Kıbrıs’ta Rum olmayana yer yoktur
Genelde Kıbrıs’ın yakın tarihi, özellikle de 1950-1974 arası beni çok ilgilendiriyor.
Kıbrıslı Rumların sapıttığı ve asırlardır adada yaşamlarını sürdüren Kıbrıslı Türklere rağmen, Türkiye’yi de yokmuş gibi farz ederek adayı Yunanistan’a bağlamak için yaptıkları çılgınlıklarla doludur bu çeyrek asırlık dönem.
Bunların içinde en dikkatimi çeken Polikarpos Yorgacis’dir.
38 yıllık kısacık hayatı, 15 Mart 1970 tarihinde Yunanistan’dan gelen suikast timinin kendisini Haspolat ovalarında infaz etmesi ile sonra ermişti.
Sağlam bir EOKA’cıydı Yorgacis. Lakabı da Hudini’ydi, birkaç kez İngiliz hapishanesinden elini kolunu sallayarak kaçmasından dolayı. Gardiyanlar, EOKA tarafından öldürülmek korkusundan dolayı kendisine kaçış girişiminde yardım etmek zorunda kalmışlardı.
Bir dönem Kıbrıs’ın en güçlü adamı ve politik şahsiyeti idi. ABD’den “Komünizmi önlemek” adı altında her yıl aldığı milyonlarca Dolarla kimselere çaktırmadan kendi adına çalışan silahlı bir paramiliter özel ordu kurmuştu.
EOKA’ya girdiği yıllarda, “katıksız ve sadık bir destekçisi” olduğu Makarios’un sağ kolu sayılabilirdi. Yıllar içinde politik ve maddi güç kazanıp kendine sadık fedailerden oluşan bir milis kuvvete sahip olunca sapıttı ve Makarios’un hem rakibi hem de düşmanı oldu. Makarios’u ortadan kaldırmak için ona bir suikast düzenledi. Bununla da yetinmedi Yunanistan’daki Albaylar Cuntası liderine de suikast düzenledi. Kendini Yunan dünyasının en güçlü adamı sanma yanılgısına düşmüştü.
Elbette bu girişimlerin bir bedeli olacaktı ve oldu da. Bir gece kandırılarak yalnız olarak gitme gafletinde bulunduğu bir görüşmede önce otomatik silahla arabası tarandı, sonra da suikastçılardan birisi arabasına kadar gelerek, son bir ölümcül ateşle onu ensesinden vurarak infaz etti.
Bunları anlatmamın ve dile getirmemin nedeni, Yorgacis’in yıllardır ağzından düşürmediği bir cümleyi, Kıbrıslı Rumların tümünün de akıllarına kilise tarafından çivi ile kazılmış bir kavramı tekrardan hatırlatmak için.
Yorgacis’in bu ünlü cümlesi ve kavramı kısaca ““Kıbrıs’ta Rum olmayan, Rum gibi düşünmeyen ve devamlı olarak kendini Rum hissetmeyen herhangi birine yer yoktur”du.
1963-1967 yıllarında arasında sadece Yorgacis’in ve adamlarının şehit ettiği Türklerin sayısı 132’ydi. Her infaz olayı sonrasında, Makarios’un sağ kolu ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin İçişleri Bakanı olarak Polikarpos Yorgacis, bir bahane ile bu ünlü sözünü dile getirmekteydi, resmi olarak veya da dost sohbetlerinde.
Bizim aramızda kendilerini “Türkçe Konuşan Kıbrıslılar” diye tanıtan güruhun, aynı felsefe ve düşünce doğrultusunda kendisinin de bir “Rumca konuşan Kıbrıslı” olması gerekmesine rağmen Yorgacis’in, asla Kıbrıslı olduğunu söylemediğini ve her fırsatta gurur duyduğu Helen ırkından olduğu dile getirdiğini bilmeleri gerekir.
Makarios “Kıbrıs Milleti”nin veya da “Kıbrıslı”ların kimlerden teşekkül ettiğini, bundan tamı tamına 45 yıl evvel, o dönemdeki adı “Yalousa”, günümüzdeki adı da “Yeni Erenköy” olan köyde yaptığı mitingde dile getirmiş ve “Kıbrıslı diye bir millet yoktur, gerçek Kıbrıslılar, Kıbrıs’ın ünlü eşekleridir” diyerek, hitap ettiği köy halkının “Kıbrıslı” değil “Helen” olduklarını üzerine basa basa vurgulamıştı.
Bilmekte fayda var. Aramızdaki bazı kimlik bunalımındaki kişileri “Türkçe konuşan Kıbrıslı” olduklarına inandırmaya çalışan güçler, Kıbrıslı Rumlara siz de “Rumca konuşan Kıbrıslılar”sınız demeğe cesaret bile edemiyorlar; Onlar söylese bile Rumlar zaten böylesi saçma bir tanımlamayı kullanmayı asla kabul etmiyorlar.
Prof. Dr. Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Rumların İnsan Hakları çirkinliği
Rumlar, “Kıbrıs adasında egemen olan benim. Ben ne dersem o olur ve de olmalıdır. Kıbrıslı Türklerin hiçbir hakkı yoktur” havasında 1960 yılından beridir.
Bunun son örneğini de, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı çerçevesinde KKTC’de bu yıl 19’cusu organize edilen Uluslararası Çocuk Festivali’ne katılmak için Larnaka Havalimanı’na gelen Sırbistan çocuk gösteri grubunun, KKTC’ye geçmelerine izin vermemekle ve buna ilaveten de hepsini topluca özel bir uçağa doldurup geri göndermekle ortaya koydular.
Aramızda, kendilerini “Türkçe konuşan Kıbrıslılar” diye tanıtan kişilerin Rum yönetiminin bu davranışını niye çıkıp protesto etmediler hiç anlayamadım doğrusu. Bu Sırp çocuklar “Türkçe konuşan Kıbrıslıların Çocuk festivaline katılmak için gelmişlerdi. Rumca konuşan Kıbrıslıların bu çocuklara izin vermemelerini protesto ederiz” diye gazeteler boy boy ilan verip, başka zaman yaptıkları gibi sokaklara inip protesto etmeleri gerekirdi ama ağızlarından ne bir ses çıktı, ne de bir protesto pankartı taşıyıp Rum Yönetimi aleyhine gösteri yaptılar. Bu mezhebi belirsiz güruhun bugüne değin Rumları protesto ettiğini ben hiç görmedim. Varsa yoksa hep Türkiye’yi be Türkleri protesto etmeyi biliyorlar, ama iş Rumların Türklerin aleyhine yaptıklarına gelince, Rumları protesto etmek nedense akıllarına ve işlerine hiç gelmiyor. Ne de olsa bunlar “Türkçe konuşan Kıbrıslılar” ve “Rumca konuşan Kıbrıslıları” kınamak veya da protesto etmek kitaplarında yazmaz. Zaten bunlar bir gün ölünce de “Angolem Cumhuriyeti” toprakları içinde yer alan “Kıbrısça konuşan Kıbrıslılar Mezarlığı”na gömüleceklerdir herhalde!
İnsan hakları konusunda şampiyon olduğunu iddia eden ama bir siyasi hitap toplantısına katılan masum Türklerin üzerine köpeklerle saldırmayı “İnsan haklarını ihlal olarak saymayan” Avrupa Birliği’nin uyduruk üyesi Kıbrıs Rum Yönetimi de aynı yoldan yürüyor. Rumlara göre Kıbrıslı Türklerin hiçbir “insanlara layık hakları” yok ve olmamalıdır da. Bunun en güzel örneğini de KKTC’de düzenlenen Uluslararası Çocuk Festivali’ne katılmak için adanın Türk tarafındaki Ercan Havaalanına değil de Rum tarafındaki Larnaka Havaalanına gelmesini fırsat bilerek, ezelden beridir kafalarında ve içlerinde taşıdıkları Türk düşmanlığından kaynaklanan bağnaz düşüncelerle Sırp çocukların bu bayrama katılmalarını önleyerek ortaya koydular.
Rum basınında, AB için yüz karası olan bu olaya detaylı olarak yer verilmemesi, Rum Yönetiminin kınanmaması ve protesto edilmemesi ise insan hakları açısından bir başka yüz karası uygulama. Kıbrıslı Türkleri ve Türkiye’yi hayali veya da uyduruk olaylarla suçlamak için ön sayfalarında manşetler atan Rum basını, bu olayı içerilere taşıyarak laf ola vermeyi tercih etti.
Rum polisinin, KKTC’deki etkinliklere katılmak için Sırbistan’dan Güney Kıbrıs’taki Larnaka Havalimanına gelen 12 yaş altı cıvıl cıvıl 13 öğrenciden oluşan grubunu adeta terörist grubuymuş gibi göz altına alması, havaalanında saatlerce bekletmesi, KKTC’ye geçişlerini engellemesi ve sonra da “deport” yani sınır dışı etmesi kabul edilebilir bir davranış değildir ve içlerindeki Türk düşmanlığını, KKTC hazımsızlığını ortaya koymaktadır.
Rumların her zaman yaptıkları, kendilerini haklı göstermeye yönelik yalan ve çarpıtılmış açıklamalarını, Sırp yetkililerin yaptıkları açıklamalar net bir şekilde yalanlamakta.
Sırp Büyükelçiliği görevlisi Dejan Bivolarevic, Rum yetkililerin, Sırp çocuk kafilesinin geçiş yapmasına izin vermediği yönünde resmi açıklama yaparken Sırp halk dansları grubu direktörü Dejan Tosic de hep beraber sınır dışı edildiklerini belirtti Sırp basınına.
Bize yakışan, bu Sırp çocukları ne pahasına olursa olsun Ercan Havaalanından KKTC’ye getirtmek ve onlara bu coşkuyu yaşatmak olmalıdır….
Hadi Cumhurbaşkanı Akıncı, bu görev sana düşüyor.
Prof. Dr. Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Anastasiadis bizi tebaası mı sanıyor
Rum lider Anastasiadis’in ilginç yaklaşımları ve söylemleri var.
Kendini adeta Kıbrıs adasının kralı zannediyor bizi de tebaası.
Anastasiadis, Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs adasının yer altı, yer üstü tüm zenginliklerinde hakkı ve payı olduğunu kasten göz ardı ederek, kendisinin de başı olduğu Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin tek yanlı ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölgede sondaja başlayacaklarını açıklaması ortalığı gene karıştırdı. Anastasiadis, Avrupa Birliğine güvenerek ne Türkiye’nin ne de Kıbrıslı Türklerin uyarılarını dikkate almayacak kadar kendini havalarda görüyor.
Makarios’da Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak için Kıbrıslı Türklere yapacağım kanlı saldırılara Türkiye müdahale etmeye cesaret edemez. Etse bile nasıl olsa Amerika ve Avrupa Türkiye’nin müdahalesine mani olur düşüncesi ile 21 Aralık 1963 gecesi Kıbrıslı Türklere karşı saldırılarını başlatmıştı. Her kanlı saldırıdan sonra da Rumların elinde ve yönetiminde olan Kıbrıs Radyo Yayın Korporasyonu’nda da Kıbrıslı Türklerle alay etmek ve morallerini bozmak için “Bekledim de gelmedin” şarkısını çaldırırdı.
Dönemin Çalışma Bakanı EOKA’cı Tassos Papadopulos’da, Türklere karşı giriştikleri kanlı bir saldırıdan sonra işler ciddiye binip Türkiye sesini yükseltince, ABD Elçisine “Türkiye müdahale etmeye kalkışırsa, 45 dakikada adayı Kıbrıslı Türklerden temizleriz” gibi megalomanik bir telgraf çekmişti.
Türkiye’yi dikkate almadan yaptıkları saldırılar ve adayı Yunanistan’a bağlamak amaçlı gerçekleştirdikleri darbe bardağı taşırınca megalomanik heveslerinin altında ezildiler. 45 dakikada adadan sileceklerini ve tümünü katledeceklerini varsaydıkları Kıbrıslı Türkler beklenmedik bir direniş gösterip, adaya ayak basan Türk Silahlı Kuvvetlerini durduramayınca çareyi Türk Ordusunun önünden, arkalarına bakmadan kaçmakta bulmuşlardı.
Türkleri hiçe saymanın bedeli felaket olmuş, adanın üçte biri ellerinden kayıp gitmiş bu akılsız davranış ve düşüncelerinden dolayı. Bırakın Kıbrıslı Türklerin tümünü 45 dakikada katletmeyi, kaybettikleri toprakları geri almaları bile hayalden de öteye gitmişti. Tam 30 yıl KKTC topraklarına ayaklarını bile basamamışlardı bu akıldışı megalomanilerinden dolayı. 24 Nisan 2003 tarihinde kapıları açmak kararını almasaydık, halen daha KKTC topraklarına uzaktan dürbünle bakacaklardı.
Şimdi Anastasiadis de aynı hatayı yapıyor. Sırtını dayadığı Avrupa Birliğinin ve Hristiyan dünyasının kendisini sonuna kadar koruyacakları varsayımı ile, bücür boyuna bakmadan Türkiye’ye kafa tutmaya çalışıyor ve uyarılarını dikkate almıyor, aynen Makarios’un 50 sene evvel yaptığı gibi.
Cumhurbaşkanı Akıncı, Rumların tek yanlı ilan ettikleri Münhasır Ekonomik Bölgede Temmuz ayında sondaja başlamaları durumunda bunun müzakereleri olumsuz etkileyeceğine dikkat çekerek, gerginlik yaratan girişimleri ortadan kaldırmak için ya kazıları ertelemek ya da çözümü süratlendirmek gerektiğini belirtmesi Anastasiadis’i belli ki kızdırmış.
Paskalya yortusu nedeniyle Larnaka’ya bağlı Delikipo’daki “Korgeneral Stilianu Kalamburci” kışlasını ziyaretinde yaptığı konuşmada “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarının müzakere altında olmadığını, asla bu konuyu müzakere etmeyeceğini ve müzakere masasına, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarıyla ilgili herhangi bir şeyin gelmesini kabul etmediğini ve etmeyeceğini” söyledi. Yani kendisi ne isterse o konu konuşulacak müzakere masasında ve başka bir konu görüşülmeyecek demeye getirdi konuyu.
Ben Akıncı’nın yerinde olsam Anastasiadis’in bu açıklamasına karşı hemen bir açıklama yaparım ve “Müzakere masasında, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası Ek I, İttifak ve Garantiler Anlaşmasını, Türkiye’nin garantörlüğünü ve adadaki Türk Silahlı Kuvvetlerinin varlığı ile ilgili herhangi bir şeyin gelmesini kabul etmediğini ve etmeyeceğini” belirtirim.
Rum’un anlayacağı tek dil, göze göz, dişe diştir.
Umarım Akıncı ve ekibi işbaşına geldikleri 2015 yılı Nisan ayından günümüze kadar geçen 2 yıl içinde Rumları iyice tanımış ve Kıbrıs ile ilgili düşüncelerini anlamışlardır…
Prof. Dr. Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Kıbrıslı Rumlar nedense kendilerini dünyanın merkezi görürler ve kendilerini yenilmez, dokunulamaz zannederler. Rumlara göre kendileri ne isterse o olmalıdır. Olsa da olmalıdır, olmasa da olmalıdır. Zaten kafalarında “istedikleri olamaz” diye de bir kavram yoktur. İlla ki istedikleri olacak.
Kendilerini Kıbrıs adasının mutlak sahibi olarak görürler. Onlara göre Kıbrıs adası Rum demek, Rum da Kıbrıs adası demektir. Hele de bizim aramızdaki kendilerini “Türkçe konuşan Kıbrıslı” olarak tanıtanlara karşın Kıbrıs Rum tarafında “Rumca konuşan Kıbrıslı” tanımı ve de kavramı yoktur. Varsa da yoksa da Helen kavramı vardır onlarda. Hiç kimse, hiçbir Rum’u, Helen kökeninden ve Rum olmaktan caydıramaz, “Rumca konuşan Kıbrıslı” gibi uyduruk tanımları da kabul ettiremez. Bakmayın siz, bizim kendilerini “Türkçe konuşan Kıbrıslı” diye tanıtanlarla konuşurken onlara biz de “Rumca konuşan Kıbrıslı”yız derler ama köşeyi dönünce de gülmeye başlarlar, “ahmakları kandırdık” derler. Bunun farkına varabilmek için Rumları çok iyi tanımak gerekiyor. Zamanla tanıyacaklar bizim “Türkçe konuşan Kıbrıslı”lar da.
KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ile Rum lider Anastasiadis, 9 Şubat günü “Enosis Plebisitini anma” konusu nedeni ile kopan görüşmelere hafta başında tekrardan başladılar. Müzakerelerin tekrardan başlayabilmesi için Rumlar çok güzel bir softa şaşırtması yaptılar ve başta Cumhurbaşkanı Akıncı olmak üzere müzakere heyeti ve danışmanları bunu açıkçası yedi. Zaten müzakereleri devam ettirmeyi yana yana istiyorlardı, bu softa şaşırtması da bahane oldu masaya tekrar oturmalarına.
15-22 Ocak 1950 tarihleri arasında Kıbrıs adasının Yunanistan’a bağlanması amacı ile yapılan ve “Açık oy verme” yöntemi kullanılan tek taraflı referandum da (Plebisit) adanın Yunanistan’a bağlanmasını Rumların neredeyse yüzde doksan altısı (95.7) onaylamıştı. Rum Ortodoks Kilisesinin organize ettiği bu Plebisitte, adada yaşayan tüm Rumların adı ve soyadı yaşadıkları bölgelerdeki kiliselerde açılmış bir deftere kaydedilmiş ve verilen oy türü (Evet veya Hayır) ismin karşısına yazılarak imzalatılmıştı. Hiçbir Rum’un haddine düşemezdi zaten “Hayır” demek ve Rum Ortodoks Kilisesine karşı gelmek. Nitekim olmadı ve yüzde dört nokta üç “Hayır” oyu da dönemin hızlı solcuları olan AKEL’cilerden çıktı. Bizden de sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen birkaç tane günümüzde kendilerini “Türkçe konuşan Kıbrıslılar” diye tanıtanların her halde ataları olsa gerek, “ne ve kim oldukları belirsiz” kişiler de Plebisit oylamasına katılarak oy vermişlerdi. Rumlar da bunu “Kıbrıslı Türkler de adanın Yunanistan’a katılmasını istiyor” nidaları ile tepe tepe kullanmışlardı.
Gelecek sene 15 Ocak 2018 Pazartesi günü “Enosis Plebisitini anma” günü tüm Rum okullarında kutlanacak. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Bu kutlamanın sorumluluğunu da Rum Eğitim Bakanı üstlenecek. Bir sorun çıkarsa da “Günah Keçisi”, Rum Eğitim bakanı Prof. Dr. Costas Kadis olacak. O da birkaç günlüğüne, sonra da her şey unutulacak, biz de çağdaş ve güncel bir Bizans kazığı yemekle kalacağız.
Zaten o güne kadar müzakereler devam edecek mi?. Gerçekten şüphelerim var.
Bence bu yılın Temmuz ayında Rumların uluslararası hukuka aykırı olarak ”Ben yaparım olur” mantığı ile tek yanlı ilan ettikleri Münhasır Ekonomik Bölgelerinde, sondaj ve kazı çalışmaları başlayınca zaten müzakereler kopacak, Türkiye de yumruğunu sıkıp Rumlara “Durun bakalım. Sizi kimin sularından doğal gaz çıkaracaksınız.” diyerek, bu sefer geçmişe kıyasla biraz daha sert bir şekilde müdahale edecek. O vakit Akıncı, hala daha müzakere aşığı değilse ve de Rumları artık yeteri kadar tanımışsa, masadan bir daha oturmamak üzere kalkar ve başımızın çaresine bakmanın yollarını aramaya başlar.….
Rumlar tek taraflı gasp ettikleri Kıbrıs adasına ait doğalgaz’ın sadece kendilerine ait olmadığını, egemenliğin de adadaki iki halktan neşet ettiğini zamanı gelince İyilikle veya da hoşlarına gitmeyecek bir yöntemle anlayacaklardır.….
Prof. Dr. Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Türkiye’de olduğu gibi bizim anayasamızda da değişiklik yapılmasının zamanı geldi.
1970’li yılların başında hızlı solcularının cicili bicili sözlerle yaptıkları anayasa ile ülkemize verdiği zararların acısını yıllardır çekiyoruz. Gerek 1970’de, gerekse de 1975 yılında, dönemin hızlı solcularının aşırı eleştirileri ve yoğun çalışmaları sonucunda hazırlanan Anayasa ülkemizi mahvetmiş durumda. Varsa da yoksa da kamuda çalışanların hakları ve çıkarları üzerine kurulmuş olan Anayasa, vatandaşı ve vatandaşlık haklarını yok saymakta.
KKTC’de korkunç bir bürokrat egemenliği ve bürokratik vesayet var. Seçime giren ve işbaşına geçen her siyasi partinin manifestosunda “Kamu reformu” var ama hiçbiri de bunu başaramadı. Kimi bürokrasiyi kırmaya çalıştı, kimi azaltmaya, kimi de bürokrasinin yatırımcılara koyduğu kasti engelleri kaldırmaya çalıştı ama hiçbirinin de kemikleşmiş bürokrasiyi ve bürokrat egemenliği kırması mümkün olmadı.
Bürokratlarımız için önemli olan devlet ve vatandaş değil, sadece ve sadece kendi çıkarları oldu yıllarca ve halen daha da bu devam etmekte. Bir yılda 13 tane maaş ve 26 tane de asgari ücrete yakın ödenekle, toplam 39 maaş alan bir kesim çalışanın ve yarı bürokratın sistematik engellemeleri ile yıllarca KKTC’de bir türlü “Yenilenebilir enerjiye” yani Fotovoltaik enerji ile rüzgar enerjisine geçilemedi. Bu kişiler için önemli olan her yıl aldıkları 39 maaş, toplumun temiz ve ucuz elektriğe kavuşmasından, devletin de çıkarlarında çok daha önemli olduğu için hep bu girişimlerin önüne aşılamaz engeller çıkardılar, aba altından sopa gösterip, tehditler yağdırdılar.
Bugün ülkemizde atsan atılmaz, satsan satılmaz bürokratlar büyük çoğunluğu oluşturmakta. Bu kişiler ceplerinden bir tek kuruş vergi vermezler, emeklilik maaşlarının primlerini ödemezler, emekli ikramiyeleri için on paralık katkıları yoktur ve tüm bunları ödeyen vatandaşlara da köpek muamelesi yaparlar, işten atılmaları mümkün olmadığı için. Sol zihniyet zamanında Anayasamıza öyle maddeler koydurmuş ki, bir bürokratı atmak, deveye hendek atlatmaktan daha zordur, neredeyse de olanaksızdır.
İki hafta üst üste Pazartesi-Salı-Perşembe ve Cuma günleri mazeret izni alan, Çarşamba günleri de tanıdık bir doktordan sahte bir rapor ile bronşit olduğunu ve işe gelemeyeceğini beyan eden bir bürokratımız devletin kesesinden 15 gün tatil yapmış olmasına rağmen işine son verilemedi. Sendikanın yanıtı da “yasal haklarını kullanmıştır” oldu. Nasıl olur da sahtekarlık ve yalan beyan, hem söz konusu bürokrat hem de sahte rapor veren doktor için yasal olurmuş anlamış değilim. Her ikisinin de anında kapının önüne konması gerekirdi başka ülkelerde olduğu gibi.
Hastanede su sebilinden bir bardak su alan refakatçiyi haşlayan hemşireyi ise unutmak mümkün değil. Bugün artık Türkiye’de vatandaş odaklı bir devlet sistemi var. Hastanelerde doktorların ve hemşirelerin maaşları, vatandaşlara karşı davranışlarına göre azalıp çoğalıyor. Hastaların memnun olduğu ve tercih ettiği sağlık görevlilerin maaşı artıyor, memnun olmadıklarının ve tercih etmediklerinin ki ise azalıyor. Tamamen performansa dayalı bir sistem… O sebepten ki, tüm hastanelerde artık vatandaşa güler yüz var. Hemşire, bırakın su sebilinden bir bardak su aldı diye hastayı veya refakatçiyi azarlasın, memnun etmek için elinden geleni yapıyor. Bürokratların vatandaşın efendisi olduğu, astığı astık, kestiği kestik dönem kapanmış artık Türkiye’de.
Sözün özü; Ülkemizdeki bürokratik oligarşi artık kaldırılmalı, liyakat öne çıkarılmalıdır. İktidarda olan partiyi beğenmeyen ve bu nedenle de söz konusu siyasi partinin vatandaşa verdiği sözleri yerine getirememesi için elden gelen yapan bürokratın bu devlet yapısında yeri olmamalıdır. Kendi hastalıklı kafa yapısı yüzünden yatırımcıya engel çıkartan, büyük projelerin yapılmasına elden geldiğince mani olan, iş yavaşlatan, kırtasiyeciliği artırıp, uzun vadede halkımıza büyük bedeller ödeten bürokratlara da yer olmamalı ülkemizin devlet yapısında.
Bu ülkeye, verdiği ağır vergilerle devlet çalışanlarının maaşlarını ödeyen vatandaşa güler yüz gösteren, engel çıkartmayan, işini en kısa sürede yapan, vatandaşı kendi özel uşağıymış gibi kullanmayan, “Git bu evrakı getir, bunu falana götür, fotokopi çek, pul al” gibi emirler vermeyen, bunun yerine iş yapıp vatandaşın sorunun çabucak çözen bürokratlar lazım.
Yani bizde de bir referandum yapılması ve çalışanların sınırsız haklarından ziyade, vatandaşa hizmet odaklı bir Anayasa’nın yürürlüğe konmasının zamanı geldi….
Prof. Dr. Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1