Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın Mont Pelerin görüşmelerinde bulunan heyet içinde Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’ndan emekli Kurmay Albay Halil Sadrazam’ın da yer alması, 1996 Derinya olaylarıyla alakası olduğu iddiası ile Rum tarafında “ciddi soru işaretleri” oluşturmuş. İtirazları varmış Sadrazam’ın heyet içinde yer almasına.
Yedikleri naneye bakın siz.
Bu faraziyeye dayalı, ipe sapa gelmez iddiaya Kantara’nın keçileri bile güler.
(Ben daha çocukken, babam beni her hafta sonu, atalarımın köyü olan Ergazi’nin kuzey kısmında yer alan Kantara’ya götürürdü. Bazen arabamızla, bazen de muhteşem doğanın içinde yürüyerek çıkardık Kantara’ya. Çocukluğumu yaşadığım 1950’li yıllarda Kantara’daki ormanın içinde yaşamlarını sürdüren çok sayıda yabani keçi ve muflon bulunmaktaydı. Yanımıza kadar sokulurlar, insan öksürmesine benzer sesler çıkarırlardı. Rahmetlik babam da “Bunlar çok sigara içiyor bu nedenle de öksürüyorlar” derdi. Ben başlardım gülmeye, keçiler, muflonlar da benimle birlikte gülerlerdi. İşte Rumların bu saçma sapan iddiasına benim çocukluk arkadaşlarım olan Kantara’nın keçileri ve muflonları bile gülerdi eğer hayatta olsalardı.)
Hatırlayalım 1996 yılının Ağustos ayında nelerin olduğunu.
Birisi 8 Ağustos’ta diğeri 14 Ağustos’ta, Derinya’da meydana gelen Rumların sınır delme girişimlerinde arka arkaya yaşanan iki olay var.
8 Ağustos 1964 günü Rumların ağır yenilgisi ile sonuçlanan Erenköy saldırısının yıldönümü olan 8 Ağustos 1996 tarihinde, Rumlar tarafından gerçekleştirilen bir sınır gösterisinde, yapılan tüm uyarıları dinlemeyerek sınırı geçmeye çalışırken vurulan Tasos İsaak adlı Rum gencinin olayını, II. Mutlu Barış Harekatının başlamasının 22. Yıl dönümü olan 14 Ağustos 1996 sabahı, Magosa sınır kapısında toplanan Rumlar protesto gösterilerine başlamıştı. Protesto devam ederken Solomu adlı bir Rum, BM askerlerinin uyarılarını dikkate almayarak önce ara bölgeye girmiş sonra da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) topraklarına geçme girişiminde bulunmuştu. Sınırda görevli askerlerimizin “Dur” emrini dinlememiş, sınırı geçmiş ve bayrağımızı indirmek için Türk bayrağının asılı olduğu bayrak direğine tırmanmaya başlamıştı. Bayrak direğine tırmanırken, havaya açılan uyarı ateşlerinin hiç birini dikkate almadan ağzındaki sigarası ile bayrak direğine tırmanışına devam etmişti. Açılan ateş sonucunda vurularak yaralanınca kayarak yere düşmüş, sonra da yapılan tüm müdahalelere rağmen hayatını kaybetmişti. Olay kameralar tarafından saniye saniye görüntülenmiş, otopsi sonrası sigara üzerine yapılan incelemede sigaranın içinde uyuşturucu madde olduğu tespit edilmişti.
Olay aynen bu şekilde gelişmişti Derinya’da.
O dönem, hatırladığım kadarı ile Binbaşı rütbesinde olan Halil Sadrazam, görevi icabı Derinya’daydı. Solomu’yu vurduğu/vurdurduğu iddiası ise bir karalama girişiminden öteye değil. Tamamen hayali ve her zaman olduğu gibi yalana ve faraziyeye dayalı.
Ben Milletvekili iken, 1977 yılının Şubat ayında yapılan I. Doruk Anlaşmasında, Rumları temsil eden Makarios’un, Başpiskoposluk yemini ederken “Hayatımı Kıbrıs adasının Yunanistan’a bağlanmasına adadım” diyerek tüm dini teamüllere aykırı olarak ikinci bir de milli yemin ettiğini, 1954 yılında katil Grivas’ı adaya davet ederek EOKA’nın kurulması talimatını verdiğini, Akritas Planının yapılması için Yorgacis’i görevlendirdiğini dönemin BM Genel Sekreteri Kurt Waldheim’a yazı gönderip hatırlatmıştım ama dinleyen ve yazdıklarımı dikkate alan olmamıştı.
Halil Sadrazam’a itiraz ederek Türk heyetini zan altında bırakmaya çalışan söz konusu itirazcı Rumların, 1963 yılında Türkleri yok etmek için hazırlanmış olan Akritas Planı’nın mimarlarından ünlü EOKA’cılardan Spyros Kyprianou, Tassos Papadopulos ve Glafkos Klerides’in, Rumların Cumhurbaşkanları olarak görüşmelerde bulunmasına zamanında niye itiraz etmemişlerdi, gerçekten çok merak ediyorum.
Ben de şimdi Rumların görüşme heyetinde yer alan Erato Kozaku Markulli’ye itirazım var. Babasının Limasol EOKA Teşkilatı Başkanı olması ve kendisinin de EOKA’cı bir ailede Türk düşmanlığı bilinci ile yetiştirilmiş olması nedeni ile.
Tüm EDEK üyelerine ve Meclis Başkanına itirazım var, EDEK’in kurucusu Vasos Lissaridis’in 22 Aralık 1963 günü emrindeki silahlı Rum milislerle Çağlayan bölgesine saldırdığı ve 1964 yılının Mart ayına kadar Türk bölgelerine saldıran ve yüzlerce Türk’ü katleden Rum milislerin “Genel Komutanlığı”nı yaptığı için.
Anastasiadis’in kendisine ve heyetteki tüm DISY’lilere itirazım var, 1976 yılında Glafkos Klerides DISY’i kurarken, 15 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs adasını Yunanistan’a bağlamak için darbe yapan katil EOKA B’cileri bünyesine alarak partiyi kurduğu için…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
21 Kasım 2016
Rum lider Anastasiadis, sözcüsü, görüşmecisi ve diğer tüm Rum liderler ağız birliği etmişlercesine “Garantörlük ve Garantiler” konusunda gözümüze baka baka yalan söylüyorlar.
İnanılmaz derecede pişkin insanlar. Yalan söylemekten ve inanılırlıklarını yitirmekten hiç çekinmiyorlar ve de son derece pişkinler. Söylediklerinin yalan olması durumunda da yüzleri asla kızarmıyor. Rum siyasilere baktıkça, söylediklerini duydukça aklıma 3 Mayıs 1469 tarihinde doğmuş, 21 Haziran 1527 tarihinde 58 yaşında ölmüş olan tarih ve politika biliminin kurucusu sayılan Floransalı düşünür, devlet adamı ve askerî stratejist Niccolò di Bernardo dei Machiavelli, Türkçe kısa okunuşu ile Makyavelli, geliyor hep.
Bilenler bilir ama bilmeyenler için anlatalım; Makyavelli, Floransa kent devletinin yönetimine gelen Medici ailesinin iktidarını sürdürmesi için yılların deneyimine dayanarak, taslağına “De Principatus” (Türkçe: Prenslikler Üzerine) adını verdiği, yayınlama aşamasında da bu eserinin adını “Prens” (İtalyanca özgün adı Il Principe) olarak değiştirdiği kitabını yazar ve 1515 yılında basarak Giulio de Medici’ye hediye eder.
1505 yılında kaleme aldığı, 1515 yılında da basılan (Yöneticinin Oğlu) “Prens” adlı kitabı hala daha güncelliğini korumakta. Bu ünlü kitabın çok kısa bir özeti, 5 kelimelik bir cümle ile tanımlanabilir; “Hedefe giden her yol mubahtır.”
Türkiye’nin Kıbrıs adası üzerindeki garantörlüğü ile 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası EK I.inde yer alan Garanti ve ittifak Anlaşmasının kaldırılması için Rumlar yalan bilgi, dezenformasyon, uydurma haber gibi “Hedefe giden her yolu mübah” sayarak uygulamaya koyuyorlar. Söyledikleri yalan bile olsa önce kendileri inanıyor bu yalana ve sonra da ağız birliği etmişçesine hepsi ayrı ayrı ve farklı ortamlarda aynı yalanı dile getiriyorlar sanki de doğruymuş gibi.
Kıbrıs Rum devletinin başı Anastasiadis’e, çalışma arkadaşlarına ve de tüm Rum siyasilere göre Garanti Anlaşması çağdışıymış ve AB dışında bir devlet de AB üyesi bir devlete garantör olamazmış! Bu nedenle de Kıbrıs adası üzerinde Türkiye’nin garantisi derhal kaldırılmalı ve Türk askeri de tümüyle adayı terk etmeliymiş! Duyan da doğru sanacak bu yalan demetini.
Rumlar, AB’nin kalbini oluşturan Almanya’nın garantörünün AB dışında bir devlet olan ABD’nin olduğunu hiç dile getirmezken, 1994 yılında imzalanan Budapeşte anlaşması ile de Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün garantörlerinin ABD, İngiltere ve Rusya olduğunu saklamak için elden geleni yapıyorlar.
Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün garantörü olan Rusya’nın, bir garantör sıfatı ile Ukrayna’nın bir parçası olan Kırım’ı işgal etmesini protesto etmeyen, kınamayan, konuyu AB’de ve BM’de herhangi bir vesile ile dile getirmeyen Rumlar, 1963-1974 yılları arasında bize acımasızca uyguladıkları soykırımın üstünü örtüp, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasını da tek taraflı değiştirerek adayı 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarına aykırı olarak Rum adası haline soktuklarını unutturarak Türkiye’yi işgalci olarak lanse etme çabalarını halen daha sürdürmekteler. Batılı dediğimiz çiğ insanlar da gerçekleri göz ardı edip Rumlara sırf Hristiyan oldukları için körü körüne inanıp destek çıkmaktalar maalesef.
Ne vakit Rusya’nın Ukrayna üzerindeki garantörlüğü tartışılmaya açılır, o vakit Türkiye’nin Kıbrıs adası üzerindeki garantörlüğünün konuşulmasına da sıra gelebilir. 1897 yılında Girit’te yaşanan katliamlar ile 1963-1974 yılları arasında yaşadığımız soykırım zihinlerde olduğu müddetçe Türkiye’nin garantörlüğün asla sonlanmayacağı, Türk askerinin de KKTC’yi terk etmeyeceği gerçeğini konu ile ilgili herkesin kabul etmesi gerekmektedir ve böyle de olacaktır…
Nitekim; Atalarımız “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” sözünü boşuna söylememişler. Rumların söylediği ve doğru diye öner sürdükleri “Garantörlük çağ dışıdır” benzeri yalanlar ancak yatsıya kadar geçerli oluyor….
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
18 Kasım 2016
Geçtiğimiz hafta, Gagauz yönetiminin düzenlediği bir dizi etkinlikte yer almak üzere Gagauzya’ya gittik. Moldova’nın güney batısında yer alan Gagauzya Yurdu’na yaptığımız ziyaretin en önemli bölümlerinden bir tanesi de Moldova Sendikalar Başkanı ve Devlet Bakanı olan Oleg Budza ile başkent Kişinev’deki makamında yaptığım görüşme oldu.
Moldova’da faaliyet gösteren tüm sendikaların başkanı olan Oleg Bey’in sendikal haklar anlayışı ile her aklına estiğinde grev yapan bizim sendika başkanlarının kafalarındaki sendikal haklar arasında dağlar kadar farklar var.
“Biz yatırımcıyı asla Moldova’ya geldiğine pişman etmeyiz” diyen Sendikalar Başkanı ve Devlet Bakanı olan Oleg Budza, şöyle devam ediyor: “İşçilerimizin haklarını korumaya çalışırken, yatırımcının da önünü açmayı, sıkıntılarını gidermeye çalışırız. Yatırımcıyı Moldova’da yatırım yaptığına da asla pişman etmeyiz. Ne kadar çok yatırımcı, o kadar çok iş ve ülkemize o kadar fazla dış gelir prensibine hep sadık kalırız.”
Bizde “Müdürün yaptığı konuşmada çalışanlara hakaretamiz imalar var gibi hayali ve yoruma açık gerekçelerle, havadaki uçakların bile yere inmesine mani olunacak habersiz ve ani grevler yapılır” dediğimde adeta şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibi oluyor. “Bizde böyle bir grev asla yapılamaz. Zaten prensip olarak grev yapmayız ve tüm sorunları masa başında, tatlılıkla ve ne çalışanlara ne de istihdamı yapan kuruluşa zarar vermeden iyi niyetle çözmeye çalışırız. Görüşmeler uzun sürse bile muhakkak muhataplarımızı tatlılıkla ikna ederiz” sözleri, beni şaşkınlıkla sevk ediyor.
Komünizmi son demine kadar yaşamış bu ülkedeki sendikal anlayış ve çalışanların haklarının ne olduğu kavramı ile bizdeki sendikaların sendikal haklar anlayışı ve çalışanların haklarının ne olduğu anlayışı arasında dağlar kadar fark var. Bizdeki sendikaların iyi niyetle içeriği değiştirilmiş “Grev ve Referandum Yasasını” nasıl suistimal ettiklerini, geçen Mart ayında yazdığım ve Şubat ayı içinde okulların sömestre tatili döneminde bir kamu görevlimizin, iki hafta arka arkaya haftanın Pazartesi-Salı-Perşembe ve Cuma günleri “Mazeret İzni” aldığını, hafta ortasındaki her iki Çarşamba gününde de yatakta yatmasını gerektiren “Bronşit hastalığı” izni alarak hak etmediği halde vatandaşın verdiği vergilerle ve de hiç çalışmadan, 15 gün karlı bir dağa ailesi ile giderek tatil yaptığını ay sonunda da tam maaş aldığını içeren yazımda gözler önüne sermiştim.
İlgili sendika büyük bir pişkinlikle bu suistimali “Sendikal haklarını kullandı” yanıtı ile yanıtlamış, üyesi hakkında da hiç bir işlem yapmamıştı. Devletimiz de yazımı dikkate almamış, bu konuda hiç bir soruşturma açmamıştı maalesef. Savcımızın “organize dolandırıcılık, devlet görevini suiistimal ve zaman hırsızlığı” konusunda dava açması gerekirdi bu kendini açıkgöz, vergisini ödeyen vatandaşları da aptal sanan kamu görevlimize.
Bu konuyu Oleg beye anlattığımda çok şaşırtmıştı. “Nasıl olur böyle bir şey. Bu nasıl bir hak ve yasa” diyerek hayretini gizleyememişti. “Herhalde söz konusu kamu görevlisi işten atılmıştır, sahte rapor veren doktor da mesleğinden men edilmiştir” diyerek olayın sonucunu kendine göre kurgulamıştı. “Hayır, hiç bir şey olmadı. Ne kamu görevlisi cezalandırıldı ne de doktor” deyince de “Bizde böyle bir şey olsa derhal görevine son veririz, Moldovya’da her ikisinin de iş hayatı biter” yanıtını vermişti.
Keşke bizde de böylesi bir anlayış ve uygulama olsa. Devlet dairelerindeki işlerin akışı, verim ve vatandaşa karşı davranış çok farklı olurdu. Nedense yasalar yapılırken devlet dairesinde çalışanların hakları gözetilirken ve her şeyin üstünde tutulurken vatandaşların hakları yok farz edilmiş ve ayaklar altına alınmış. Varsa da yoksa da çalışanın hakkı gözetilmiş sadece. Verdikleri vergilerle kamu görevlilerinin maaşlarının ödenmesini sağlayan vatandaşlar ve hizmet almak hakları yok farz edilmiş. Üstüne üstlük kamu görevlilerinin emekli maaşlarının aylık primleri ile emeklilik ikramiyelerinin aylık primleri de vatandaşın sırtına yüklenmiş.
Anlaşılan bundan sonra sendikacılarımızın ve kanun yapıcıların, devlet dairlerinde çalışanların haklarına ilaveten KKTC’yi oluşturan tüm vatandaşların da haklarının aynı düzeyde korunmasının nasıl daha iyi sağlanabileceği konusunda iyi bir araştırma yapması ve mevcut yasaları düzeltmeleri gerekiyor. Yalan gerekçelerle tatil yapan kamu görevlilerini, işini suiistimal edenleri, çalışmayanları, vatandaşa kötü davrananları, ders vermeden maaş alan öğretmenleri, işe gitmeden maaş alan kamu görevlilerini kapı dışarı etmesi gerekiyor bundan böyle. Kamu görevlilerini sonuna kadar destekleyen ve suiistimalleri cezalandırmayan yasaları artık değiştirmenin zamanı geldi, geçiyor bile.
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
14 Kasım 2016
Prof. Dr. Ata Atun, Gagauzya ve Gagauz Türklerine verdiği destekten ötürü, şükran belgesine layık görüldü. Gagauzya Cumhurbaşkanı İrina Vlah Ata Atun’a teşekkür ederek, KKTC ve Gagauzya arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi adına ortak çalışmalar yapılması gerektiğini vurguladı.
Gagauz Yeri başkenti olan Komrad’ta, 9 Kasım Çarşamba günü, Gagauziya’da (Gagauz Yeri) düzenlenen törenle Prof. Dr. Ata Atun’a, Gagauziya Yeri Yönetiminin onur belgesi olan “Şükür Yazısı” verildi.
Gagauziya (Gagauz Yeri) Başkanı İrina Vlah, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Gagauz kültürünün geliştirilmesine, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Gagauz Kültür Vakfı açılmasına, Gagauzya – KKTC Kültür Ve Dayanışma Derneği’nin kurulmasına ve finansmanına, Gagauziya öğrencilerinin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde okumaları için sağladığı mali destekten dolayı”, Prof. Dr. Ata Atun’a teşekkürlerini sunarak, kendisine, Gagauziya Yeri Yönetiminin onur belgesi olan “Şükür Yazısı”nı takdim etti.
KKTC ve Gagauzya arasındaki işbirliğinin geliştirilmesi gerektiğine dikkat çeken Vlah, Gaauzya’da iş yapmak isteyen herkese gerekli kolaylığın sağlanacağını ifade etti.
KKTC ve Türkiye’de İzini Bırakan Babam Hakkı Atun
Rahmetlik Babam Prof. Dr. İbrahim Hakkı Atun bundan tam 7 sene evvel ebediyete göç etti. Kendisi gitti ama Kurucusu olduğu Van 100. Yıl Üniversitesi, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, Elazığ Veteriner Enstitüsü, Pendik Veteriner Enstitüsü gibi bilim yuvaları ve KKTC’nin Üniversiteler adası olmasının fikrini ortaya atması ve kıvılcımını çakması gibi eserleri bu dünyada kaldı. Belli ki uzun bir müddet daha kalmaya da devam edecek.
Herkesin babası kendine kıymetli ve özel ancak benim babam yokluk yıllarının Kıbrıs’ında, canını dişine takarak tek başına yollara düşmüş bir adam… Kıbrıslı bir Türk olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin yatılı bursunu kazanıp üniversite eğitimi için Kıbrıs’tan çıkıp Türkiye’ye gittiği yıl 1936. Yol ve ilk aylardaki geçim parasını karşılamak için, Karpaz bölgesinin imamı ve hocası olan babası (dedem), rahmetlik Mehmet Rifat Efendi birkaç hayvanını satarak cebine üç beş kuruş koymuş. Uzun bir gemi yolculuğu, sonra da kara trenle Ankara’ya ulaşmaya başarmış babam bu çetin yolculuğun sonunda. Gemi, köy rammisi (otobüsü) gibi, her durağa uğrayarak Türkiye’ye haftalar sonra varabilmiş.
Şansa bakın ki Ankara Üniversitesi’nde eğitime başlayan babam, Atatürk ile karşılaşma şansına sahip olmuş, hem de birkaç kez. Yatılı okul dışındaki yaşam giderlerini karşılayabilmek için çeşitli işler yapmış babam. Kravat, çorap, cüzdan ve kemer imal etmiş, eski bisikletleri alıp, yenileyerek satmış. İkinci Dünya savaşı çıkınca Türk Silahlı kuvvetlerinde Teğmen olarak Edirne’de, Bursa’da ve Kırıkkale’de görev yapmış. Savaş bitince ABD’nin açtığı burs sınavlarını kazanarak ABD’ye gitmiş ve yüksek lisansını orada tamamlamış.
Kısa bir müddet sonra ünlü Squibb firması Laboratuvar şefi olan babama firma, “Kal bizde çalış” önerisi ile yüksek bir maaşlı iş teklifinde bulunmuş. Babamın “yatılı okudum Türkiye Cumhuriyeti devletine borcum var” demesi üzerine “biz borcunu sonuna kadar öderiz, merak etme” yanıtını almışsa da “Ben ABD’de kalırsam benden sonra Türkiye’de üniversite tahsili yapmak isteyen Kıbrıslı Türklere beni bahane edip belki bir daha burs vermezler” düşüncesi ile bu teklifi nazikçe geri çevirmiş ve Türkiye’ye geri dönmüş. Bu dönüş başarı basamaklarının da kapısını açmış babama.
1952 yılında sonradan adı “Elazığ Veteriner Kontrol Araştırma Enstitüsü”nü (EVKAE) olarak değiştirilmiş olan “Elazığ Bakteriyoloji ve Seroloji Enstitüsü”nü sıfırdan kurmuş babam. (Enstitünün müzesinde gururla seyrettim babamın bronz bir levha üzerine basılmış resmini ve o dönemde satın aldığı mikroskopları ve çağdaş tıbbi laboratuvar aletlerini.) Mikrop ve virüslerin resmini çekebilmek için Laika marka fotoğraf makinesi kullanmış babam daha 1952 yılında. EVKA Enstitüsü kurulduğu günden itibaren Doğu Anadolu’nun, daha doğrusu Ortadoğu’nun en önemli araştırma enstitüsü olmuş. Halen daha bu sıfatı gururla taşımakta.
O dönemde birkaç parça laboratuvar aletinin uluslararası patentini de almış babam. Bunlardan en ünlüsü “Atun pensi.” Laboratuvarda kullanılan bir çeşit cam tüpün tutulması, ısıtılması, başka solüsyonlarla karıştırılması ve ayrıştırıcı alete konması için kullanılıyordu bu pens. Halen kullanılıp, kullanılmadığını tıp mesleğinde olmadığım için bilemiyorum.
Doğu Anadolu’ya en önemli armağanlarından bir tanesi de Türkiye’ye özgü “Şap” hastalığının doğru teşhisi ve enstitüde gerekli aşılarının üretilmesi. O dönemde bir ilk olmuş Türkiye Cumhuriyeti’nde aşı üretmek, özellikle de Şap (Antrax) aşısı.
Bu başarı, dönemin Tarım Bakanı rahmetlik Nedim Öktem’in gözünden kaçmamış, Başbakan rahmetlik Adnan Menderes’in de kulağına gitmiş ve Bölge Müdürü olarak tayini İstanbul Pendik Veteriner Enstitüsüne çıkmış. Babam, tayini “İstanbul Pendik Veteriner Enstitüsüne” çıkınca bu sefer fırsat bu fırsat deyip “İstanbul Tıp Fakültesine” öğrenci olarak yazılmış ve tıp eğitimine başlamış. Hocası bile şaşkınlıktan dilini yutmuş, kemikleri, doğru ve eksiksiz tanımlamasından dolayı…
Bir sonraki aşamada, kariyerindeki başarısından ve araştırmacı olmasından dolayı Ankara’ya tayini çıkmış, Ziraat Bakanlığı şube müdürü olarak. Tanıdığı yok, hiç kimsesi yok, politikaya hiç bulaşmamış, hiçbir siyasiyi tanımıyor ama basamakları da çalışkanlığı ile ardı ardına tırmanıyor rahmetlik babam.
Bu ara kardeşlerini, kardeş çocuklarını (yeğenlerimi) ve köylülerini üniversite tahsili yapmaları için bir bir Türkiye’ye çağırıyor, evinin kapısını ardına kadar açıyor ve elden geleni yapıyor. Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) babamın farkına varıyor ve o günden sonra da babamın yurt dışı seyahatleri başlıyor. En çok da İtalya’ya gidiyor. Benim için bu seyahatlerin en güzel yanı, babamın getirdiği kucak dolusu oyuncaklar… O dönem hiçbir arkadaşımda olmayan hediyeler almanın havası çocuk dünyasında başka oluyor…
Babamı İngiliz Sömürge Yönetimi de rahat bırakmıyor ve 1950’lili yıllarda Kıbrıs’la mesleki ilişkisi bayağı artıyor. Kıbrıs’taki bir salgın hastalık nedeni ile adaya çağrılan babam önce Lefkoşa’daki Laboratuvarın başına getiriliyor, sonra da adanın tüm ilçelerinde görev yapmaya başlıyor. Bu işi gerçekte yıllar sonra bana yaradı. Neredeyse Kıbrıs’taki tüm Türk liselerinde okuduğum için, 1980-2012 yılları arasında devletimizde görev yapan müsteşarlar, müdürler ve üst düzey bürokratların büyük bir çoğunluğu benim lisedeki sınıf arkadaşlarım oldu.
Kıbrıs’ta Cumhuriyetin ilan edildiği 1960 yılının yazında babam Larnaka’da görev yapıyordu. İngiliz Sömürge Yönetiminin lojman olarak verdiği evimizin hemen yanı başında Larnaka Polis karakolu yer almaktaydı. Karakolu ziyarete gelen İngiliz, Rum ve Türk siyasiler çıkışta bize de uğrarlardı. Bu nedenle Makarios, Glafkos Klerides ve Vassos Lissaridis gibi Rum siyasilerle de tanışma fırsatım oldu çocuk yaşlarda. Vali Sir Hugh Foot evimize gelmiş miydi hiç hatırlamıyorum ama gelen giden İngiliz yetkili sayısı bayağı fazlaydı. Babamı el üstünde tutuyorlardı hep. Saygıları çok yüksekti.
Irak’taki General Kasım hükümeti Türkiye’den ve Dünya Sağlık Teşkilatı’ndan salgın hastalık uzmanı isteyince babama Irak yolu gözüktü ve ertesi yıl babamın tayini Irak’a, Bağdat Üniversitesine çıktı. Laboratuvarın ve Patoloji bölümünün başkanı oldu. Irak’ı kasıp kavuran bir hastalığın tam teşhisini koyması ve Fransa’daki Pastör Enstitüsü ile iş birliği içinde aşısını üretmesi kendisine tüm kapıları açtı Irak’ta. Yazın ziyarete gittiğimde Irak’ın önde gelen siyasilerini ve sivil kişilerini evimizde görmek benim için hiç sürpriz olmadı. Iraklı siyasilere ilaveten Bağdat’ta yaşayan Türkmenlerin ve Türk kolonisinin ileri gelenleri de hep babamı arayıp sorarlar, evimize uğrarlardı.
Türkiye ile Irak arasındaki su krizi ve Saddam’ın yumuşak bir darbe ile iş başına gelmesi Irak’taki Türk kolonisi ile tüm batılı kuruluşların yetkililerinin Irak’ı terk etmesinin başlangıcını oluşturur ve Babam Irak’tan ayrılmak zorunda kalır.
Aklında o yıllarda yeni açılmış olan Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi vardır. Ankara’ya gider ve Hacettepe Tıp Fakültesine başvurusunu yapar. Dünya Sağlık Teşkilatı ise tayinini Hindistan’a çıkarmıştır. Karar vermekte acele etmez. Hacettepe Üniversitesi’nin vereceği kararı beklemeyi tercih eder Hindistan’a hemen gitmek yerine. Prof. Dr. İhsan Doğramacı o yıllarda Hacettepe Tıp Fakültesini ve Hastanesini kurmuş, öğretim üyesi ve görevlilerini seçerken de bayağı titizlenmekte, Tıp Fakültesini ve Hastaneyi yüksek standartta başlatıp devam ettirebilmek için. Ortalama olarak başvuruda bulunan her 30 kişiden sadece bir tanesini uygun görmekte kurduğu üniversite ve hastaneye.
Prof. Dr. İhsan Doğramacı o yıllarda Hacettepe Tıp Fakültesini ve Hastanesini kurmuş, Tıp Fakültesini ve Hastaneyi yüksek standartta başlatıp devam ettirebilmek için Öğretim üyesi ve görevlilerini seçerken de bayağı titizlenmekte, Ortalama olarak başvuruda bulunan her 30 kişiden sadece bir tanesini uygun görmekte kurduğu üniversite ve hastaneye.
Babam da Doğramacı’nın bu titizliğinden haberdar ancak başvuruyu yaptığı sabah daha üniversite hastanesinden ayrılmadan Prof. Dr. İhsan Doğramacı kendisini odasına davet eder ve “ününüz sizden evvel buraya ulaştı. Yarın Patoloji bölümünün başkanı olarak görevinize başlıyorsunuz, odanız hazırlanmıştır” diyerek başvurusunu onaylar.
Iraklı bir Türkmen olan Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın önünde, babamın Irak’ta o güne değin bilinmeyen bir tavuk hastalığının nedenlerini araştırması, virüslerini tespit etmesi ve hastalığın tanısı koyduğu araştırmanın raporu ile Kıbrıs’ta 1961 yılında kan bankası müdiresi Melihat Hacıburgul ile birlikte ilk kez Kıbrıs’taki Rumların ve Türklerin kan dağılımı araştırması vardır. (Kıbrıslı Rumların kan grubunun Yunanistan’la değil Türkiye’yle uyuştuğunu ortaya koyan bu akademik tıbbi araştırma yayınladığı vakit çok dikkat çekmiş ve Rumlar tarafından örtbas edilmeye çalışılmıştı.)
Hacettepe Tıp Fakültesi patoloji bölümü başkanı olan babam Patoloji bölümünün kuruluşunda büyük emek sarf eder ve aktif olarak çalışmasına önemli katkılarda bulunur. Türkiye’de tüberküloz (verem) hastalığının çeşitlerinin tespit edilmesinde ve aşılarının hazırlanmasında önemli rol oynar.
20 Temmuz 1974 tarihinde başlayan Mutlu Barış Harekatında babam Kıbrıs’tadır. Tıp eğitimindeki bilgilerini kullanarak Mağusa hastanesinde yaralıların tedavisine gönüllü olarak koşar. Mutlu Barış Harekatı’nda arşiv niteliği taşıyacak birçok değerli fotoğraflar çeker ve Mağusa’da yaşanan olayları ölümsüzleştirir.
Mutlu Barış Harekatı sonrasında Ankara’ya dönüşünde Kıbrıs Türk Kültür Derneği’nin Ankara’daki Genel Sekreteri olarak 1975 yılının ilkbaharında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Bülent Ecevit’le Kıbrıs’ta oluşturulan Türk bölgesinin geleceği ile ilgili görüşmeler başlatır. 1975 yılının Eylül ayında Başbakan Ecevit’e bir yazı göndererek KKTC’de kurulacak sanayinin üniversitelerden oluşacağını söyler ve KKTC’nin üniversiteler ülkesi olması için çalışmaların hemen başlatılmasını talep eder. Dönemin Başbakan Yardımcısı Turan Feyzioğlu Kıbrıs’ın nüfusu az olmasından dolayı bu öneriye olumsuz baksa da İbrahim Hakkı Atun düşüncesinde ısrar eder ve kararlılıkla girişimlerini devam ettirir.
Babam Hakkı Atun’un mektubu ile başlayan Kıbrıs’ın üniversite eğitimi merkezi olması süreci, kararlı tutumu ile nihayet olumlu bir sonuca ulaşır. Türkiye Cumhuriyeti ile Kıbrıs Türk Federe Devleti yetkilileri bu fikri fiiliyata geçirmeye karar verirler ve imzalanan bir protokol ile süreç başlar. T.C. hükümeti KTFD bütçesine yeterli parayı aktarmasından sonra günümüzde Doğu Akdeniz Üniversite’sinin olduğu yere Yüksek Teknoloji Enstitüsü kurulur. Ve yıllar içinde Yüksek Teknoloji Enstitüsü üniversiteye dönüşür ve Doğu Akdeniz Üniversitesi adını alır.
Babam Prof. Dr. Hakkı Atun bu özverili çalışmasından sonra “Kıbrıs adasının üniversiteler adası olmasının fikir babası” olarak kayda geçer ve anılmaya başlanır.
Patoloji bölümündeki başarıları kendisine Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesinin (kurucu) Dekanlığını getirir. Birkaç yıl sonra da dönemin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı kendisini “Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi”ni kurmakla görevlendirir.
Yüksek Öğrenim Kurumu’nun (YÖK) kararından sonra Van Üniversitesini kurmak için yola çıkar ve Doğu Anadolu’nun en iyi üniversitesi olan Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ni kurarak Kurucu Rektörü olur. Bu görev bir başka gururdur babam için. Hürriyet Gazetesi’nin yazdığı gibi “Elinde bir ibrikle” Van’a gider ve üniversiteyi sıfırdan yaratarak kurar. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi babamın KKTC’ye dönmesinden sonra vefalı davranır ve adını Konferans salonuna vererek ölümsüzleştirir.
1984 yılında, KKTC Cumhurbaşkanı rahmetlik Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş kendisinden Doğu Akdeniz Üniversitesi mütevelli heyetine girmesini ve Teknoloji Enstitüsünden Üniversiteye geçişine yardımcı olmasını ister. Bu talep üzerine KKTC’ye kesin dönüş yapan babam, önce Doğu Akdeniz Üniversitesi Vakıf Yönetim Kurulu üyeliğine sonra da başkanlığına seçilir, Cumhurbaşkanı rahmetlik Rauf R. Denktaş’ın da akdemi konusunda danışmanı olur.
Babam Prof. Dr. Hakkı Atun, 1988 yılında Cemaat Meclisi’nin üst katında ilk açılış konuşmasını yaptığı “Yakın Doğu Üniversitesi”nin de bilahare Rektörlüğüne atanır.
Başarıları yurt dışında da dikkat çeker ve babam Prof. Dr. Hakkı Atun 1988 yılının sonunda yayınlanan “Dünya Bilim Adamları” biyografisinde hakkı ile yerini alır…
Başarılarla dolu yaşamı 2009 yılının 13 Kasımında yatağında gece uyurken sessizce son bulur. Vefalı sevenlerinin katıldığı görkemli bir törenle Gazimağusa’da ebedi istirahatgahına defnedilir.
Allah’ın rahmeti üzerinden hiç eksik olmasın, mekanın Cennet’te nurlar içinde yat baba, seni çok özledim.
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
13 Kasım 2016