İçimizde de, dışımızda da Türkiye’yi eleştirenler çok ama ağzı olup da Türkiye’yi savunmayanlar, atılan çirkefleri temizlemek için uğraşanlar az.
Özellikle de Batı dünyası her fırsat, ortam ve platformda Türkiye’yi itibarsızlaştırmak için elden geleni yapıyor.
Avrupa Üniversiteler Birliği EAIE’nin (European Association for International Education) İngiltere’nin Liverpool kentinde düzenlediği ve 80 ülkeden 250 üniversitenin katıldığı “Eğitim Fuarı”nın açılış konuşmasında Başkan Zora Howard’ın “Türkiye’de akademisyenlere
özgürlük yok ve bu nedenle de Türkiye’den katılım az oldu” diyerek planlanmış ve Türkiye’yi aşağılayıcı bir konuşma yapmasına tepki sadece İstanbul Aydın Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Dr. Mustafa Aydın’dan geldi.
Dr. Mustafa Aydın’ın Bayan Howard’ın bu çirkin karalamasına tepkisi, hak ettiği şekilde bayağı sert oldu. Geri durup, utanıp da konuşmamak, Kıbrıs tabiri ile “sin de gülle geçsin” diyerek ağzını açmamak yerine, gerekeni söyledi, Howard’a ağzının payını verdi Aydın. Dr. Aydın kendisine ve yardımcılarına verdiği notada “gerçeği yansıtmayan bu sözlerini derhal düzeltmesini, Türkiye algısına zarar verdiklerini, Türkiye’de akademik bir kısıtlamanın asla olmadığını ancak terör olaylarına bulaşmış ve Türkiye’nin birlik ve beraberliğine ve darbe girişimine katkı sağlamak için girişimde bulunmuş olan her akademisyene dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de müeyyidelerin uygulandığını” belirterek kapanışta özür dilemesini talep etti. Başkan Zora Howard kapanış seremonisinde “Türkiye’deki akademisyenler konusunda yanlış bilgilendirildiğini, Türkiye’nin dışarıdaki algısına asla zarar vermek istemediğini” ifade ederek özür dilemiş ve aynı gün içinde de bu özrünü yazılı olarak kendisi elden sunmuş.
Bu bahsettiğim olayların benzerleri hemen hemen her platformda gerçekleşmekte. Türkiye’de yaşayan ama görev başında bulunan hükümetten hoşlanmayan kişiler, yurt dışına çıktıklarında veya da yabancı birileri ile yazıştıklarında bir marifetmiş gibi hemen ve derhal konuyu Türkiye’deki yaşama getirmekteler ve bir düşman gibi yanlış ve uyduruk bilgiler vererek Türkiye’yi karalamaya çalışmaktalar nedense. Ben bu tür insanlara hem Türkiye içinde, hem de Türkiye dışında çok rastlıyorum. Konuşmamız bir müddet devam ettikten ve suçlamalar başladıktan sonra söylediklerinin sadece kahvehane dedikodusu olduğu, aslı astarı bulunmadığını ispatlayıcı ve ikna edici şekilde konuşunca bana ilk sordukları “sen kimsin ve ne iş yaparsın” oluyor hep. Kafadan atarak desteksiz/mesnetsiz konuşmak başka oluyor, konuları derinlemesine bilerek konuşmak başka… Tabi dağarcığınız dolu ve yüreğinizde Türkiye sevgisi var ise…
***
Bakın Türkiye, uluslararası istatistiklere göre ne haldeymiş!
Bu yılın ilk ve ikinci çeyreğinde tüm jeopolitik risklere, küresel dalgalanmalara, teröre ve sözde darbecilerin yaratmaya çalıştığı kaosa rağmen Türkiye ekonomisi yüzde 4,8’lik büyüme oranıyla, Türkiye Avrupa ekonomileri arasında ilk sıraya yerleşmiş. Bunda Türkiye’nin son 27 çeyreklik dönemde yani neredeyse son 7 yıllık dönem içinde kesintisiz büyümesi ve Batı dünyasının Türkiye’ye yönelik planladığı ve hazırlayarak eyleme soktuğu tüm ölümcül girişimlere, teröre, finansal kısıtlamalara ve ihracatın önünü kesmek girişimlerine rağmen büyüme hızının yüzde 3’ün altına düşmemesi çok etkili oldu tabi. Buna karşın gelişmekte olan ülkeler arasında son derece güçlü olduğu iddia edilen Brezilya ekonomisi ise dünyada sürmekte olan ekonomik durgunluğa ve küresel dalgalanmalara dayanamayarak ikinci çeyrekte yüzde 3.8 küçüldü, terör ve jeopolitik riskler olmamasına rağmen.
Türkiye şimdi yüzde 4’lük büyüme hızı ile G20 (Group Twenty), yani gelişmiş ülkeler içinde en hızlı büyüyen dördüncü ülkesi olmak konumunda. Bunun da nedeni küresel krizin başlangıcından itibaren 6.9 milyon kişiye, 2015 yılında da 880 bin kişiye istihdam sağlaması. Kısaca bu dönem içinde Avrupa Birliğinde birçok ülke batarken, birçoğu da negatif büyüme hızı, kapanan işyerleri, işten durdurulanların sayısının yükselmesi ile boğuşurken Türkiye, attığı akıllı adımlarla, teşvik ettiği yatırımlarla ve çağdaş projelerle ekonomi büyütmüş, kıskanılacak hale getirmiş.
En önemlisi de “Ekonomik ve İşbirliği Kalkınma Örgütü’nün (OECD) bulguları, değerlendirmeleri ve ön görüsü. OECD’ye göre Türkiye büyümede, 34 üye ülke arasında bir basamak daha yukarı tırmanıyor ve yılsonunda da yeri ilk üçün içinde olacak. OECD’nin ön görüsüne göre de 2017’de sıralamadaki yeri İrlanda’dan sonra ikincilik.
İşte bazılarının hiç araştırmada, kahvehanede duyduklarına dayandırıp gözleri kapalı, insafsızca ve acı acı eleştirdiği Türkiye bu.
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
23 Eylül 2016
Hiçbir Rum siyasinin veya da emekli olmuş Rum politikacının, Kıbrıs konusunda sürmekte olan müzakerelerin önünün açılması veya sonuca gitmesi veya da “biz de fedakarlıkta bulunalım” düşüncesi ile “Güzelyurt’u, eski ismi ile Omorfo’yu almasak da olur” dediğini duymadım. Bırakın söylemeyi veya teşbih yapmayı, böylesi bir imada bile bulunmadılar bu güne değin. Rumlara göre müzakerelerin sonucu ne olursa olsun illaki Güzelyurt kendilerine iade edilecek. Edilmezse böylesi bir anlaşmaya karşı çıkacaklarmış ve AB’nin bir gün müdahale ederek KKTC sınırları içinde kalan topraklarının kendilerine geri vermesini bekleyeceklermiş.
Aynı kapsam içinde Gazimağusa’nın hemen bitişiğindeki “kapalı Maraş, eski ismi ile Varosha da geri verilmese de olur” diyene rastlamadım bu güne değin. Makarios’tan beri tüm görüşmecilerin iddiası ve olmazsa olmaz isteği “Kapalı Maraş çevresi ile birlikte, yani Anadolu, Canbolat, Harika, Lala Mustafa Paşa, Namık Kemal, Piyale Paşa ve Zafer Mahalleleri ile birlikte daha ilk günden geri verilsin”dir. Rumlara Kapalı Maraş ve KKTC’nin sebze üretim merkezi olan çevre mahalleleri ve tarlalar daha ilk günden verilmezse asla böylesi bir anlaşmaya “Evet” demezlermiş, çözüm de asla gerçekleşmezmiş ve sabırla AB’nin bir gün müdahale etmesini bekleyeceklermiş.
Yıllardır kurulan hayaller Rum siyasiler tarafından çok büyük boyutlarda tutulmuş. Kıbrıslı Rumların bütün güvenceleri ve beklentileri son 2 yüz yıldır olduğu gibi hala daha Avrupa Devletlerinden. İllaki bir gün, şimdiki adı Avrupa Birliği olan Hristiyan Avrupa devletlerinin birleşerek, bundan bir asır önce Osmanlı Devletine baskı yapıp, bir tek mermi atmadan ve savaşmadan Yunanistan’ı Osmanlı Devletinden koparıp bağımsız bir devlet haline getirdikleri gibi Kıbrıs adasını da zamanı gelince Kıbrıslı Türklerden temizleyecek ve saf bir Helen adası olarak Rumların egemenliğine verecek olması. Bütün Kıbrıslı Rumların hayalleri bu rüya ile dolu. Bu nedenle de müzakerelerden beklentileri çok yüksek.
Zannediyorlar ki Birlemiş Milletler denilen tek taraflı düşünen kuruluş ve bu kuruluşun beynini olan Güvenlik Konseyi, Kıbrıs Türk halkı pes diyene dek bu insanlık dışı izolasyonları ve ambargoları kaldırmayacak ve büyük bir ısrarla sürdürecek. Gün gelecek, Kıbrıslı Türklerin içine yerleştirdikleri taraftarları ve provokatörlerin kışkırtması ile Kıbrıslı Türkler bu izolasyonlardan ve ambargolardan bıkacak ve KKTC’yi lav ederek Rumların egemenliği altına girmeyi kabul edecekler.
Anastasiadis müzakerelerin sonucunda “Dört Özgürlüğün” yani Rumların adanın istedikleri yerine yerleşebileceği, iş kurabileceği, dolaşabileceği ve mal alıp-satabileceğinin daha ilk günden derhal başlayacağını Kıbrıslı Türklerin kabul edeceği beklentisi içinde. Bunu da Kıbrıs Rum halkına çekinmeden her açılışta, her törende daha doğrusu her fırsatta dile getiriyor ama hayal ektiğinin farkında bile değil maalesef.
İşin ilginç ve garip tarafı hiçbir Rum düşünür ve siyaset bilimcinin bu eşiğin, 2004 yılında yapılan Referandumda çıkan sonuçtan sonra üzerinden atlanıldığını hala daha farkında olmaması. Kıbrıslı Türklerin bir kısmı o dönemde “Kıbrıs sorunu yeter ki çözülsün de biz gene göçmen olmaya, elimizdeki toprakları, işyerlerini ve evlerimizi Rum’a iade etmeğe hazırız” derken günümüzde bunu diyen bir tek Kıbrıslı Türk yok artık.
Rumlar arasında bazı deneyimli kişiler müzakerelerin nereye doğru gittiğinin ve sonucunun ne olacağının farkına yeni yeni varmaya başladılar. Bunların arasında yer alan Kıbrıs Rum Yönetiminde bir zamanlar Bakanlık yapmış olan eski Planlama ve İnşaat Dairesi Müdürü Yakovus Aristidu’nun bir müddet evvel Rum halkına yönelik yayınladığı önerisi çok ilginç gerçekten. Önerisinde Aristidu özetle “Mülkiyet işi Arap saçına döndü. Kıbrıslı Rumlar KKTC’de emlak işi yapan şirketlerle temasa geçip, en azından bir zamanlar sahibi oldukları malların inkişaf edilmesine ortak olması daha olumlu sonuçlar verecektir” tavsiyesinde bulunmakta.
İşin garip tarafı bu önerisini de 1977 yılında rahmetlik Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş ile Makarios arasında gerçekleştirilen Birinci Doruk anlaşmasına dayandırmakta Aristidu. “Mal mübadelesinden söz eden Denktaş’la keşke daha işin başında anlaşsaydık” diyerek Kıbrıslı Rumlara “Kıbrıs Rum Yönetiminin tüm karşı çıkmasına ve yasalarla önlemeye çalışmasına rağmen, Kıbrıslı Türklerle temas kurun ve KKTC sınırları içindeki taşınmaz mallarınızı, Kıbrıslı Türklerin Güney Kıbrıs sınırları içinde bıraktığı taşınmaz mallarla takas ediniz” tavsiyesinde bulunmakta…..
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
19 Eylül 2016
İkinci doktoramı yaptığım “Uluslararası İlişkiler” dalındaki asıl uzmanlık sahalarımdan bir tanesi de Kıbrıslı Rumların ne düşündükleri, ne istedikleri, okullarında nasıl bir eğitim aldıkları, Kıbrıslı Rumların düşünce tarzı ve bunlardan oluşan Kıbrıs Rum Politikası ile siyasi hayatıdır. Zaten yıllardın getirdiği deneyim ile Kıbrıslı Rumların kafa yapılarını, hayal güçlerini ve ideallerini en az Rumlar kadar iyi biliyorum.
Kıbrıs Rum halkı müzakerelerin gidişatından memnun değil. Kıbrıs Rum halkının ikinci beyni olan Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi ise hiç memnun değil. Birkaç gün evvel Başpiskopos Hrisostomos acilen Sen Sinod Meclisini topladı ve gerekçeleri ile birlikte müzakereler sonrasında yapılacak referandumda “Hayır” oyu kullanılması kararını verdi.
Sen Sinod Meclisinin gerekçesi kendilerine göre çok doğru ve geçerli ama bana biraz ilginç, biraz da paranoyak geldi. Metropolitlerin hemfikir oldukları gerekçe bana Nasreddin Hoca’nın “Borcunu ödemek için yol kenarına dikenli çalı ekmesi” hikayesini hatırlattı.
Başpiskopos’un ve Metropolitlerin oy birliği ile hem fikir oldukları gerekçe basitçe ve özet olarak, müzakereleri yürüten Rum Lider Anastasiadis Türklere çok fazla taviz vermiş. Müzakereler sonrasında Kıbrıs’ta yaşayan her iki halkın yapılacak referandumda oylarının “Evet” olması durumunda kurulacak yeni Federal Devletin bir ayağını oluşturacak olan, -Rumların müzakerelerin ana dili olan İngilizcede kullanılan “State” kelimesini İngilizceden Rumcaya çevirisinde algıladıkları şekli ile- “Kıbrıs Türk Eyaleti”, Türklerin algıladıkları şekli ile “Kıbrıs Türk Devleti”, statü olarak “Kıbrıs Rum Devleti/Eyaleti” ile eşit haklara sahip olacağından, bu gelişme Türkiye’nin ebediyen Kıbrıs adasına yerleşmesi demek olacakmış. Bu nedenle de Kıbrıslı Rumları yapılacak referandumda “Hayır” oyu kullanmalı ve Türkiye’yi adadan uzak tutmalıymışlar.
Müzakereleri yürüten Kıbrıslı Rum lider Anastasiadis’e sadece Kıbrıs Ortodoks Kilisesi karşı çıksa ve taviz vermekle suçlasa neyse de, DISY dışında Kıbrıs Rum Meclisinde yer alan 7 parti de şu veya bu gerekçelerle Anastasiadis’e ve müzakerelerin gidişatına karşılar. Rum Meclis Başkanı Sizopulos, müzakere tutanaklarının tümümün kendisine verilmemesinden şikayetçi. Nasıl olsa iş Referanduma kadar giderse “Ne olup bittiğini işte o vakit okuyup son kararımızı ondan sonra vereceğiz” diyor ve “Türkler bizimle birlikte eşit haklara sahip olacaklarsa Hayır oyu kullanacağız” demekte.
Mecliste, DISY dışında geri kalan 7 siyasi partinin arasında en ılımlıları ve dünya üzerinde halen bu görüşü savunan birkaç Komünist partiden bir tanesi olan AKEL bile “Birleşik Kıbrıs” mantığını savunmasına rağmen halen tereddütte. Müzakereleri destekleyelim mi yoksa sabote mi edelim çelişkisi içinde gidip geliyor.
Rum halkı yıllardır siyasi liderleri tarafından “Tüm göçmenler evlerine geri dönecek” hayali ve vaadi ile kandırılmış. Günümüzde bu tanım “100 bin Rum iade edilecek topraklara geri dönecek, 60 bin Rum da Türk Eyaleti içindeki evlerine geri dönüp orada yaşayacak” oldu.
Olmasına oldu da, KKTC toprakları içinde ev almış, arsa alıp içinde ev yapmış, tarla alıp arsaya dönüştürmüş ve sonra da içine yollar yapıp konutlar inşa etmiş, dükkan alıp hayatını onun üstüne kurmuş, apartmanlar yapıp içine yerleşmiş ve bir kısmını da satmış, benzeri 1974 sonrasında şu veya bu şekilde mülk alıp geliştirmiş kişiler bunları geri vermek, bir daha göçmen olmak ve de hayatlarını yeni baştan kurarak sıfırdan başlamak istemiyorlar…
Gerçekte Kıbrıs sorunundaki çözüm, 1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşmasından sonra Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan ve başarı ile uygulanmış olan “Mal Mübadelesinde” yatmaktadır. Rumlar son dakika “Biz tanınmış devletiz, Türkler tanınmamış devlettir. Biz onlarında yer alacağı 5’li bir konferansa katılmayız” diyerek caymazlarsa, Ekim ayında yapılacağı planlanan “5’li Konferans”ta bence sadece “Mal mübadelesi” konuşulmalı ve mutabakat olana kadar da sürmeli konferans…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
16 Eylül 2016
Dün, KKTC Meclisinde halen milletvekilliği görevini sürdüren ve uzun bir dönem de Bakanlık yapmış olan, Bakanlık döneminde de özellikle Türkiye’den adamıza yıllar önce gelmiş, burayı vatan yapmış, çocukları burada doğmuş kişilerin vatandaş olmasına engel olmak için elden geleni ardına koymamış bir siyasinin, mevcut hükümeti eleştirmeye çalışırken hiç fark etmeden açığa vurduğu itiraflarını okudum yerel gazetelerimizde.
Aklınca bu siyasi, vatandaşlık konusunda mevcut hükümeti eleştiriyor ve özetle “UBP-DP hükümetinin Anayasa’ya aykırı şekilde kanun gücünde kararnamelerle Meclis’i by-pass ederek ülkeyi yönettiğini” iddia ediyor ve “muhaceret affının çıkarılarak kaos yaratıldığını” savunuyor.
Rumlar Kıbrıs sorununa çözüm bulmak için sürdürülen müzakerelerde, Türk tarafına kurulacak devlette 4 Rum’a karşın 1 Türk olacağını kabul ettirmeye çalışırken ve bizleri üstü kapalı olarak “Azınlık sınıfı”na sokmaya uğraşırken, yıllarca vatandaşlıklar verilmesine mani oldukları ve bu nedenle de KKTC’nin artamayan nüfusu nedeni ile artık adada “Azınlık” statüsüne indirgendiğimizi kulak ardı etmişe benziyor bu siyasimiz ve mensubu olduğu siyasi parti. Yıllarca ektikleri “Türkiye düşmanlığı” ve “Türkiye’den gelenleri kötülemek, devlet dairelerinde işlerinin yapılmamasını sağlamak” prensibi maalesef iyice kök salmış durumda ülkemizde.
Ekonomimizin gelişmesi, yerel şirketlerimizin güçlenmesi, ülke içinde dönen paranın artması, mükellef askerlik süresinin kısalması ve Rumlara karşı askeri gücümüzün artması ve de Rumlarla adada aynı nüfusa sahip olursak müzakere masasında elimizin daha da güçlü olacağını göz ardı ederek dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinin vatandaş olmak kriterlerine uymayan, çağ dışı bir vatandaşlık yasası geçirmeye çalışmalarının zararlarını şimdi fazlası ile görmekteyiz. Rumların çoğunluk, Türklerin azınlık olarak yer alacağı yeni bir devletin kurulması için sürdürülen müzakerelerde nüfus yapısının 4 Rum’a 1 Türk’ün olacağı uygulaması, ülkemizde zaman zaman iktidarı ele geçiren ve KKTC’yi silip atmak için elden geleni yapan bu hastalıklı beyinlerin ürünü maalesef.
4 yaşındayken adamıza gelen, KKTC vatandaşı biriyle evli olan annesiyle burada yaşayan, saygın bir meslek sahibi olan annesi KKTC vatandaşı olmasına rağmen aradan geçen 10 yılda binbir bahane ile bu çocuğun vatandaş yapılmasına mani olacak uygulamalar üretmek hep bu hastalıklı beyinlerin marifeti. Okula burada başlayan ve yurtdışında hiçbir bağı olmayan bu çocuk otomatikman vatandaş yapılmadığı için Bakanlar Kurulu devreye giriyor. Burada da eleştiri hazır: “Reşit olmayan kişiye Bakanlar Kurulunda vatandaşlık verilemez!” Bu çocuğa vatandaşlık vermemenin kendi ayıpları olduğunu umursamadan bu lafı edebiliyorlar.
ABD’de 500 bin Dolar yatırım yapana önce ikamet, sonra da vatandaşlık verilirken, Rum tarafı adeta vatandaşlıkları para karşılığı satarken, bizim ülkemizde neredeyse 500 Milyon Dolar yatırım yapmış kişiyi ve çocuklarını vatandaş yapmamak için bu hastalıklı beyinler ellerinden geleni ardlarına hiç koymadılar, ta ki usandırıp kaçırtana dek. Herkes ülkesine yatırımcı gelsin diye binbir takla atarken, bizim siyasiler yatırımcıları kaçırtmak için yeni yeni formüller ürettiler yıllarca.
Söz konusu siyasi bakın vatandaşlıkların kapısını açtığı için hükümeti eleştirmeye çalıştığı açıklamasını hangi cümleler ile bitirmiş. Ki bu açıklama vatandaşlıklara niye karşı olduklarını açıklıyor: “Kıbrıs Sorunu konusunda devam eden müzakerelerde yılsonuna kadar olumlu bir takvim çıkma ihtimaline karşı hükümet alelacele çıkıntılık yapmaya başladı. Maalesef oluşması muhtemel çözümle ilgili zemine ‘hayır hareketini’ canlandırmak, organize etmek için kendi içlerinde telaşa düştüler ve neredeyse bu bir yarışa dönüştü. Sayın Serdar Denktaş, Sayın Tahsin Ertuğruloğlu, Sayın Hüseyin Özgürgün sürekli bunu körüklüyor. ‘Hayır’cılara zemin oluşturmaya çalışıyorlar ama Kıbrıs konusunda gelinen noktada Kıbrıs Türk halkı günü geldiğinde üzerine düşeni yapacak ve sorunun çözümlenmesi için gerekli adımı atacaktır.” İşte yazımın başında belirttiğim itiraf da burada, bu cümle içinde saklı.
Söz konusu siyasi ve aynı çatı altında toplandıkları siyasi partinin bir tek hedefi var. KKTC’yi yaşatmamak, Rumların egemen olacağı, bizlerin de içinde azınlık haklarına sahip olacağımız yeni bir devletin kurulmasını sağlamak, Türkiye ile ipleri koparmak, Türkiye’den gelip bu adayı vatan kabul etmiş kardeşlerimizi geri göndermek ve Türk Ordusunun adayı terk etmesini sağlamak için vatandaşlıkları yasaklamak ve olası bir referandumda Kıbrıs Türkleri tarafından “Evet” oyunu çıkarttırmak. Rumların Megali İdeasına (Büyük ülkü) benzer büyük bir hayal bu sadece. Zamanı gelince hep birlikte göreceğiz hayal olup olmadığını.
KKTC’deki “Linobambaki”ler bunu alkışlar ve destekler ama günü geldiğinde “Türk Tarihi”nin bunu başka türlü yorumlayıp yazacağı kesin….
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
12 Eylül 2016
NOT: Linobambaki, Kıbrıs’a özgü bir grup insana verilen tanımlamadır. Osmanlı döneminde vergi memuru geldiğinde vergi vermemek için Müslüman olduğunu iddia eden, Askere alım memuru kapıyı çaldığı vakit de askere gitmemek için Hristiyan olduğunu iddia eden kişileri tanımlamaktadır.
Son birkaç haftadır Kıbrıs’ta 60 sene evvel yayınlamış gazeteleri didik didik araştırıyorum çok önem verdiğim bir konuda tarihi gerçekleri içeren bir kitap yazmak için. Bu tozlu sayfaların içlerinde binlerce ilginç olay ve konu yatıyor. Geçmiş gazeteleri taradıkça bilmediğim olayları öğreniyorum, öğretilenlerin doğruluğunu sorguluyorum ve olaylara sadece bugünün gözüyle değil, geçmişi de katarak bakmak gerektiğini anlıyorum.
Örneğin 1959 yılında dönemin Kıbrıs Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Makarios, adanın Yunanistan’a bağlanması ülküsünü, Rumca tabirle Megali İdea’yı gerçekleştirmek için EOKA terör örgütünü kurduktan sonra Kıbrıs Rum halkı içindeki solcuları ve komünistleri bünyesinde toplayan AKEL’e karşı bugünün ELAM’ına benzer EDAM adlı bir de siyasi parti kurmuş ve tüm sağcıları ve milliyetçileri bu partinin çatısı altında toplayarak örgütlemiş, silahlandırmış ve sokağa salmış. EOKA’nın sivil şubesi de diyebiliriz buna.
Dikkatimi çeken bir başka konu ise küçükbaşlıklar halinde ön sayfalarda yer alan Ortadoğu ile ilgili yaşananlar, gelişmeler, isyanlar, darbeler ve bunlarla ilgili haberler. Zaten ilk işim de her gördüğüm farklı haberi, bilgileri ve resimleri kolayca düzenli ve bulunabilir şekilde arşivleyebilmek için harici bir hard disk almak oldu. Kıbrıs Rum tarafında ve Kıbrıs Türk tarafında o dönemde yaşananlar ile Türkiye, Ortadoğu, Amerika ve İngiltere’de yaşanan tüm siyasi olaylar için birer ana başlık altında yıllara, aylara ve günlere bölünmüş dosyalar açtım ve arşivlemeye başladım. Tabii, binlerce tozlu sayfadan oluşan bu tarih hazinesi içine balıklama dalınca her konuda bana ilginç gelen ve öğrenmemin şart olduğunu düşündüğüm bilgiler ve resimler su gibi de akmaya başladı bu dosyaların içine.
Bir başka haber ise Amerika Birleşik devletlerinin, aynen günümüzde olduğu gibi Ortadoğu’yu 1950’li yıllarda da tavuk ayağı gibi karıştırdığı, istediği ülkelerde darbeler organize ettiği, iktidarlar yıkıp, yeni ve yandaş iktidarlar oluşturduğu haberleri. Reuters’in 16 Ağustos 1957 tarihli sirkülerine göre; ABD, Suriye’de bir evvelki Cumhurbaşkanı Edip Çiçekliyi tekrar başa getirmek için darbe teşebbüsünde bulunmuş. Darbe başarısız olunca Suriye hükümeti Amerikalı görevlileri sınır dışı etmiş.
Dikkatimi çeken bir başka önemli konu da, o yıllarda Türkiye’nin bütün ekonomik sıkıntılarına rağmen, bölgedeki çatışmalardan kaçan Kürt’lere kapılarını açmış olması. Günümüzde sanki de tarih yeni baştan tekerrür etmiş ve bugünlerde yaşadıklarımız aynen 1950’li yıllarda da yaşanmış.
Reuters’in 27 Nisan 1959 tarihli sirkülerine göre “Irak halkı Kasım rejimini beğenmedikleri için yer yer ayaklanmışlar ve yer yer Hükümet kuvvetleri ile çarpışmaya başlamışlar. Yezidi kabilesi komando birlikleri ile birleşmiş ve Hükümet kuvvetlerine saldırarak geri püskürtmüşler. Bağdat’taki General kasım hükümeti de bu mevzuda hiçbir açıklama yapmamış. Musul’un kuzeyinde başlayan bu ayaklanma gittikçe genişlemiş ve yayılmış.”
Asıl önemlim olan haber ise 1 Mayıs 1959 tarihli Reuters sirkülerinde yer alıyor. Iraklı Kürtler hükümet kuvvetlerinin kendilerine saldırması ve katliamların başlaması ile Türkiye sınırına akın ediyorlar. Dönemin Adnan Menderes hükümeti tüm bu Kürtlere ayırım yapmaksızın kucak açıyor.
Habere göre, sadece bir günde başta Linanm Kabilesi olmak üzere 80 Kürt kabilesi topluca hududu geçmiş ve Türkiye’ye sığınmışlar. Önce bu sığınmacılar Başkale’ye kabul edilmişler, yedirilmişler, içirilmişler sonra da Van’a katırlarla nakledilmişler. Kızılay 500 adet çadır, yiyecek, içecek ve giysi göndermiş ve oradan da Hakkari’ye nakledilmiş Kürt sığınmacılar. Türkiye’ye can korkusu ile kaçan ve Türkiye’de huzuru bulan sadece bu sığınmacı grubun toplam sayısının 3 bin olduğu farz edilirse, aradan geçen 60 yıl içinde yetişen 4 kuşak sadece kendi aralarında evlenmiş olsalar bile, aile başı 8 nüfusla bugünkü nüfuslarının ölenlerle ve doğanlarla yaklaşık 3 buçuk milyon olduğu matematiksel olarak ortaya çıkmakta.
Ortadoğu’da Türkiye sınırları dışında yaşayan ve kapısını çalan insanlara hiçbir ırk, din, dil, mezhep ayırımı yapmadan kapısını açan bir ülkeye karşı, Güney Doğu Anadolu’da estirilmek istenen terörü hiçbir zaman Türkiye hak etmiyor. Türkiye olmasaydı, Türkiye zor günlerinde Kürtlere kapılarını açmasaydı bu gün bu nüfus Türkiye’de yaşıyor olmazdı, hatta büyük bir kısmı hayatta bile olmazdı…
Bir başka bulgu şu ki; Batılı devletler tavukayağı gibi bölgeyi karıştırmasalardı, günümüzde Ortadoğu ateşler içinde olmaz, yıkıntılar içinde yaşamaya çabalamazdı….
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
9 Eylül 2016