Kıbrıslı Rumlar 21 Aralık 1963 tarihinde adanın tümünü ele geçirmek ve Kıbrıslı Türkleri aynen Girit’te yaptıkları gibi adadan sürmek ve yok etmek için saldırılara başladıkları vakit kendilerini aslan, Kıbrıslı Türkleri de bir lokmada yutulacak tavuk gibi görüyorlardı dört misli nüfusa ve devlet olanaklarına sahip oldukları için.
Makarios kendini muzaffer bir komutan ve bölgenin en güçlü lideri, Türkiye’yi ve Batı dünyasını da dikkate alınmayacak kuruluşlar olarak addediyordu. Türkiye’nin adada soykırım altında kırılan Kıbrıslı Türkleri bu mezalimden kurtarmak için harekete geçemeyeceğinden, BM’de politik üç beş protesto yaptıktan sonra yerine oturacağından adı gibi emindi. Bu nedenle de 1960 Anayasasında var olan EK 1, Garantiler ve İttifak Anlaşması onun için çok önemli değildi. Nasıl olsa güçlü olan kendisi, zayıf olan da Kıbrıslı Türkler ve Türkiye’ydi. Her zaman güçlü olanın kuralları geçerliydi ve güçlü olan neyi isterse onu yapmakta serbestti.
Makarios’un, Rum siyasilerin, RMMO komutanı ve subayları ile Kıbrıs Rum halkının görüşleri aynen bu şekildeydi 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunanistan’ın adayı ilhak etmek için Kıbrıs’ta yaptığı darbeye kadar. Darbe ve darbe sonrası 20 Temmuz 1974 tarihinde gerçekleşen “Mutlu Barış Harekatı” Kıbrıslı Rum siyasilerin ve Kıbrıs Rum halkının bu inanışını kökünden yıktı ve değiştirdi.
Bizden dört misli fazla nüfusa sahip oldukları için kendilerinin yenilmez ve karşı konulamaz bir ordu olduklarını zannederek BM Barış Gücü’nün ada bulunmasına rağmen, her istedikleri vakit Kıbrıslı Türklerin gözünü korkutmak, sindirmek ve öldürmek amaçlı zayıf ve korumasız Kıbrıslı Türklere saldırmayı bir marifet sayan ve ele geçirdikleri köylerde ellerinde Türk Bayrakları ile gösteriler yapan Rum Milli Muhafız Ordusunun, Türk Ordusu karşısında nasıl ayakları kıçlarına vura vura kaçtıklarının gözleri ile gören canlı bir göz şahidiyim ben.
1974 Mutlu Barış Harekatı ile kendilerinden daha güçlü orduların olduğunu ve Türkiye’nin de gerek gördüğü anda uluslararası haklarını kullanarak adaya müdahale edebileceğini gören ve yaşayan Kıbrıslı Rumlar, o gün bu gündür Türkiye’nin Garantörlüğünü ve garanti Anlaşmasını dillerine dolamaya başladılar. Biliyorlar ki Rum Milli Muhafız Ordusu asla Türk Ordusunun karşısında duramaz ve tutunamaz. Bu nedenle de Türk ordusu adadan gitmediği müddetçe de adanın tümüne hakim olmaları sadece pembe bir düştür ve pembe bir düş olarak kalmaya da mahkumdur.
Makarios’un 1977’de ölümünden sonra başa geçen Kyprianu’dan başlamak üzere başa geçen her Rum Başkanın Kıbrıs Rum halkına verdiği ilk söz, Türkiye’nin garantörlüğünün ve garanti sisteminin kaldırılması, Türk askerinin adadan tümüyle gitmesi ve Türkiye’den gelen kardeşlerimizin tümü ile geri gönderileceği yönünde çalışmak oldu.
Anastasiadis’in, hepimizi enayi yerine koyarak öne sürdüğü gerekçe “Bir AB devletinin garantörünün AB dışından olamayacağı, bu nedenle de Türkiye’nin garantörlüğünün kaldırılması, Türk askerinin de geri gitmesi” şekline dönüştü. Bu söylemini de her platforma dile getiriyor artık, özellikle de müzakerelerin devam ettiği bu süreçte.
Anastasiadis bu işe şimdi AB’yi de bulaştırdı ve Avrupa Birliği Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini de Kıbrıs’a yaptığı ziyarette “Kıbrıs için en iyi garantinin AB olduğunu” dile getirdi. Anastasiadis niye acaba bize AB’nin kurucusu ve lokomotifi olan Almanya’nın garantörünün AB dışındaki bir devlet olan ABD olduğundan hiç bahsetmiyor, gerçekten de çok merak ediyorum.
Bu konuda ABD Başkanı Barak Obama’nın resmi bir açıklaması var.
the WHITE HOUSEPRESIDENT BARACK OBAMA, The White House, Office of the Press Secretary, For Immediate Release June 07, 2011
Fact Sheet: U.S.-Germany Security Cooperation
https://www.whitehouse.gov/the-press-office/2011/06/07/fact-sheet-us-germany-security-cooperation
sayfasındaki bu açıklama ABD ile Almanya arasında Güvenlik anlaşması olduğunu ve Almanya’da 51,000 kişilik bir ABD ordusu bulunduğunu ortaya koymakta.
ABD’nin Almanya’nın garantörü olduğu konusu Detlef Junker’in derlediği, “The United States and Germany in the Era of the Cold War, 1945-1990”, A HANDBOOK Volume 1: 1945-1968, University of Heidelberg, GERMAN HISTORICAL INSTITUTE, Washington, D.C. and Cambridge UNIVERSITY PRESS adlı kitabın 7. Sayfasında da yer alıyor.
AB dışındaki bir ülkenin AB’nin temel direği olan Almanya’da USEUCOM, USAFRICOM, USAREUR, USAFE adlı askeri merkezleri (military Headquarters) ve ordusu olacak ama KKTC’de Türk askeri olmayacak diyor Kıbrıslı Rumlar. Üstüne de bu tutarsızlığı, bu saçmalığı utanmadan, sıkılmadan ortaya atıp savunuyorlar… Pes doğrusu.
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
31 Ekim 2016
Bundan 4 yıl önce yazdığım, “biz de çocuklarımız Muratağa’ya, Atlılar’a, Sandallar’a götürelim” başlıklı yazım sözde barışseverler tarafından çok eleştirilmiş, nefret dili olarak tanımlanmıştı. Tam da dün okuduğumuz bir haberin benzeri üzerine yazmıştım oysa. Rumların ders kitaplarında nasıl Türk düşmanlığı aşıladıklarını, milli günlerinde EOKA mezarlarını ziyaret ettiklerini… Kitaptan sayfalarla desteklediğim yazım pek hoşlarına gitmedi Rum sevdalılarının.
Dünkü haberi hatırlatalım; “Rum Çocuk Haklarını Koruma Komiseri Lida Kursumba’nın, anaokulu ve ilkokul çocuklarının duygusal açıdan kötü etkilendikleri için okulların, EOKA’cı mezarlarına ve darağacı alanlarına gezi düzenlemeyi yeniden gözden geçirmeleri tavsiyesi üzerine Rum Eğitim Bakanı Kostas Kadis, bu gezilerin devam edeceğini açıkladı. Öğrencilerin EOKA’cı mezarlarını ve darağacı alanını ziyaretlerine son vermek niyetinde olmadığını söyleyen Kadis, bu gezilerin bunca yıldır sorunsuz yapıldığını belirterek, ‘Milli kimliğimizin korunması eğitim sistemimizin ana hedefleri arasındadır. Bu çerçevede okullar, EOKA’cıların da niteliği olan doğru değer ve ilkeleri vermelidir. Bu kahramanlık alanlarıyla temas etmelerinin çocuklarda sorun yarattığını düşünmüyoruz’ dedi.”
Rum Eğitim Bakanı Kadis’in “Milli kimliğimizin korunması eğitim sistemimizin ana hedefleri arasındadır” sözlerine şapka çıkardığımı ve bizdeki, milli kimliği reddederek kabul göreceğini sanan zavallıların bu sözlere karşı ne diyeceğini merak ettiğimi söylemeliyim.
***
19 Eylül 2012 tarihinde yayımlanan yazım, bugün yazacaklarımın aynısı. Sıkılmazsanız bir daha okuyun lütfen;
Biz de çocuklarımızı Muratağa’ya, Atlılar’a, Sandallar’a götürelim
Haberi okumuşsunuzdur. Rum Eğitim ve Kültür Bakanlığı Rum tarafında faaliyet gösteren ilkokul, ortaokul ve lise müdürlüklerine iki ayrı genelge göndererek EOKA müzeleri ve “mücadele yerlerine” okul gezileri düzenlenmesini istiyor.
Rum Eğitim Bakanlığı’na göre öğrencilerin tarihi (!) yerlere gezileri eğitimin kopmaz bir parçası!
EOKA Tarihi Anı Konseyi’nin (SIMAE) talep ettiği gezi yerleri: EOKA Müzesi, Merkezi Cezaevi avlusundaki EOKA’cı mezarları, EOKA’cı Grivas’ın sığınağı, Maşera’daki Grigoris Afksentiu müzesi gibi EOKA anıtları.
Gazetelerin yazdığına göre, Rum Eğitim ve Kültür Bakanlığı (SIMAE’nin talebi üzerine) okul müdürlüklerine iki genelge göndererek, EOKA anıtlarının okul gezi programlarına alınmasını istiyor ve “öğrenci gençliğin anı ve müze yerlerine gezileri, özgürlük için kendini feda edenlere karşı bir borçtur” diyor.
Bizim “her ne pahasına olursa olsun çözüm” dediğimiz günlerde Rum Eğitim Bakanlığı çocukları “Türkler düşmanımızdır, bakın bu ispatı” mottosuyla zehirlemek için bu gezileri de müfredata koyuyor.
Anlaşılan ekonomik krizin bunalttığı Yunanlılar ve Rumlar Türklere çakarak yüklü kazanımlar elde edeceklerine inanmaktalar. Hatırlatayım; 2007 yılında Yunanistan’daki tarih dersi kitapları yenilenirken bir kaç sayfalık Kıbrıs tarihi bölümü yeniden yazılınca, Kıbrıs Rum toplumu bütün siyasi partileri ve kurumlarıyla ayağa kalktı ve yeni kitaplara karşı kampanya başlattılar.
O kitaplar kavga kıyamet birkaç sene okutuldu. Şimdilerde, yani beş yıl sonra Türkler ve Osmanlılar hakkında ‘nispeten yumuşak’ ifadeler içermesi nedeniyle dönemin Milli Eğitim Bakanı Marietta Yannakou’nun siyasi kariyerini bitiren 6. sınıf tarih kitabının yerine klasik Yunan ağzıyla yazılmış kitaplar getirildi. 2007’de Türklerle ilgili düşmanca ifadeleri kitaplardan çıkaran bakanlık yeni baskılarda eskiye dönerek, Türkleri “katliamcı” olarak tanıttı.
Ders kitabından bir paragraf: “Türkler İzmir‘e girdi. Rum ve Ermeni mahallelerini ateşe verdi. Metropolit Hrisostomos, Müslüman ahaliye verildi ve öldürüldü. Limanda ifade edilemez derecede acı anlar yaşandı, başrolde gemilere binerek kurtulmaya çalışan göçmenler vardı. Felaketi, Hıristiyanların katledilmesi ve yağmalama tamamladı. Bu, bölgede asırlardır süren Yunan mevcudiyetinin dramatik sonuydu.”
Görüldüğü gibi Rum resmi tarihi, Türk ordusunu işgalcilikle suçlarken, Türklere karşı işlenmiş suçları anmıyor bile. O yüzden bugün Rumların bu çalışmalarını görmezden gelip, “koşullar değişti. Birlikte yaşamak hayal değil” sözleriyle barış vaazı verenler, sözüm size; Ağzınızla kuş tutun, Rumların kini bitmedi. Belçikalı komşumun söylediği gibi bu ülkeye barış 1974 yılında gelmiş durumda. Geçmişi hatırlarsak, iki ayrı bölgede, iki ayrı devlet iki halkın da yararına. Tek yapılacak olan, ekonomik ve sosyal ilişkilerin komşuluk çerçevesinde geliştirilmesi, başka yok.
Ha, aklıma gelmişken sorayım; Biz müfredatımıza Muratağa, Atlılar, Sandallar gezilerini, Barbarlık Müzesi ziyaretini, şehit anıtları gezilerini koysaydık ne olurdu, nasıl yorumlar yapılırdı acaba? En mühimi, milli eğitim bakanımız “Milli kimliğimizin korunması eğitim sistemimizin ana hedefleri arasındadır” diyeydi?
Yurdagül ATUN
Batı’nın uzun vadeli Orta Doğu Planları
Bu hafta peşpeşe ve eşzamanlı olarak iki kitap okuyorum.
Benim ilgi alanıma, okuma zevkime ve kültürüme göre her ikisi de müthiş kitaplar. Adeta birer hazine değerindeler. Herhalde birkaç kez daha okur ve içlerindeki püf noktalarını yakalarım.
Birinci kitabım, Garbiyat Enstitüsü’nün kitabı. Yazarı benim aynı zamanda kıymetli bir dostum olan Dr. Yalçın Koçak. Yalçın kardeşim benim gibi bir İnşaat Mühendisi ve olayları, mühendislerin alışık oldukları şekilde dört bir tarafından bakarak ve iyice inceleyerek değerlendiriyor. Gözünde at gözlüğü yok. Rahmetlim Özal döneminde milletvekili seçilerek TBMM’ye girmiş ve Sosyolojide üstat olmadan siyaset yapılamayacağını keşfedince sil baştan üniversiteye devam ederek, önce Sosyolojide yüksek lisans sonra da Türkoloji de Doktora yaparak bilgi dağarcığını alabildiğine genişletmiş. Tam bir Türkiyat ustası, Balkan Üniversitesinin de kurucusu.
Yalçın kardeşimin yazdığı kitabın adı “Tiran, Toynbee’nin Kayıp Kitabı ”. Kitabın adında soyadı geçen kişi ünlü İngiliz tarihçisi, Tarih Filozofu ve uluslararası tarih araştırmacısı Arnold Joseph Toynbee. 1885 yılında doğmuş, 86 yıl yaşamış ve 1975 yılında da vefat etmiş. Bugün Orta Doğu’da yaşananların mimarı da diyebiliriz kendisine. İngilizlerin ünlü düşünce kuruluşu -buna think tank deniyor İngilizcede- Chatham House’ın, diğer adı ile “Karanlık Masa”nın 33 yıl aralıksız başkanlığını yapmış olan kişi. Hayatında üç dönem var. Türklerden nefret ettiği dönem, Türklere olan nefretinin geçtiği dönem ve Türkleri sevdiği dönem.
Türklerden nefret ettiği dönemin başlarında, İngiliz hükümeti, Osmanlı devletinin en zayıf olduğu dönemde, 1914 yılında başlayan I. Dünya savaşını bahane ederek, bir petrol denizi üzerinde olduğunu keşfettiği Orta Doğu’yu ele geçirmek için önce Fransızlarla 1915 yılında, Orta Doğu’yu bölüşme anlaşması olan ünlü Syces-Picot anlaşmasını imzalamış ardından da, Orta Doğu’yu işgal etmelerinde haklı çıkaracak bir bahanenin yaratılması için de Şubat 1916’da James Bryce ve Arnold Toynbee’yi “Ermenistan’da son zamanlarda yaşanan olaylar”la ilgili ve özellikle de İngilizleri ve Hıristiyanları haklı çıkaracak bir rapor yazmaları için görevlendirmişti.
Bryce ve Toynbee “gerçekleri tespit etmek ve kamuoyuna sunmak amacıyla” önerilen bu sipariş projeye dört elle sarılarak çalışmalarını başlattılar ve bu çalışmalarının sonucunda da “The Treatment of Armenians in the Ottoman Empire” – Osmanlı İmparatorluğunda Ermenilerin tasfiyesi- adı verilen raporu İngiliz hükümetine sundular. Tamamen düzmece bilgilere ve sözlü duyumlara dayalı olan bu düzmece rapor Avam Kamarasında, İngiliz devletçilik geleneğine göre adına “Blue Book” (Mavi Kitap) denilen İngiliz hükümetinin resmi yayını olarak yayınlandı. Bu kitabın bir benzerini de, İstanbul’da, 1913 yılının Kasım ayından 1916 yılının Şubat ayına kadar sadece 27 ay müddetle ABD’nin İstanbul Büyükelçiliğini yapmış olan ve Kadıköy’den öteye hiç geçmeden elçilikte çalışan biri çevirmen Hagop S. Andonian, diğeri de sekreter-çevirmen olan Arshag K. Schmavonian adlı iki Osmanlı vatanbdaşı Ermeni’den duydukları ile “Ambassador Morgenthau’s Story” –Büyükelçi Morgenthau’nun hikayesi- adlı kitabını, dönemin ünlü gazetecisi Pulitzer ödüllü Burton J. Hendrick’e para karşılığı yazdıran ve 1918 yılında yayınlayan Henry Morgenthau oldu.
Ermenilerin sözde soykırım iddiaları sadece ve sadece bu iki düzmece kitaba dayalıdır ve öne sürdükleri başka hiçbir delilleri de yoktur. Arnold Toynbee aradan yıllar geçtikten ve ölümünden sonra New York’da Houghton Miffin şirketi tarafından 1992 yılında tekrar yayınlanan, orijinali 1922’de Constable şirketi tarafından Londra’da basılmış olan “The Western Question in Greece and Turkey: A Study in the Contact of Civilizations” –Yunanistan ve Türkiye’de Batı (dünyası) Meselesi: Medeniyetlerin teması üzerinde çalışma- adlı kitabında “Osmanlı İmparatorluğunda Ermenilerin tasfiyesi” adlı raporunu şipariş üzerine yapay bir şekilde hazırladığını belirtmiştir.
İşte okuduğum Arnold Toynbee’nin “Tiran” adlı kitabı, günümüzde Afganistan ve Orta Doğu’da yaşananların kaç yıl önce tasarlandığını, Karanlık Masa’nın (Chatham House) Orta Doğu için neredeyse bir asır önce nasıl bir resim çizdiğini ve bu resmin adım adım nasıl gerçekleştirildiğini gözler önüne seriyor.
Günümüz politikasına ve dünya siyasetine ilgi duyanların bu kitabı okumasını tavsiye ediyorum.
İkinci kitabımdan sonraki yazılarımın bir tanesinde derinlemesine bahsedeceğim. Kitabın ana unsuru, “Yahudilerin Hittin Paranoyası” ve Orta Doğu’nun bu paranoya doğrultusunda nasıl şekillendirilmeye çalışıldığı…..
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
28 Ekim 2016
Nedense bizim ülkemize özgüdür Sendikaların, Belediyelerin ve Kamu Görevlilerinin vatandaşı yolunacak kaz gibi görmeleri.
Bir zamanlar bir sendika başkanının söylediği bir cümle vardı, birçok insanımızı uyudukları uykudan uyandırmış, neler oluyor dedirtmişti. O ünlü söz “Biz maaşımıza artış isteriz, hükümet nereden bulursa bulsun, bizi ödesin”di. Ülkenin yaşadığı ekonomik sıkıntılara rağmen kendileri hiç bir sıkıntıya girmek istemeyen, vergi vermeyen, emekli maaşı primi ile emekli ikramiyesi primini vatandaşın sırtına yüklemiş olan bu kişiler ve temsil ettikleri kamu görevlileri, vatandaşın sırtına yeni yeni vergiler konmasını talep ediyorlardı hükümetten, hiç utanmadan ve sıkılmadan kendi maaşları artsın diye. Sanki de bu ülkenin vatandaşlarının hiç başka işleri yoktu ve onların maaşları için çalışıyorlardı ve yaşıyorlardı sadece. Varsındı vatandaş açlıktan ölsündü ama söz konusu kamu görevlileri maaşlarına artış alsınlardı.
Belediyelerimiz de, bu sendika başkanına bu sözleri söyleten mantıktan nasiplerini almışlar maalesef. Vatandaşlarımız, Belediyelerimiz için hizmet verilecek kesim, yolunacak kaz konumunda. Aynı mantık ve düşünceden dolayı her fırsatta, mantıklı veya mantıksız olsun, gelir elde etmek için vatandaşın cebine el atmanın yolunu arıyorlar ve fırsatını da bulunca uygulamaya koyuyorlar. Belediyelerimizden bir tanesi bir dönem, Belediye sınırları içinde satılacak olan sigara ve alkolden ilave vergi alacağını açıklamıştı. Devletin Maliyesi ile Gümrük Dairesine ilave olarak kendisi de bir haraç mekanizması kurmaya yeltenmişti. Kendi giderlerini azaltacağına, vatandaşın cebine le atmak daha kolay gelmişti herhalde Belediye Başkanına ve Meclis üyelerine.
KKTC’ye Anadolumuzdan borularla su gelmeden evvel, suyun az olduğunu bahane eden Belediyelerimiz, akıllarınca su tüketimini azaltmak için hayranı oldukları Avrupa’daki uygulamanın tam tersine, su tüketimi arttıkça, birim başına alınan ücretin de kademeli olarak arttığı bir sistemi devreye soktular. Maksat avantadan ve ilave hizmet vermeden vatandaştan daha fazla para söğüşlemek olduğundan, belli ve kullanım miktarı asgari yaşam koşullarına yetecek kadar olan su tüketimi birim fiyatı mantıklı bir ücret iken, bu miktar geçilir geçilmez birim miktar neredeyse iki misline, sonra da üç misline çıkan bir tarifeyi vatandaşa zorla kabul ettirmişlerdi. Ve bu uygulama yıllarca devam etti, halen de devam etmekte.
Kademeli artış su tasarrufunu özendirmek için birçok yerde yapılır ancak Anadolumuzdan su geldikten sonra ve de gelen bu suyun miktarı bizlere önümüzdeki 50 yıl daha yetecekken, Belediyelerimizin su tüketimi arttıkça, fiyatı da artan su tarifesinden vaz geçmesi gerekmektedir. Sadece vatandaş bazında bakılırsa belki mantıklı gelebilir ama ülkenin lokomotif sektörlerinden turizm ve üniversiteler için bu karar tam anlamıyla bir yıkım ayarlaması. Turizm ve Üniversiteler ülkenin ekonomisini ayakta tutarken ve onbinlerce istihdam yaratırken, otellere ve üniversitelere kademeli su tarifesi uygulamak çok büyük haksızlık zira en fazla da otellerin ne kadar suya ihtiyaç duydukları açık.
Neredeyse 150 evlik bir mahalle ile eşit miktarda su tüketen bir otele veya da üniversiteye, toptancıların toptan fiyata mal satmak prensibine uygun olarak en düşük tarifeden su vermek yerine, yolunacak kaz gibi görüp yükseğin de en yükseği tarifesinden su vermek, hem çok büyük bir haksızlık, hem de ekonomiye vurulan büyük bir darbe. Gelişmek ve büyümek, ekonomiye daha çok katkı koymak, daha çok istihdam yaratmak çabasında olan bu kuruluşları, yasaların arkasına saklanıp suyu bahane ederek haksızca sömürmek hiçte hakça ve doğru bir uygulama değil. Zaten su boruları orada, sistem orada, Anadolu’dan düzenli ve fazla miktarda gelen suyu, tüketimi arttıkça birim fiyatı da artan bir uygulama ile değil, sürümden kazanmayı teşvik edecek bir yöntem ve uygulama ile vermeleri gerekir Belediyelerimizin. Bu ülkede ayakta durmak ve var olmak savaşını veriyorsak, bunu hep birlikte birbirimize dayanışarak vermeliyiz, kendimizden başkalarına hayat hakkı tanımayarak değil.
Hükümetimiz bu konuda yeni bir düzenleme yapmalı ve su tarifesini kullandıkça birim fiyatı artan değil, azalan bir sisteme dönüştürmelidir. En azından işletmelerin ayrı bir tarifesi olmalıdır. Aynı şekilde Anadolumuzdan elektrik gelince de bu sistemi uygulamaya koydurmalıdır…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
24 Ekim 2016
DAEŞ, bir terör örgütünün ismi içinde “İslam” kelimesinin olamayacağına inanan kişilerin IŞİD terör örgütüne verdiği isimdir ve Arapça “Devletül Irak ve Şam” okunuşu ile “Irak ve Şam Devleti” manasındadır.
IŞİD’in açılımı “Irak Şam İslam Devleti” veya da Arapça okunuşu ile DAİŞ (ad-Dawlah al-Islamiyah fil-‘Iraq wa ash-Sham”, İngilizce kısaltılmış adı ISIS olup açılımı da “Islamic State of Iraq and al-Sham”dır.
Bu kısaltılmış isimlerin tümü de terör örgütü DAEŞ’i tanımlar.
Irak Savaşı’nın ilk yıllarında kurulan DAEŞ’in geçmişi Yirmi birinci yüzyılın başlarına kadar gidiyor. 2004 yılında El-Kaide’ye bağlılığını ilan eden grup bir süre sonra “Irak El-Kaidesi” adını aldı. Grup genelde Sünnî topluluklar olmak üzere “Mücahidîn Şûra Konseyi”, “el-Kaide”, “Jaysh el-Fatiheen”, “Jund el-Sahaba”, “Katbiyan Ansar el-Tevhid vel Sunnah”, “Jeish el-Taiifa el-Mansoura” gibi farklı isyancı gruplardan oluşmaktadır. Bu terör örgütünün lideri Ebubekir Bağdadi’dir. Bağdadi’nin Mossad ajanı bir Yahudi olduğu ve gerçek adının da Şimon Elitton olduğu iddia edilmektedir.
Terör örgütü DAEŞ’in yayın organlarından bir tanesinin adı “Dabık”tır. 5 bin nüfuslu Dabık kasabası örgüt için sembolik bir öneme sahip olup Suriye’nin kuzey batısında Halep İli’ne bağlı Azez ilçesindedir. Tarihimizde bildiğimiz şekli ile bu kasabanın diğer adı da Mercidabık’tır. Örgüt Dabık’ta “Müslüman olmadığına inandığı güçler” ile yapacağı savaşla “kıyamet”in başlayacağına güçlü bir şekilde inanmaktadır.
Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) TSK’nın da desteğiyle, terör örgütü DAEŞ için sembolik öneme sahip Suriye’nin kuzeyindeki Halep ilinin Soran beldesi ve Dabık köyünü, terör örgütü DEAŞ militanlarından temizledi ve Musul’a doğru ilerlemekte.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) Fırat Kalkanı Harekatı kapsamında desteklediği ÖSO güçleri, Azez-Cerablus hattında ele geçirdiği yeni bölgelerde terör örgütünün yoğun biçimde kullandığı bomba düzeneklerini etkisiz hale getirerek hem sivil halkın ikametine açıyor, hem de güvenli bir şekilde ilerliyor. Gerçekte en zorlu safha tamamlandı, DAEŞ’in direnci kırıldı.
Suriye İnsan Hakları Gözleme örgütünün raporuna göre Ağustos 2014’te terör örgütünün Suriye’deki savaşçı sayısının 50 bin, Irak’ta ise 30 bin olduğu görülürken, CIA bu rakamları Eylül 2014’te terör örgütünün Suriye ve Irak’ta toplam 20 bin ile 31 bin 500 arasında açıklamıştı.
Son elde edilen rakamlar, DAEŞ’in askeri gücünün neredeyse yarısının yok edildiğini göstermekte. DAEŞ, başta Türkiye olmak üzere, Suriye ordusu, Hizbullah, Şii militanlar, Kürtler, Arap koalisyonu ve Özgür Suriye Ordusu ile çatışmadan dolayı çok yorgun düşmüş durumda ve buna ilaveten de çok sayıda kaybı ve binlerce de yaralı askeri bulunmakta. Son 18 ay içinde DAEŞ, elindeki toprakların dörtte birini ve savaşçılarının da üçte birini kaybederek, geçen sene başında ortalama 25 bin olarak tespit edilen askeri gücü, 15 bine düşmüş durumda.
Türkiye’nin geçen ay içinde Suriye topraklarında DAEŞ’e karşı başlattığı harekat ve önemli şehirler olan Fallujah, Ramadi, Minbaj ve Palmira’daki zaferleri, DAEŞ’in yenilmez ordu imajını yıkmış ve dünyanın çeşitli ülkelerinden gelmekte olan gönüllü savaşçıların sayısının da ip gibi kesilmesine yol açmış durumda. DAEŞ’in asker kaybına ilaveten gelirlerinde de çok keskin düşüşler yaşanmaya başlaması ve 2015 yılında ham petrolden elde ettiği 600-700 milyon dolarlık gelirin bu yıl yaklaşık 300 milyon dolara düşmesi, DAEŞ’i daha da zayıf duruma düşürmüş durumda. Gelirlerin azalması nedeni ile yapılan kesintilerden sonra geçen yıl 300 dolar olan maaşlar rütbeye göre 150 dolardan başlayıp 50 dolara kadar inmiş ve birçok yüksek rütbeli subayın ayrılmasına neden olmuş. Yönetimi altındaki topraklarda vergileri arttıran IŞİD, savaş tekniğini saldırıdan savunmaya dönüştürmüş durumda.
DAEŞ yükseliş dönemini tamamlayıp, iniş moduna geçti. İki yıldan fazladır DAEŞ hakimiyetinde olan Musul’un, bölgedeki aşiret reislerinin de yardımı ve katkılarıyla geri alınması, önce -DAEŞ’in son çırpınışları olarak- mezaliminin artmasına neden olacak, sonra da yok oluş sürecine girmesine yol açacak…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
21 Ekim 2016