14 Ağustos tarihinde Rusya Federasyonunun Su-34 ve Tu-22M3 bombardıman uçaklarının İran’ın Hamedan Hava Üssü’nden havalanıp Suriye’deki IŞİD ve El Nusra militanlarının Halep, Deyrizor ve İdlib’te konuşlandıkları stratejik yerleri bombalaması ve bu harekatta cephanelikler, eğitim kampları ve üç ayrı komuta merkezinin imha edilmesi, benim değerlendirmelerime göre, bölgedeki farklı politik bir gelişmenin habercisi.
Bu olay Rusya ile İran arasındaki yeni bir askeri uzlaşmayı ve Rusya’nın Suriye’de Beşar Esad rejimine yönelik verdikleri desteği gözler önüne seriyor. Belli ki Rusya ve İran’ın Ortadoğu’daki işbirliği bu yeni gelişme ile farklı bir boyuta taşınmanın eşiğinde. İşin içinde Türkiye-Rusya ilişkilerinin düzelmesi de var. Rusya belli ki Ortadoğu’ya yeni bir strateji ile yaklaşıyor ve yeni bir politika uygulayacak.
Gerçekte İran’ın niçin Hamedan Hava Üssünü Rus silahlı kuvvetlerine açtığını merak ettim ve araştırmaya başladım. İlk durağım Al-Masdar haber sitesi oldu sonra da İran’daki iktidar ve muhalif medya kuruluşları. Olayın arkasındaki gerçekler farklı. Kazıyınca ortaya çıkıyor hemen.
İran ekonomisi, 16 Ocak 1979 tarihinde gerçekleşen, Farsçada “Engelābe Eslāmi” olarak tanımlanan, Türkçeye çevirisi “İslam İnkilabı” olan devrimden sonra geçen 37 yıl boyunca Batı dünyasından gördüğü kasti baskılar ve yaptırımlar yüzünden hep güdük kaldı. Şah’ın ülke dışına gönderilişini ve İran’ın Batılıların mandasından çıkarılarak İslami bir devlet haline getirilmesini bir türlü hazmedemeyen Batılı devletler, her zaman ve her koşulda İran’a karşı üstü kapalı müeyyideler ve yaptırımlar uygulamaktan hiç çekinmediler.
2006 yılında İran’ın nükleer faaliyetlerini içeren dosya ilk olarak BM Güvenlik Konseyi’ne götürüldü ve BM üyesi ülkelerin oylamasıyla da bu ülkeye uygulanan ambargolar tanındı. BM’de ambargoların süresi 4 kez uzatıldı.
2010 yılına değin adı konmamış bir şekilde İran’ın ihracatının sınırlandırılması, batılı şirketlerin İran petrol ve doğal gaz sektörüne yatırım yapmalarının engellenmesi, İran’ın uluslararası ticari ortaklarla iş yapmasının kısıtlanması ve İran bankalarının kara listeye alınması şeklinde İran’a yaptırımlar uygulandı. 2010 yılından sonra da İran’ın nükleer santral kurma isteği çarpıtılarak daha ağır bir yaptırım, dışlama, izolasyon ve ambargolarla İran’ın boğazı sıkılmaya başlandı. Hedef her ne kadar Batı basınınca İran’ın nükleer teknoloji elde etmesini önlemek için ambargoların ve yaptırımların konduğu şeklinde gösterildiyse de, gerçek aslında İran’da 1979 yılında işbaşına gelen Humeyni’nin hayata geçirdiği İran İslam Devletini yıkmak ve gene Batı güdümünde ve Batı’ya körü körüne bağlı bir rejimi iş başına getirmek.
İran ile Birleşmiş Milletler’in (BM) beş daimi üyesi ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın oluşturduğu 5+1 ülkeleri arasında yürütülen müzakerelerde anlaşma sağlandığı açıklanınca 2016 yılının Ocak ayında tüm yaptırımlar, ambargolar ve izolasyonlar “güya” kaldırıldı. Avrupa Birliği (AB) İran’a petrol, ticaret, sigorta, bankacılık, deniz taşımacılığı gibi alanlardaki ambargoyu kaldırdığını açıkladı ama hepsi hikaye. Tam bir “Batı yakası hikayesi.”
İran’a ambargolar, yaptırımlar ve izolasyonlar aynen devam ediyor. İhracatı halen kısıtlı, Batı bankalarındaki paraları serbest bırakılmış değil. Yaptığı ihracatların parası halen İran’a ulaşmış değil. İran bankaları halen daha küresel sistemin dışında. ABD ise İran’ın ABD bankalarında bulunan 2 Milyar dolarına, 11 Eylül 2001 tarihinde New York’taki İkiz Kuleler saldırısında parmağı olduğu iddiası ile el koymuş durumda. Ortada İran’ı mahkum edecek ne bir belge var, ne mahkeme kararı ne de ispatlayıcı bir doküman.
Batı, İran’a karşı uyguladığı haksız yaptırımlar ve de kendisinin verdiği sözleri tutmaması nedeni ile İran’ı Rusya’nın kucağına kendisi zorla iteklemiş. Sıra bunun cezasını çekmeye geldi şimdi.
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
19 Ağustos 2016
Rusya devlet başkanı Vladimir Putin içinde Türkiye’nin de yer aldığı Kafkaslarda ve Orta Doğu’da, geçmişteki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin özellikle 1945’den sonra uyguladığı politikalara nispeten bölgeye çok farklı yaklaşıyor ve farklı bir politika uyguluyor.
Bu politika değişikliğinin arkasında büyük bir olasılıkla Putin’in KGB’de harcadığı yıllar ve edindiği küresel bilgiler yatmakta.
Geçen hafta Rusya’ya bir çalışma ziyareti için giden Ermenistan Cumhurbaşkanı Serge Sarkisyan, 10 Ağustos günü Rusya Başkanı Putin ile bir görüşme yaptı. Bu görüşmedeki konuşmalar, anlaşmalar ve serzenişler gerçekten ilginç boyutlarda.
Ermenistan, Rusya’nın Kafkaslardaki en güvenilir müttefiki ve stratejik ortağı, tabirle iyilerin en iyisi olan ortağı. Her ikisi birlikte “Avrasya Birliği” ve “Bağımsız Devletlerin Ortak Refah Topluluğu” için bayağı çalışıyorlar. Bu ziyarette Putin, 2008 yılında iktidara gelen ve bu süre içinde kendisi ile dostluğunu iyice geliştiren meslektaşı Sarkisyan’ı el üstünde tutup, üst düzeyde ağırlamaya çok özen gösterdi. Rusya’nın silah envanteri içinde bulunan bir çok silaha ilaveten sofistike silahları da vermeye devam edeceğini söylerken Ermenistan’ın can düşmanı olan Azerbaycan’a da silah satmaya devam edeceğini belirtmesi Sarkisyan’ı düş kırıklığına uğrattı.
Ermenistan’ın serzenişleri asıl bu cümleden sonra Serkisyan’ın ağzından dökülmeye başladı. Sarkisyan, Ermenistan halkının, Rusya’nın çok sofistike olan ve bir çoğu da Ermenistan’ın elinde olanlardan çok daha gelişmiş havadan-havaya ve karadan-havaya füzeleri Azerbaycan’a satmasından dolayı Rusya’ya karşı çok büyük öfke duyduğunu belirtti. Ermenistan’daki muhalefet partilerine bağlı siyasiler de Putin’i, Azerbaycan’a sürekli olarak silah satışı yapması nedeni ile Rusya-Ermenistan ilişkilerini tehlikeye sokmakla suçladılar.
Her ne kadar Azerbaycan 25 yıl önce bağımsızlığını ilan edip Rusya’dan kopmuş gözükse de Rusya ile bağları halen çok güçlü bir şekilde devam ediyor. NATO üyesi olmaması nedeni ile Rusya’dan silah alabilirken, Azerbaycan milletvekillerinin Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyesi olmaları nedeni ile de Batı ile ilişkilerini üst düzeyde sürdürüyor.
Putin ve Rus yetkililer, Ermenilerin bu suçlamalarını kabul etmeyip, büyük bir pişkinlikle Ermenistan ile daha evvel üzerinde mutabakata varılan program çerçevesinde işbirliği yapmaya devam ettiklerini, uluslararası silah pazarının kurallarına göre davrandıklarını, Ermenistan’ı desteklemekten hiçbir zaman vazgeçmediklerini ve asla da bu bağları zayıflatmak niyetinde olmadıklarını belirterek konunun ciddiyet düzeyini aşağıya çekmeye çalıştılar.
Ermenistan ile yapılmış olan anlaşmaya körü körüne sadık kalacağını belirten Putin, Azerbaycan’ın petrol ihraç eden bir ülke olduğunu, hazinesinde büyük miktarlarda altın rezervi ile nakit olarak ABD Doları bulunduğunu, Azerbaycan hükümetinin nereden isterse oradan silah alabileceğini belirterek, Ermenistan ile olan dostluklarının, stratejik ortaklığın ve güvenilir müttefikliğin, ticaret ile karıştırılmaması gerektiğini vurgulayarak Serkisyan’ı yatıştırmaya, Ermenistan halkının da gönlünü almaya çalıştı.
İşte küresel politikada ve uluslararası ilişkilerde, dostluklar, stratejik ortaklıklar ve müttefiklik böyle bir şey. Önce ulusal çıkarlar, sonra da dostluk, ortaklık ve müttefiklik geliyor. Ulusal çıkarlar gerektiriyorsa, dostluklar, ortaklıklar ve müttefikler bir çırpıda elin tersiyle silinip bir kenara atılabiliyor.
İşte Türkiye’nin yapması gereken de bu. Kendine yeterli olmak ve dostlarını, ortaklarını ve müttefiklerini iyi tanımak ve seçilmek yerine kendisi seçecek konuma gelmek…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
17 Ağustos 2016
24 Kasım 2016 tarihinde Türkiye-Suriye sınırında hava sahası ihlali yaptığı gerekçesiyle bir Rus uçağının düşürülmesinden bu yana kopan Türkiye-Rusya ilişkileri, Türkiye’nin akılcı bir atağı sonucunda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında bu hafta gerçekleşen görüşmeden sonra hedefi ve içeriği geçmiştekinden çok daha farklı yeni bir kulvara girdi.
Konuların başında enerji, politik işbirliği, ekonomik işbirliği, nükleer teknoloji, savunma sanayinde işbirliği ve Suriye konusunda kurulan mekanizma yer alıyor. Her bir konu başlığı bir diğerinden daha önemli.
15 Temmuz darbe girişimine İncirlik Hava Üssünün de müdahil olması, Suriye’ye yönelik bazı gruplara karşı yapılacak müdahalelerde Türkiye-Rusya işbirliğinin kapısını açtı. Gerçekte Türkiye’nin ve Rusya’nın Suriye politikalarına bakılırsa üst üste örtüşen konu Suriye içinde kanton ya da başka devletin kurulmasına her ikisinin de karşı olması, uyuşmayan görüşleri ise Esad’lı bir geçiş dönemi. Rusya Esad’ın başında olacağı yeni bir hükümet ile sınırlı bir zaman dilimi içinde geçiş dönemi isterken, Türkiye geçiş döneminin Esad’sız olmasını istiyor. Politikanın hiçbir somut kuralı bulunmayan bir al-ver sanatı olmasından dolayı, Türkiye ile Rusya’nın bu aşamadan sonra Suriye konusunda ortak bir noktada buluşacakları kesin. Kesin olan bir başka konu da, Suriye’ye birlikte askeri, siyasi ve ekonomik müdahalede bulunacakları. Türk ve Rus savaş uçaklarını yan yana ortak bir harekatta görmek kimseyi, özellikle de Batıyı şaşırtmamalı bundan sonra. Bu paralelde Rusya’nın PKK ve PYD konusundaki tavırları değişikliğe uğrarken, Türkiye de Suriye’deki cihatçı gruplarla olan ilişkisini gözden geçirecek.
Savunma Sanayiinde, Türkiye 3 yıl önce 2013 yılında açtığı füze savunma sistemi ihalesini Çin kazanmıştı. İhaleye göre Çin ve Türkiye ortak üretim yapacaktı. NATO ve ABD hemen itiraz ettiler. Gerçekte Türkiye o ihale ile Batı’ya bir mesaj vermiş, kendileri ile birlikte savunma füzeleri üretmek istediğini ortaya koymuştu. Yıllardır Türkiye’yi sömürülecek bir devlet olarak gören Batı, hiçbir zaman Türkiye’ye kendi savunma sistemini kurmasına ve üretim yapmasına sıcak bakmadı ve savunma teknolojisinin ana unsurlarını vermek istemedi. Bu nedenle de Türkiye’nin bu isteğini görmezlikten gelmeyi, daha doğrusu halk tabiri ile “aptalı oynamayı” tercih etti yıllarca. Şimdi gündemde Rusya ile savunma sanayiini geliştirme ve uzun menzilli füze savunma sistemleri gibi kritik projelerde Rusya ile işbirliği var.
Türkiye ve Rusya bölgenin en güçlü iki ülkesi. Birbirleri ile dayanışma ve fikir birliği içinde olmadan her ikisinin de münferit olarak çok fazla bir şey yapmaları mümkün değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Rusya Başkanı Putin bu gerçeğin farkındalar. Bu nedenle de 10 Ağustos günü gerçekleşen St. Petersburg zirvesi bölgenin geleceği ve Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde durmak çabaları açısından çok önemli. Yıllardır Türkiye’nin gelişmesini önlemek için her tür tuzağı kuran, düzenbazlığı yapan, zamanı geldiğinde enflasyonu tetikleyen, Kıbrıslı Türkleri yok olmaktan kurtardığı için silah ambargosu uygulayan, ekonomisi gelişmesin diye PKK belasını yaratan ve halen besleyen, teknolojik işbirliği yapmayıp sömürmeyi tercih eden, kalkınmaması için her tür sorunu yaratan ve Türkiye hükümetlerinin kendisine karlı tutumu işine gelmediği zaman darbeler planlamaktan ve düzenlemekten çekinmeyen Batı’ya şimdi Türkiye “Ben artık yıllardır gelişmemesi için elden geleni yaptığınız ve çelimsiz addettiğiniz Türkiye değilim” diyor…
Tabii anlayana. Anlamayana zamanı gelince anlatırlar….
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
17 Ağustos 2016
Beyniyle değil, hezeyanlarıyla, kompleksleriyle ve de kalbiyle düşünen bazı kişiler maalesef belli ki, KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’yı yanlış yönlendirmekte.
Akıncı’nın yanındaki -daha Meclise girdiği ilk günden beri şovlarıyla gündeme gelen- bir milletvekili, devletin işleyiş kurallarını bilmeden ve öğrenmek lütfunda bile bulunmadan Meclise sunduğu tamamen popülist yasa önerisinin reddedilmesinden ders almamış olmalı ki, KKTC ile Türkiye hükümetlerinin karşılıklı imzaladığı Uluslararası bir anlaşmanın yürürlüğe girmemesi için elden geleni yapmış. Gençleri ayaklandırmış, anlaşmanın Cumhurbaşkanı kanalı ile Anayasa Mahkemesine gönderilmesine katkı koymuş, Mahkemeden çıkan kararı da “Zafer olarak” niteleyerek basına, yanındaki kişiler ile sarmaş dolaş olarak başarı resimleri vermiş. Ne yaptığının, bu ülkeye nasıl bir zarar verdiğinin farkında bile değil maalesef…
Cumhurbaşkanı Akıncı’nın yanındaki bir başka akıl hocası ise, söz konusu “TC Hükümeti ve KKTC Hükümeti Arasında Gençlik ve Spor Bakanlığı Yurtdışı Koordinasyon Ofisinin Kurulması ve Faaliyetlerine İlişkin Anlaşma”yı öyle bir anlatmış, öylesine tuzaklarla dolu olduğunu söylemiş ki, Cumhurbaşkanı Akıncı yaptığının yanlış olduğunu bile bile konuyu Anayasa Mahkemesine taşımış. Hukukçusu da çanak tutmuş bu sürece maalesef. Ya iyi bir hukukçu değildi, uluslararası anlaşmaların Anayasa Mahkemesine götürülemeyeceğini bilmiyordu, ya da aklı yerine siyasi duygularla hareket etti ve Akıncı’yı olumsuz yönde etkiledi.
Bir başka akıl hocası ise ne yaptı etti, Akıncı’yı müzakerelerin sonunda kurulması hedeflenen ve Anayasasında Türklere eşit ortaklık hakları veren 13 maddenin 1964 yılında sadece Rum Milletvekillerinin oyları ile yok edilerek hayata geçirilen Kıbrıs Rum Yönetiminin devamı olacak devletteki nüfus oranının, 4 Rum’a 1 Türk olmasına, 803 bin Rum’a karşın 220 bin Türk’ün vatandaş yapılmasına ve de bu yeni uyduruk devletin nüfusunun toplam olarak 1 milyon 23 bin kişi olmasına ikna etti. Amacı, günümüzde 320 bin olan nüfusumuzun içinden 1974 yılındaki Mutlu Barış Harekatından sonra ülkemize Türkiye’den gelen, yerleşen, iş kuran, evini-ocağını oluşturan, çocuğa-toruna kavuşan 100 bin kişiyi gerisin geriye Türkiye’ye göndertmek ve yerlerine Anastasiadis’in ağzına “geri dönecekler” diye sakız ettiği 100 bin Rum’un gelip yerleşmesini sağlamak.
Şimdi de Akıncı’yı “Garantiler” konusunda ve de Türkiye’nin etkin ve fiili garantisinin kaldırılması konusunda yanıltmaya çalışıyorlar. Garantiler ve Garantörlük konularını da Rumların istedikleri gibi Akıncı’ya imzalattıktan sonra sıra “Toprak tavizi” ve “Mülkiyet” konularına getirilecek, Kıbrıslı Türklerin 42 yıldan beri elinde bulunan, yaşamlarını ve geçimlerini üzerine inşa ettikleri evlerinin, iş yerlerinin ve topraklarının alınmasının ve Rumlara verilmesi için uğraş verilecek, her yol denenecek. Denenecek olan yollardan en güçlüsü de, müzakereleri sürdüren başkanlar anlaşmayı imzalamasından sonra her iki tarafta yaşayan Kıbrıs Rum ve Türk halkının onayına, diğer adıyla referanduma sunmadan anlaşmayı uygulamaya koymak olacak. Burada da yazık ki, kendi kazdıkları kuyuya düşecekler zira Koordinasyon Ofisi kararı emsal olacak. Yani, Rumlarla yapılacak herhangi bir anlaşma “uluslararası anlaşma” sayılacağı için Anayasa Mahkemesi’nden görüş alınabilmesinin yolu açılacak. Anayasa Mahkemesi de doğal olarak bu anlaşmada birçok aykırılık bulacak. Özetle Anayasa Mahkemesi’nin kararına “mal bulmuş Mağribi” gibi atlayanlar, Midyat’a pirince giderken ellerindeki bulgurdan olacaklar.
***
Durum böyleyken bir vatandaş olarak Cumhurbaşkanımıza birkaç şey söylemek isterim; Sayın Akıncı, “Yurtdışı Koordinasyon Ofisi” konusunda size göz göre yanlış adım attıran kişiler ile yukarıda yazdıklarımı size tavsiye edenleri koyun kapının önüne ve sağduyu ile KKTC’nin çıkarları doğrultusunda hareket edin. Aklı yerine, bilgiyi esas almak yerine kalbiyle düşünüp içindeki “Türkiye nefretini” her gelişmeye bulaştırmaya çalışan kişilerin ne müzakere heyetinde ne de çevrenizde yer vermeyin, sizi yanılttıklarının farkına varın.
Zaten Kıbrıs Türk halkının, aramızdaki Rum çığırtkanlığı yapan zirzirolar bir kenara, büyük bir çoğunluğunun, Türkiye’nin etkin ve fiili garantisinin ve garantörlüğünün olmadığı, içinde iki bölgeliliğin, eşit temsiliyetin, eşit politik hakların yer almadığı ve de en önemlisi yerinden, yurdundan, evinden, malından olacağını öngören bir anlaşmaya “HAYIR” diyeceğini periyodik olarak yaptırdığınız kamuoyu yoklamalarından biliyor olmanız gerekmektedir.
“Yurtdışı Koordinasyon Ofisi” konusundaki fiyaskoyu, nüfus konusunda yediğimiz kazığı dikkate alarak size yakışan bir şekilde sürdürün müzakereleri Sayın Akıncı. Dünya tarihinde kan pahasına, gözyaşı pahasına 11 yıl verdiği ölüm kalım mücadelesinden sonra kurduğu devleti lağvedip, bir başka milletin boyunduruğu altına girmeyi tercih etmiş “yüz karası” bir toplum konumuna indergenmeyelim.
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
12 Ağustos 2016
7 Ağustos Pazar tarihli Kıbrıs Rum tarafında yayınlanan Politis gazetesini “Kıbrıs konusu”na ve “Kıbrıs Müzakereleri”ne ilgi duyan herkesin okumasını tavsiye ederim.
Müzakerelerin gidişatı ve üzerinde mutabakata varılan konular hakkında uzun bir yazı var. Konuya yakın ve içerikli olan Kıbrıslı Rum ve Türklerden almış yazdığı bilgileri.
Benim en çok hoşuma giden ve ilgimi çeken bölüm, Rum lider Anastasiadis’in gelinen aşamada “kendini çok iyi hissediyormuş ve geceleri de çok rahat uyuyormuş” içerikli olan kısım. Anastasiadis Türkçe deyimle “dört köşe halde”ymiş ve istediği tavizleri de tek tek alıyormuş.
Garantiler konusunda, Kıbrıs konusu ile ilgili – ve bence ilgisiz herkese ve- tüm taraflara mektup yazmış ve Garantileri kendisinin asla kabul etmeyeceğini, Kıbrıslı Rumların da Garantileri içeren bir çözüme kesinlikle “OXI” yani Hayır diyeceğini belirtmiş. Hem de altını kırmızı ile çizerek.
Anastasiadis’in değerlendirmesine göre Annan Planına kıyasla Rumların lehine çok kazanımlar olmuş, Türkler bu defa bonkör davranıp tavizler vermişler. Öncelikle “Dört Özgürlük”, yani Kıbrıslı Rumların ve Türklerin adada istedikleri yerde, herhangi bir kısıtlama olmadan yerleşmesi, dolaşması, iş kurması ve mülk edinmesi konusunda Türk lider Akıncı ile mutabakata varmışlar ve bunu kendisine kabul ettirmiş.
Kendini çok iyi hissetmesine neden olan ikinci önemli konu ise Kıbrıs Federal Birleşik Cumhuriyeti’nde veya da adı ne olacaksa, nüfus oranının 4 Rum’a 1 Türk olmasıymış. Net yüzdelikle nüfusun yüzde 78.50’si Rum, yüzde 21.50’si de Türk olacakmış. Rakamlarla da Kıbrıslı Rumların sayısı 803 bin, Kıbrıslı Türklerin de 220 bin, toplam nüfus da 1 milyon 23 bin olacakmış. Bu anlaşmanın içinde bir Türkün vatandaşlık alabilmesi için 4 Yunanlının da vatandaşlık alması gerektiği varmış ve de Akıncı ile bu konuda mutabakata varıp el sıkışmışlar.
Ve bundan daha önemlisi de, 1977 yılında rahmetlik Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş ile Makarios arasında varılan mutabakattan sonra oluşan ve 39 yıldır BM parametrelerinde yer alan “iki bölgeli, iki toplumlu, siyaseten eşit iki kurucu devletten oluşacak Federal devlet” kavramından uzaklaşıldığı, etnik açıdan iki ari, yani mülkiyetin ve nüfusun büyük çoğunluğunun o devleti oluşturan toplumdan olması değil, 1974 öncesi olduğu gibi ülkenin gerçekten yeniden birleştirilmesini, yani adanın tümü üzerinde Rum egemenliğini sağlamakmış.
İşte zurnanın zırt dediği yer de tam burası, deyimle 4 özgürlük, 4 Rum’a 1 Türk oranı ve 803 bin Rum’a karşın 220 bin Türk’ün olması ve adanın tümünün Rum egemenliği altına girmesi.
Resmi nüfusumuzun yaklaşık 320 bin civarında olmasına rağmen Cumhurbaşkanı Akıncı’nın nüfusun 220 bin kişi kalacağı konusunda mutabakata varmasının nedeni, Anastasiadis’in geri dönmesini şart koştuğu 100 bin Rum’a yer açılmasını sağlamak amaçlı maalesef. 100 bin KKTC vatandaşı gerisin geriye Türkiye’ye geri gitmeli ki, geri dönüşüne yeşil ışık yaktığı 100 bin Rum, bu geri dönecek kişilerin evine, iş terine, tarlasına yerleşsin. 100 bin Rum’un geri dönüşüne ilaveten 60 bin Rum da içimize gelip yerleşecekmiş. Politis gazetesindeki yazı aynen bunları dile getirmiş.
Politis’teki bu yazının içeriğinde müzakerelerde, üzerinde mutabakata varıldığını yazdığı çok konular var. Bunlar önem sırasına göre Birincil Hukuk, Avrupa Birliği, Güvenlik, Garantiler, Mülkiyet, Ekonomi, Yürütme yetkisi, Yasama Yetkisi, Yargı Yetkisi, Uluslararası Antlaşmalar, Vatandaşlık-Seçimler-Özgürlükler, Gelir paylaşımı ve diğer konular. Çevirilerini tamamladıkça ve ortama göre, önümüzdeki haftalar içinde teker teker tüm okuyucularıma bu konuları, objektif olarak aktaracağım.
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
10 Ağustos 2016