı darbe ile son bulmuş, hüsranla bitmişti. Sonunda adanın tümünü Yunanistan’a bağlamak ve Kıbrıs adasını Helen adası yapmak hayallerini gerçekleştirmek yerine bir de adanın yaklaşık üçte birini bir daha görmemek üzere kaybetmişlerdi.
ABD ve AB ittifakı ile Rusya’nın son birkaç aydır, daha doğrusu Crans Monta’nada sürdürülen müzakereleri Anastasiadis’in çıkmaza sokmasından sonra Anastasiadis’e gizli gizli aba altından sopa gösterdikleri pek de dikkatten kaçmadı. Şimdi Türkiye’nin ve KKTC’nin eli geçmişe kıyasla çok daha güçlü ve Rumları sıkıntıya sokacak açılımlar da yolda…
Prof. Dr. Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1