Dünyanın para piyasasında, tüm devletlerin ekonomilerinde, bankacılık sektörlerinde, ithalatlarında ve ihracatlarında neredeyse son 72 yıldır başrolü oynayan ABD dolarının iktidarı, son yıllar içinde dünya genelinde ABD Dolarını uluslararası ticaretten silme ve ulusların kendi paralarını dış ticaretlerinde kullanmayı tercih etme eğiliminden dolayı yavaş yavaş duraklama ve yıkılma süreci içine sürükleniyor. Bugün bazı ülkelerin parasındaki değer kaybı doları yükseliyor gibi gösterse de gerçek öyle değil.
Doların kağıt para olarak kullanıma girmesi 1600’lü yılların sonlarında İngiliz kolonilerinde askeri maliyetleri karşılamak içim basılan banknotlar ile başladı ve yakın tarihe kadar çeşitli süreçlerden geçerek geldi. Gerçekte ABD Doları, Bretton Woods Sistemi ile de anılan bir para birimidir ve bu sistemin temeli Amerikan dolarına dayanmakta.
Bretton Woods Sistemine, “dünyanın önde gelen devletleri arasındaki ticari ve finansal işlemlerde uyulması gereken kuralları içermekte olup dünya tarihinde ilk kez bağımsız ulus ve ülkelerin kendi aralarında ortak bir parasal düzeninin oluşturulması” da denebilir.
Parasını ticarette Amerikan dolarına çevirmeyi kabul eden ülkeler, dolar – altın dönüştürülebilirliğini içeren bu sisteme dahil olmuşlar ve bu sisteme göre 1 ons (31.10 gram) saf altın = 35 dolar veya 1 dolar = 0,88867 gram altın olarak belirlenmiştir.
Bretton Woods Anlaşması, herhangi bir ülkeye devalüasyon, parasının değerini düşürmek, veya da revalüasyon, parasının değerini arttırmak hakkı yani parasını dolar karşısındaki değerini en fazla yüzde 10 boyutunda değiştirme olanağı verir. Yapılacak düzenleme bu oranı aşacaksa, IMF tarafından izin verilmesi gerekmektedir. Daha sonra ise sistemde yaşanan sorunlar nedeniyle 1 ons altın 38 dolara eşitlenerek, sıkıntılar giderilmeye çalışılmıştır.
Öte yandan; Dünya üzerinde mevcut ülkelerin merkez bankalarında bulunan 13.4 trilyon Doların, 2017 yılında 15 trilyon Dolara çıkacağı tahmin ediliyor.
Doları kendi aralarında yapacakları ikili ticarette ortadan kaldırarak milli para birimlerini kullanmak kararı alan İran, Türkiye, Rusya, Çin, Brezilya, Hindistan ve Pakistan’a, diğer bazı ülkelerin de katılmak kararı almış olmaları, ABD Dolarını ve endirekt olarak da ABD ekonomisini olumsuz etkileyeceği kesin. Yıllarca önce ülkelerinde ürettikleri petrollerini sadece Euro karşılığı satacaklarını açıklayan Irak, Libya ve Venezuella devlet başkanlarını bu kararlarından vazgeçirmek için ABD darbeler düzenlemiş ve kararın uygulanmasını durdurabilmişti. Günümüzde ABD’nin düşüşe geçen yaptırım gücü nedeni ile söz konusu milli para birimlerini kullanmaya karar veren bu ülkelerde münferiden veya da senkronik olarak topluca darbeler yapması, Türkiye’de 15 Temmuz’da yaşanan girişim gibi artık olanaksız gözükmektedir.
İthalatta ve ihracatta milli para birimlerini kullanmaya karar veren bu ülkelerin başlattıkları uygulamanın genişlemesi durumunda, dünya üzerindeki devletlerin merkez bankalarında rezerv olarak duran ABD Dolarlarının hızlı bir şekilde ABD’ye geri dönmesi, ABD’nin ekonomik olarak çökmesinin yolunu açacaktır. Günümüzde ABD’nin kamu borcu 18 trilyon dolara ulaşmış olup her geçen gün siyasi ve ekonomik gücünü artarak kaybetmektedir.
Buna Amerikan İmparatorluğu “Duraklama Devri”ne girdi de denilebilir. Dünya tarihinde yer almış olan her imparatorluğun başına geldiği gibi, önce bunu “Gerileme Devri”nin, sonra da “Çöküş Dönemi”nin takip edeceği kesin.
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
17 Ekim 2016
Hükümet de oldular ama çoğu zaman muhalefette kaldılar.
Hükumet olmayı çok sevdikleri söylenemezdi zira en sevdikleri iş eleştirmekti.
İcraat yapmak zor, eleştirmek kolaydı.
Bırakın projeler üretmeyi, önlerine sunulan hazır anlaşmaları bile imzalamayı beceremediler.
İçlerinden biri “bunu imzalamamız şart” dedi, aforoz ettiler.
Ekonomik akıl ne demek, dünya ölçeği ne demek anlatmak istedi, rahmetli babasını hatırlattılar.
Hükümetten gidişleri pek gönüllü oldu. Hele bundan öncekinde kendileri istedi seçimi, “kasada para yoktu, olaydı bırakırmızdık (bırakırmıydık)” diyerek…
Son hükumet ettikleri dönem ise ustalık dönemleri oldu! Devleti tıkadılar, maaşları ödenmeyecek hale getirdiler, Türkiye’yle ilişkileri berbat ettiler.
Yani başarısız olmak için gereken bütün adımları attılar.
Şartların gereğini yapmak yerine, çocukça kaprislere tutundular, ideolojik saplantılardan medet umdular.
Yapamadılar, beceremediler, anlayamadılar, olmadı, gittiler.
KKTC’ye su götürülmesi projesinin tamamlanmasının ardından gösterdiği basiretsizlikle akıllara kazınan parti, esas icraatlarına muhalefete gelince başladı.
UBP-DP Hükümetince çıkarılan muhaceret ve seyrüsefer affının kendi dönemlerinde de çıkarıldığını unutup, “acelesi neydi de yazda yaptılar. Meclis’in açılmasını bekleselerdi” gerekçesi, daha doğrusu bahanesiyle mahkemeye koşan parti, çıkan ara emri kararlarından memnun kalmış olmalı ki, bu kez vatandaşlıkları yargıya taşıdı.
Konuyla ilgili olarak yapılan açıklamaya göre, Yüksek İdare Mahkemesi bugün saat 10.30’da, CTP’nin açtığı iptal davası neticeleninceye kadar, vatandaşlık alanların haklarını kullanmasının durdurulması ile ilgili ara emri başvurusunu görüşecek.
CTP’nin başkanı Mehmet Ali Talat, UBP-DP hükümetinin keyfi kararlara imza attığını savundu her zamanki gibi.
CTP, muhalefet etmenin farzı olan tüm mühimmatı tek tek masaya koyarken, halkın tepkisini çekeceğini biliyor bilmesine ama onun için önemlisi yandaşların alkışı. Her çelişkinin bir alıcısı olduğunu düşünen bu parti, UBP’nin tarihe mal olacak elektrik imzasını unutturmak için vatandaşlıkları gündeme getirdi bu sefer.
Ne var ki vatandaşlık meselesi o kadar da masum değil.
Rumların istedikleri haritayı çizmeleri için nüfus konusunun, Rumların istediği oranda kalması şart.
Rum papazın kendince yüzde 18 olarak açıkladığı rakamın üstüne çıkmak, Türklerin azınlık konumundan çıkması demek olacak ki Allah muhafaza! Tarihiyle sorunlu, maneviyatla sorunlu bir nesil yaratan ve bu nesli ideoloji terkibi altında tek tipleştirmeye çalışan zihniyet, “barış, çözüm” kelimelerinin sihirli gücüyle adayı birleşmeye ant içtiğini gizlemiyor.
Türkiye’den gelen her hayırlı işe surat asan, tanınmamışlığı izolasyonlara bahane kılan ancak tanınmayı aklından dahi geçirmeyen bu zihniyetin, Türkiye’nin garantörlüğünü tabu olmaktan çıkarıp, uyduruk 82/18 oranını tabu ilan etmesi, Rum’un değirmenine su taşımaktan öte anlamlar içeriyor. Zira, 1974’ten bu yana barışın hakim olduğu adada, yeni “barış” dili icat edenlerin “neden” kısmını atlayıp sonuç kısmına gelmeleri “Rumi” tedrisatın ürünü.
Ne diyorduk; Adanın 1958’den itibaren bölündüğünü, (Albay Peters Rumların Türklere saldırmasından sonra haritayı önüne açmış, Lefkoşa’da Baf kapısından başlayıp Mağusa kapısına kadar giden Ermu Caddesi üzerine yeşil kalemle çizgi çekerek, sınır ilan etmiş, yol boyunca da dikenli tellerle Lefkoşa’yı ikiye bölmüş, Yeşil kalemle çizildiği için adı yeşil hat kalmıştı.) Kıbrıslı Türklerin gettolara hapsedildiğini, 1963-74 yılları arasında eşi görülmemiş katliamlara uğradığını, tüm haklardan mahrum bırakıldığını, göçe zorlandığını beyinlerden çıkarıp, “Ada, 1974 Barış Harekatından sonra bölündü, Türkiye işgal etti, Rumların hakkı gaspedildi” yalanını yerleştirmeye çalışanların neye, niye hizmet ettiklerini tarih elbet birgün yazacak çünkü gerçeklerin, ortaya çıkmak gibi bir kusuru var.
Papazın sözlerinin, “acil birleşme” hevesini yok hükmüne geriletmesi gerekirken, “aman ağzımızın tadı bozulmasın” ısrarıyla hareket eden bu millet, icat veya ödülleriyle değil, devlet verip azınlık olmasıyla tarihe geçecek.
YURDAGÜL ATUN
KKTC’ye Anadolu’dan elektrik
Geçmiş yıllarda elektrik konusunda çok sıkıntılar çektik KKTC’de. Kıbrıs Türk Elektrik Kurumunda çalışanların üyesi olduğu sendika, gerekli gereksiz yaptığı grevlerle halkımızı haftalarca elektriksiz bırakmış, bıktırmıştı. Evlerin karanlıkta kalmasının yanında bozulan gıdalar, kaybedilenler, sanayinin ve üretimin çökmesi halkımızı çıldırtmıştı.
Alt yapısına katkısı olmayan, yapılan binalara, alınan makinelere ve türbinlere on paralık maliyet katkısı koymamış olan sendika, yasal hakların arkasına sığınıp sanki de elektrik santralı kendilerinin malıymış gibi, halkı elektriksiz, ekonomiyi enerjisiz bırakıp çökertmek pahasına kendi çıkarları doğrultusunda uzun uzun grevler yapmıştı. Halkın elektriksiz kalmaması ve dönüşümlü olarak bölgelere elektrik verilmesi için devreye sokulan özel sektöre ait santralin de çıkış kabloları üzerine zincir atıp, kısa devre yaptırarak halkın ve esnafın günde birkaç saat dahi olsa dönüşümlü olarak elektrik almasına mani olmuşlardı.
Ne olmuştu bu bıktırıcı ve yıkıcı grevlerin bir tanesinin sonunda, yazın normal mesai yapan kurum, halkı karanlıkta, ekonomiyi de enerjisiz bırakmanın bedeli olarak yaz saati uygulamasına, yani o dönemin uygulaması olan 07.30-14.00 saatleri arasında çalışma düzenine geçmişti. Ve mesai saatleri içinde telefonla bildirilen arızalar da, binbir bahane ile mesai sonrasına bırakılarak, vatandaştan fazla mesai istenip yapılmaya, çalışanlara da ek mesai ücretleri ödenmeye başlandı. Maksadın, elektrik enerjisini şantaj malzemesi olarak kullanıp vatandaştan ekstra para koparmak olduğu aylar sonra çıkmıştı ortaya.
Bazı kişilerin gözü doymamış olmalı ki, grevler sona ermemiş, kahramanlık edaları ile söylenen “hakkımızı söke söke alırız” sloganlarıyla yılda 13 tane olan maaşlar, önce 13 maaş artı yaklaşık bir asgari ücret değerinde “K değeri”ne yükselmiş, sonra da 13 maaş artı “K değeri” artı yaklaşık bir asgari ücret değerindeki “Tazminat” ile yıllık 39 maaşa dönüşmüştü. Maaş skalası da tazminat ve K değeri ile birlikte ortalama 5.5 binden başlayıp, fazla mesailerle birlikte 20 bin TL’lere kadar uzanıp giden bir yelpaze oluşturdu.
Bu nedenle de aynı düşünce ve mantıktaki kişiler şimdi, saçma sapan gerekçelerle Türkiye’den deniz altından kablo ile gelecek elektriğe ve enterkonnekte sisteme bağlanılmaya karşı. Biliyorlar ki az çalışma, yüksek maaş devri, Anadolu’dan elektrik gelince bitecek.
Maalesef ülkemizdeki sendikal anlayış, “ben elime geçirdiğim sendikal güç ile vatandaşın cebine el atayım, az çalışayım ve hak etmediğim maaşları alayım, KKTC de, dünya da batsa umurumda değil. Vatandaş veya hükümet nereden bulursa bulsun beni ödesin” mantığında.
Bu nedenle de geçmiş senelerde, ellerinde güç olan bir kısım kişiler, güneş ışınlarından elektrik enerjisi elde edilmesini durdurmak ve sabote etmek için, çıkarılan tüzüğe öylesi maddeler koydurdular ki, yenilebilir enerjiden elektrik elde etmek masa üzerinde kaldı ve hayal oldu. Gündüz güneş veya rüzgardan elde edilen elektriği satın almamak için her tür önlemi koyduran ve dünyanın her yerinde uygulanan “mahsuplaşmayı” yapmayan KIB-TEK, bile bile yenilenebilir temiz enerji elde edilmesinin önünü kesti, çevrenin Kalecik santralında çıkan zehirli gazlarla kirlenmesinin ve insanlarımıza kanser hastalığının artması pahasına. Amaç elektriği sadece KIB-TEK üretsin ve tatlı maaş ile ilave paralar ve haklar koparmak için grev hakkı elde olsundu. Umurlarında bile olmadı, halkın bu kişilerin bitmeyen, doymayan gözleri nedeni ile dünyanın en pahalı elektriğini satın almak zorunda kalmasına.
İyi ki Türkiye’den adamıza deniz altına döşenecek kablolarla elektrik gelecek. Hem artık kesintisiz elektrik almış olacağız, hem de günümüzde ödediğimiz elektrik ücretinin yarısının da altında bir maliyetle elektriğimizi satın alacağız.
Asırlarca ikide birde her akıllarına estiğinde kazan kaldırıp Padişah’tan ulufe ve kelle isteyen Yeniçerilerin en son isyanı Haziran 1826’da gerçekleşmişti. Sapına bir değnek geçirilmiş yemek kazanını sırtladıktan sonra isyan ettiklerini açıklayan Yeniçeriler, II. Mahmud’un kurduğu yeni Eşkinciler birliği tarafından yok edilmişti. Dönemin ünlü şairi İzzet Molla, adına Vaka- Hayriye denilen bu olayı, aşağıdaki dörtlükle ölümsüzleştirir.
Tecemmu eyledi Meydan-ı Lahm’e (Lahm=et meydanı)
Edip Küfran-ı nimet nice bağı (Bağı=Eşkıya)
Koyup kaldırmadan, ikide bir de
“Kazan devrildi, söndürdü ocağı.”
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
14 Ekim 2016
Bugün, İstanbul’da gerçekleştirilecek Dünya Enerji Kongresi’nde Türkiye Cumhuriyeti’ni temsilen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak ve KKTC’yi temsilen Ekonomi ve Enerji Bakanı Sunat Atun’un “Türkiye’den, KKTC’ye deniz altından kabloyla elektrik temin edilmesini öngören anlaşma”yı karşılıklı imzalamalarıyla Anadolu’dan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine ve dolayısı ile Kıbrıs adasına elektrik bağlanmasının ilk adımı atılacak.
Yapılacak iş gerçekten uzun, yorucu ve su temini projesi gibi bir başka mühendislik harikası gerektiriyor. Proje tamamlandığında KKTC’nin elektrik sistemi Türkiye üzerinden Avrupa-Balkanlar-Kafkaslar ve orta Doğu’yu kapsayan enterkonnekte (Ağ Şebeke veya Bağlaşımlı) elektrik sistemine bağlanacak.
“Enterkonekte sistem veya Bağlaşımlı Sistem” tanım olarak en açık şekilde ve kısaca “bir ülkenin tamamının yada belirli bölgelerinin elektrik enerji gereksinimini karşılayabilecek bir biçimde üretim ile tüketim merkezleri arasındaki enerji alış verişini sağlayan enerji taşıma sistemi” demek.
Biz Türkiye çapında yani küçük ölçekte Türkiye’nin bağlaşımlı sistemine bağlanırken, gerçekte Avrupa’nın, Balkanların, Kafkasya’nın ve Orta Doğu’nun tüm elektrik sistemini bir birine bağlayan büyük ölçekteki enterkonnekte sisteme bağlanıyoruz.
Kıbrıs Rum tarafı böylesi bir olanağı yaratmak ve bundan fayda görmek için İsrail-Kıbrıs Rum kesimi- Girit adası-Yunanistan arasında deniz altından çekilecek, kuş uçuşu asgari 1216 kilometrelik bir elektrik bağlantısı sistemi için proje ve kredi araştırması içine girmeye çalışırken bize sadece 72 km uzaktaki Anadolu kıta karasından bu bağlantıyı sağlayacağız.
Gerçekte bizim için aynen adamıza Anadolu’nun suyunun bağlanması gibi büyük bir lütuf bu.
Avrupa-Balkanlar-Kafkasya-Orta Doğu büyük enerji ağına Anavatanımız üzerinden bağlaşımlı olmakla, yani ağ şebekesine bağlanmakla ucuz, temiz ve kesintisiz elektrik alacağımızın yanında, “Yenilenebilir enerji” kaynaklarının kullanımı da teşvik edilmekte. Özellikle de “Güneş enerjisi” kullanımı hem teşvik edilecek, hem de güneş ışınlarından elde edilen elektrik enerjisinin bağlaşımlı sisteme satılarak mahsuplaşma yaygınlaştırılıp insanımızın daha ucuz enerji kullanması hedeflenmekte. Proje hayata geçtiğinde kaba bir hesaplama ile kilovat saat’lik elektrik ücreti evler için 25 kuruş, işyerleri ve sanayi için de daha düşük olacak.
Bugün Albayrak ve Atun tarafından resmi imzalar atılırken aklıma, Enosis uğruna adayı kana bulamaktan çekinmeyen Kıbrıslı Rum lider, Başpiskopos Makarios geldi. 1973 yılının Ocak ayında Mücahitliğimin son günlerinde Sancaktarımızın emri ile Yeşilköy’e (eski adı ile Ayios Andronikos) gitmiştim, oradaki Mücahit Birliğinin komutanı ile görüşmek amacı ile. Yolda giderken yanımdan eskortlar eşliğinde Makarios geçmişti, Yeni Erenköy’de (eski ismi ile Yalusa) halka hitap etmek için. 18 Şubat 1973 tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde tek aday olmasına rağmen, köy köy gezip Rum halkına ateşli ateşli, enosis sözleri ile dolu milliyetçi nutuklar atmaktaydı. Yunanistan’daki Albaylar Cuntası ile arası bozuktu ama Enosis’ten de, yani Kıbrıs adasının Yunanistan’a ilhak etmesi fikrinden de vazgeçmemişti.
İşim bitince, Makarios’u dinlemek için sivil kıyafetlerle çok yakında olan Yeni Erenköy’’e gittim ve kalabalığa karıştım. Halk tabiri ile Makarios atıp tutuyor, kesip biçiyordu. 1972 yılında Kıbrıs’ta çekilen kuraklıktan sonra Dünya Bankası, Kıbrıs adasına Anadolu’dan borularla su getirilmesi için Kıbrıs Cumhuriyeti’ne kaba ölçekte proje sunmuş, kredi vermek teklifinde bulunmuştu.
Makarios, cüppesi ayazdan uçuşarak, arada bir siyah kepini uçmasın diye elleri ile tutarak ve de ağızından tükürükler saçıla saçıla “Susuzluktan ölsek de, asla asırlardır sahibi olduğumuz adamızın borularla olsa bile Anadolu’ya bağlanmasına izin vermeyeceğim” diyordu ve Yalusa’lı Rumlarda kendisini “Zido Enosis”, “Yaşasın Yunanistan’a ilhak” çığlıkları ile çılgınca alkışlayıp gaza getiriyordu…..
Ne mutlu ki, şimdi Anadolu’muza borularla bağlıyız, yarın da buna ilaveten kablolarla bağlanacağız…..
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
10 Ekim 2016
Geçen hafta içinde KKTC’de yerel bir gazetemizin yazı İşleri Müdürü olan eşim Yurdagül Atun ile birlikte Lefkoşa’da ki Merkezi Ceza Evi’ne gittik. Cezaevine gidebilmek, cezaevi müdürü ve personel ile görüşebilmek, koğuşları ziyaret etmek ve mahkumlarla bire bir yüz yüze görüşebilmek için de İçişleri Bakanlığına bir hafta evvelinden başvurduk. Başvurumuz değerlendirildi ve İçişler Bakanımız Sayın Kutlu Evren’in onayı ile iznimiz çıktı.
Gerçekte bu ziyaretin eşimle birlikte aklımıza gelmesinin nedeni, zaman zaman Cumhurbaşkanlığı, Dışişleri bakanlığı, Orman Dairesi Fidanlığında ve benzeri devlet dairelerinde çalışırken gördüğümüz veya rastlaştığımız turuncu tişörtlü, gri pantolonlu mahkumlardı. Bu rastlaşmalardan bir tanesinde görevli gözetmen gardiyanın da izni ile mahkumlardan bir tanesi ile kısa bir görüşmek olanağımız oldu ve bu görüşmeden sonra da Merkezi Hapishaneyi ziyarete karar verdik, tabii izin almak koşulu ile. En azından bazı şikayetleri yerinde görmek, değerlendirmek ve gerekenleri de İçişleri bakanımıza iletmek için.
Eşim bu hapishane ziyaretimiz ile ilgili iki gün devam eden resimli bir yazı dizisi yayınladı görev yaptığı gazetede. Yazının içinde birçok “Doğru bildiğimiz yanlışlar” da yer aldı. Her ne kadar gazeteci değilsem de yılların köşe yazarı olarak ben de eşimle birlikte gitmeyi ve gözlem yapmayı tercih ettim.
Benim ilk dikkatimi çeken Merkezi cezaevi dışında iş yapan mahkumlarla, içeride kalan mahkumlar arasında giysi farkı olmasıydı. İş yapanlar turuncu tişört, koğuş içinde kalanlar ise küçük kareli siyah-beyaz veya gri-beyaz gömlek giymekteydiler.
Koğuşları tek tek gezerken ve mahkumlarla konuşurken erkekler koğuşunda 2 doktor tutukluya, kadın koğuşunda da 2 doktor tutukluya rastladım. Erkek doktorlar turuncu tişört giyerken, kadın doktorlar gri-beyaz renkte küçük kareli tek parça, omuzlardan dizlere kadar inen önlük giymekteydiler.
Belli ki erkek doktorlar bir yerlerde mahkum işçi olarak iş yapmaktaydılar. Kendilerini incitmemek için ne iş yaptıklarını sormadım sormasına ama aklıma da bu çok zor ve uzun bir eğitimden sonra yetişen doktorlarımızın, insanlara tıp dalında hizmet vermek yerine ne iş yapabilecekleri ve kendilerine ne iş yaptırıldığı geldi. Cerrah olan maharetli parmaklara, ameliyat yaparken damar görüp ona dokunmadan yanından geçerek ameliyata devam etmeyi beceren bu parmaklara ve beyine ne iş yaptırılabilir diye kendi kendimi sorguladım.
Hapishane kurallarını bilmiyorum. Devletin mahkumlara ve tutuklulara yönelik çalıştırma kurallarını da bilmiyorum. Ama bu 4 doktorun halen daha yargı sürecinin devam ettiğini ve mahkum yerine tutuklu olduklarını biliyorum. Anayasamız hiçbir kimsenin mahkeme kararı olmadan suçlu olarak tanımlanamayacağını açık ve net olarak belirtmektedir. Belki de beraat edecekler, belki de yüz kızartıcı suç sınıfına giren bir suçtan ceza almayacaklar, bunu mahkemenin vereceği adil karardan evvel hiç kimse de bilemez.
Tutuklu olmalarını bırakın bir kenara, ceza almış mahkum dahi olsalar, bu doktorlarımızın bahçede çalıştırılmak veya da kendilerine benzeri başka bir iş yaptırılması yerine niçin devlet hastanemizde haftanın 5 günü çalıştırılmadıkları geldi aklıma aniden. Bir tek kişinin bile hayatını kurtarsalar, bir tek kişiyi bile bilgi ve becerilerini ortaya koyup illet bir hastalıktan kurtarsalar, başarılı bir ameliyat yapsalar halkımız için, devletimiz için çok daha iyi bir hizmet olmaz mı. Bence olur.
Sağlık Bakanımıza ve İçişleri bakanımıza buradan sesleniyorum. Sayın Sucuoğlu ve Sayın Evren, zaman zaman doktor eksikliğinin çekildiği hastanelerimizde, Merkezi Ceza Evinde tutuklu veya da mahkum olarak bulunan doktorlarımızdan faydalanmanız ve onlara hastanelerimizde, gardiyan refakatinde çalıştırmanız halkımızın çıkarlarına ve menfaatine olacağı inancındayım. Bu gerekçe ile de varsa mevcut engelleyici tüzük veya kuralları ivedilikle değiştirmenizi ve mahkum veya tutuklu doktorlarımızın, halkımıza hizmet amaçlı çalıştırılmasını talep ediyorum.
Ve mahkum bir perfüzyonistin devlet hastanesinde çalıştırılması olayının örnek olmasını diliyorum.
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
7 Ekim 2016